İçeriğe geç

hakkans Yazılar

Akan Kan

Çocuktu. Topun ardından koşturuyordu. Goool diye bağırıldı o yetişemeden. İçi burkuldu. Bir sırrı olmalıydı. Nasıl da alıp topu ilerleyip, nasıl da gerilip şutu çekip, atıyordu golü… Gooool. Ertesi günü çarşıya gittiler. Bir krampon gördü mağazada. Fosforlu çizgili. Bu dedi sırrı. Bu ayakkabıyı alsa o da gol atardı. Topu güzelce kavrardı. Pas verilince kaçırmazdı. Çok sektirirdi de kaleye geçmezdi dokuz aylıkta. Öyle baktı ki babasına alalım diye, aldı mecburen o da kredi kartına taksitle. Hemen giydi o gün ayakkabılarını, gitti kum sahaya. Oğlanlar başına toplandı, ooo dediler, doksanlı ayakkabı bu dediler, ver giyeyim diyenler… Hayır dedi o, gol atacaktı o, hadi maç yapalım dedi o. Takım ayarlamaları, yerleşmeler, kıpır kıpır hep o. Başladı sonra maç, koştular durdular. Ayakkabı işe yarıyordu; önceden yapamadığı çalımları yapıyordu, hızla koşuyordu, evet ve evet ve evet. İşte gidiyordu, kaleye yaklaşmıştı, gol atacaktı kiii… düştü. Ayağına kaymışlardı, o da yüzüstü, yere. Öyle hızlıydı ki giderken, sürüklenmişti düşünce. Sıyrılmıştı elleri, yarılmıştı dizleri. O üzücü sıcaklık. Başarısızlık, yarımlık. Kalktı hemen, dizlerine baktı gözyaşlarının titrettiği gözleriyle. Akan kan kızıldı.

Yazı

İlk başları hatırlamıyorum. İlk hatırladığım o büyük boşluk. Yazımın belli olduğunu bilsem de, bu gerçek boşluğu değiştirmiyor. Uzun süre süzüldüm bu boşlukta. Ne olduğumun bile farkında değildim. Ama sonra, çok ışık yıllar sonra, biriyle karşılaştım. Griydi, yuvarlakça. Güldü. Üzerime üzerime. Bir yandan gülmesi devam ederken, bir yandan da kusura bakma ama, dedi, senin kadar şekilsiz ve çirkin bir taş görmedim. Bunu dedikten sonra kahkahaları iyice büyüdü. Uzayda ses yayılmaz ki demeyin. Uzayda ses yayılmaz ama alay yayılır. Üzüldüm böyle deyişine. Bir şey diyemedim. Daha ne olduğumu dahi yeni öğrenmişim, ne haddime ki bir şey demek.

Sonu, Başı

Kibir: Kendini beğenme, başkalarından üstün tutma, büyüklenme, benlik, gurur.

Yataktan kalkıyorum. Günaydınlar varlar. Günler hep aydındı zaten, bunun insanı delirtmesi gerekmiyor muydu? Hadi diyelim bugün delirmedin, hadi yarını da atlattın; peki yüz binlerce gün sonra ne yaparsın? Hep aydın bir gün, sabah sıcaklık yirmi iki derece, nem yüzde otuz yedide, tam da yine o anda o hafif meltem esiyor. Saati şaşmaz çünkü saati ayarlı.

Öbür Dünya

Vakit yaklaşıyordu. Kırmızı kalemi alıp takvime bir çarpı daha attı. Kalemi her eline alışında, kalemin kırmızı ve sert kapağını her açışında, kalemi takvimin üzerine doğru her götürüşünde, kalemin takvime her temasında, çarpının ilk çizgisinde, çarpının ikinci çizgisinde; ve sonra gerinip git gide artan çarpılara her bakışında, hayallere dalmaktan kendini alamıyordu. Sonra kalemi vücudundan neredeyse taşmak üzere olan heyecanla tezat oluşturacak bir yumuşaklıkla kapağıyla buluşturuyor ve bu kızıl ayin kapağın tık sesiyle son buluyordu.

Onunla O

Bu hikâye, Şiar dergisinin 37. sayısında (Kasım-Aralık 2021) yayımlanmıştır.

Kapıya aydınlık vuruyordu uzaklardan. Kapının önünde bir siluet, omuzlar hafif çökmüş, kafa dertli, öne eğik. Birkaç kez kapıya vuruyor. Diyor ki, orada mısın? Aradayım. Ne burada, ne orada. Demedi bunları, diyemedi. Evet demesi gerektiğini biliyordu ve kapıyı açması gerektiğini ve onun tamam hadi oturup konuşalım demeyeceğini ve yalnızca kuru ve çaresizliğini kuruluğuna saklamış bir tamam diyeceğini. Bilmesem, diye düşündü, kapı kapalı kalsa, dedi, sonra ne olurdu? Bir şey olacağı yoktu.

Dalgınlık

Hatırla, bir gün otobüsten inmiştin, tipi vardı, akşamdı; tam da otobüsten inebildiğine şükredecektin ki soğuk rüzgâr kesikler atmaya başlamıştı yüzüne yüzüne. O kürklü kapüşonunu telaşla başına geçirmiştin; ama bu defa da saçların gözlerinin önüne düşmüştü, önünü göremiyordun, botlarının ucunu anca; ucuna serpiştiren lapa lapa kar tanelerini, botunun ve otobüsün tekerleklerinin altında ezilip vıcık vıcık gri gri balçığı. Sonra başını kaldırıp, bir yandan kapüşonunu tutarken bir yandan da saçını arkana atmış ve ileri bakmıştın kısık gözlerle. Genişçe bir girintiye ard arda yerleştirilmiş üç durak, durakların altlarına doluşmuş onlarca insan; bazı insanlar var iyice sırtlarını eğmişler ve ellerini ceplerine indirmişler; yere eğmişler başlarını ve otobüs gelsin diye gelsin gelsin artık yeter diye dualar ediyorlar içlerinden ama muhatap almadan, alamadan; çünkü yoksullar ve bu yüzden her şeye kadir olana biraz dargınlar.

Ne o, hatırlamadın mı?

Sersemlet

Bu hikâye yazı boyutlarıyla ilgili özel düzenlemeler içermektedir. Bu yüzden bir .pdf dosyası halinde sunulmuştur. Dosyaya erişmek için ana sayfadaysanız “Devamını okuyun” a basıp sonra aşağıdaki Sersemlet ismine tıklamanız gerekmektedir.

Buyurun Efendim

Bu hikâye Aşkar dergisinin 61. sayısında (Ocak-Şubat-Mart 2022) yayımlanmıştır.

O gün tek istedikleri ailecek güzel bir yemek yemekti. Beyaz ışığın geldiği tarafa ilerlediler karanlığın içinden. Kamaşmış gözlerini ovuşturup etraflarına bakınıyorlardı ki, bir “Buyurun efendim!” sesi işittiler. Ailenin babası, kafasını sağa çevirdi ve aydınlığın içinde siyah takım elbiseli, yaşlıca bir beyefendi gördü. Beyefendi, sol kolunu dirseğinden bükmüş, elini karın hizasında tutuyordu. Yüzü buruş buruştu, birkaç büyükçe sivilcesi vardı; keldi ve altın çerçeveli, yuvarlak camlı küçük bir gözlüğü vardı.

Tekasür

Dedi ki, aldığın bütün nefesler Allah içindir. Bir evlâdın olduktan sonra, verdiğin bütün nefesler onun içindir.

Üzücüydü, çünkü bunu son nefesini verirken söylemişti babası. Sevindiriciydi, çünkü dediği üzere son nefesini yine evlâdı için vermişti; son nefesiyle ona öğüt vermişti. Üzücüydü; çünkü babasını kaybettiği gün doğmuştu çocuğu. Sevindiriciydi; çünkü doğar doğmaz bir koşu babasına götürmüştü evlâdını. Babası torununu görünce hafif bir tebessüm etmiş, işte bir yerden hayat verirken bir yerden de alıyor Allah demişti. Sonra da, yukarıdaki cümleleri. Sonrası, uzun bir dıt sesi, koşuşan hemşireler, lütfen dışarı çıkın, beyaz önlükler, terli alınlar ve babasının son görüntüsü: Ağzı hafif açık, teni bembeyaz, kapanmış gözlerinde mayışmış bir kedinin huzuru. Saçı ve sakalındaki tüm o beyaz teller onun meleksiliğine delalet gibi. Şehadet getirebildi mi bilemedi oğlu, sırf yukarıdaki sözü söyleyebilmek için getiremeden vefat etmişti belki. Bu düşünce onu çıldırtabilirdi; böylesine mübarek ve her haline imrendiği bir babanın şehadetsiz vefat ihtimali; neyse ki Allah’ın rahmetinden ve babasının ihlâsından emindi.

Patlamak

“Gel buraya seni yaramaz…”

Ahmet gülümsedi ve annesine baktı haşarı ve gözlerle kaçtı. Ahmet, dedi. Abdülcabbar abi seni görmek istiyor. Ahmet tamam dedi ve ardından yürüdü. Bir ışık geçtiler, sessiz, ikinci ışığa yürürken havadan sudan konuşmalar ve öylece, öylesine tebessümler, sonra üçüncü ışığa, yürümekten gına gelmişçesine, gereksiz bir gerginlikle. Eller istemsizce yumruk olmuş, omuzlar bilinçsizce aşağı çökmüş, yürüyüşlerinde kâğıt kesiği gibi rahatsız eden bir derinlik ve sisli dağlar misali saklı bir azamet, saklayarak kendilerini tatmin ettikleri bir azamet. Abdülcabbar abinin tamirhanesine girdiklerinde güneş arkalarından vuruyordu. Ahmet ve arkadaşı, o esnada çayına iki küp şekeri ardı sıra atan Abdülcabbar abiyi karanlığa gömüyordu. Ahmet’in arkadaşı selam verdi ve uzaktaki tabureyi Ahmet’e çekip kendi de Abdülcabbar abinin yanındaki tahta sandalyeye oturdu. Uzakta, sesi kısık radyoda, etkin sis nedeniyle İstanbul Boğazı gemi geçişlerine kapatıldı diyordu.