Dedi ki, aldığın bütün nefesler Allah içindir. Bir evlâdın olduktan sonra, verdiğin bütün nefesler onun içindir.
Üzücüydü, çünkü bunu son nefesini verirken söylemişti babası. Sevindiriciydi, çünkü dediği üzere son nefesini yine evlâdı için vermişti; son nefesiyle ona öğüt vermişti. Üzücüydü; çünkü babasını kaybettiği gün doğmuştu çocuğu. Sevindiriciydi; çünkü doğar doğmaz bir koşu babasına götürmüştü evlâdını. Babası torununu görünce hafif bir tebessüm etmiş, işte bir yerden hayat verirken bir yerden de alıyor Allah demişti. Sonra da, yukarıdaki cümleleri. Sonrası, uzun bir dıt sesi, koşuşan hemşireler, lütfen dışarı çıkın, beyaz önlükler, terli alınlar ve babasının son görüntüsü: Ağzı hafif açık, teni bembeyaz, kapanmış gözlerinde mayışmış bir kedinin huzuru. Saçı ve sakalındaki tüm o beyaz teller onun meleksiliğine delalet gibi. Şehadet getirebildi mi bilemedi oğlu, sırf yukarıdaki sözü söyleyebilmek için getiremeden vefat etmişti belki. Bu düşünce onu çıldırtabilirdi; böylesine mübarek ve her haline imrendiği bir babanın şehadetsiz vefat ihtimali; neyse ki Allah’ın rahmetinden ve babasının ihlâsından emindi.
Bu acı tevafuk evlâdının ismini belirlemişti. Hanımının koymak istediği bir isim daha vardı, onu da göbek adı olarak eklediler. Evlâdı, babasının hatırasına hürmeten hep onun ismiyle çağrıldı. Bebeğin babası, evlâdının ağlayışında, gülüşünde, gaz çıkartışında, salya akıtışında hep kendi babasını gördü. Müslüman olmasa, babasının ruhunun evlâdına üflendiğine dahi inanırdı, böylece dayanacak saçma sapan bir şeyler bulurdu. Bazen, ona öyle gelirdi ki, bir gün uyandıklarında bebeğin sakalları çıkacak, başında takke, hadi oğlum vakit geçiyor bana abdest aldır diyecek. Bazen kendini o ümitle uyanır buluyordu babası, gülüp geçmek istiyordu ama acısı onu kimi zaman gülmeye sevk etse de geçmesine müsaade etmiyordu.
Bebek görmesine gelenlerin ardı arkası kesilmedi; çünkü insanlar aynı zamanda taziyeye de geliyorlardı. Neredeyse birkaç ay evlerinden misafir eksik olmadı. Babasını kaybetmenin acısını onların açısından tazeledikçe acısının etrafında tavaf eder gibi dönüp duruyor ve bütün bunlar sabretmeyi güçleştiriyordu. Bu birkaç ay boyunca babasının hiç bilmediği nice güzel hatırasını dinlemiş; ona olan hasreti iyice alevlenmişti. Bir arkadaşına dert yanarken diyordu ki, babam beni her şeye hazırlamıştı ama onsuzluğa değil. Bakıyorum, kendi kendime karar alacak, hareket edebilecek bir insan değil miyim, hep babam ne derse onu özümsemeden, sadece bir emir telakki ederek mi yapmışım diyorum, hayır. Babam yaptıklarının ya da söylediklerinin hikmetini er geç öğretirdi ya da öğrendiğimden emin olurdu. Bu, bu onsuzluk, daha çok, galiba, elimi kolumu bağlamıyor da canımı yaktığı için elim kolum hareket etmez hale geliyor.
Arkadaşı, bu acıya bir yandan saygı duyarken, bir yandan da bunun sebebini kendince ve olağanca çıplaklığıyla ortaya koymak istiyordu. Demek istiyordu ki sen sürekli babanla övündün durdun, şimdi gurur vesilesi yapacağın tek şey onun hatırası; ama o da sana yetmiyor. Kendini onursuz hissediyorsun şimdi, çamura batmış gibi değil de çamur olmuş gibi, bu yüzden debelenip çamuru da atamıyorsun üzerinden. Sen sadece soyu-sopuyla övünen ve kendi de ondan nemalandığını zanneden bir adamsın. Kendine dönüp bak desem nereye döneceğini şaşarsın! Tekasür Suresi sana ve senin gibilere inmiş; ama ne yazık ki sen havalardasın. Bu arkadaş da ne arkadaşmış, ağzı zift kokuyor, zifti yakıp ateş fışkırtıyor. Tüm o sözleri içinde tutmasını sağlayan belki hayâ idi belki gurur idi; Allah en doğrusunu bilendir. Bizim bu arkadaşa içerikte bir itirazımız yok, bu arkadaşın içindekileri bu beyaz sayfaya döküp biraz kirlettiysek de nedeni malum olacaktır. Neticede, üslûp, ama üslûp, çok önemli üslûp.
İşte, sonra, yedisi, kırkı, senesi derken zaman geçti gitti. Baba, evlâdına hep sıkı sıkı sarıldı. Sıkı sıkı sarılmadığı zamanlarda, sıkı sıkı sarmalansın diye ona en güzel pikelerden, zıbınlardan, patiklerden ve başlıklardan aldı. Zaten önceden de almıştı da, hatta bir sürü hediye de gelmişti de, hatta karı-kocanın anası halası teyzesi bir sürü örmüştü de, işte… Anne her gün evlâdını güzelce giydiriyor ve ona güzel ninniler söylüyordu. Kimi zaman ona Yasin dinletiyor, kimi zaman Beethoven açıyordu. Vitaminleri, mineralleri, destek besinleri, devam sütleri eksik edilmedi. Dedesinin emaneti olan evlâtlarına çok iyi bakmak için annesi de babası da içlerinden ve içten bir ant içmişlerdi. Zaten annesi dünden razıydı bu güzel andı içmeye, hatta ve hatta kana kana içmeye; ama babası önceden o kadar da hevesli değildi. Zaten çocuğunun olacağını karısından duyduğunda dahi fazla şaşıramamıştı, çünkü kavrayamamıştı; çünkü çocuğunun olacağını öğrendiği andan öncesi ve sonrasında aslında somut bir değişim yoktu. Belki de o gâvur filmleri bizi şartlandırıyordu neye sevinip neye üzüleceğimiz konusunda ve bunu gereksiz büyüklükte bir vurguyla yapıyordu; eğer babası hayatta olsaydı babasına sorardık. Ama belki de babalık evlâdı kucağına alınca başlayan bir şeydi; babanın babasının vefatıyla evlâdının doğumu aynı güne denk gelince babanın babalığını başlatanın babasının vefatı mı yoksa evlâdının doğumu mu olduğu belirsiz kalıyordu. Anlamasına gerek olmadığını söylerdi babası belki; ama dediğimiz gibi, o, sizlere ömür.
Dedik ya senesi oldu, işte sene-i devriyesinde camide mevlit okundu. Mevlit sonrasında, çocuğun babası uzaklara bakıp düşündü. Artık babasına hasreti azalmıştı denemese de, sönmüştü. Önce çok şükür dedi, çok şükür her şeye şifa Allah. Sonra pusette uyuyan bebeğine baktı; ah evlâdım, dedi, senin bir sene önce bugün doğduğuna sevinemiyoruz bile. Sonra eşine baktı; çok şükür hanım dedi, galiba artık eskisi kadar üzülmüyorum. Çok şükür diyerek mukabele etti eşi. İkisi de mışıl mışıl uyuyan evlâtlarına baktılar. İyi-kötü, sıkıntılarla da olsa bir seneyi bitirmişlerdi. Hakikaten de verdikleri tüm nefesler onun için olmuştu. Bunun da anlamını kavramıştı bu bir sene sonunda, ne yorgunluktu şu koca yıl…
“Anneeeeeeeeeeeee tabletim nerdeeeeeeeeeeeeeeee?”
“Oğlum odana bak biz almıyoruz ki çantanı kontrol et.”
“Yok işte yok yok yok yok.”
“Ay dur ben bakayım, hah, çantanın şu gözüne baktın mı, yok, Allah Allah, dur bir de bizim odaya bakalım… Bey, gördün mü Hüsamettin’in tabletini?”
“…”
“Bey, sana diyorum.”
“Ha, şey, tableti mi, yok, hayır. Ne oldu, kayıp mı oldu?”
“Odasında yok, burada da yok.”
“Eh, al benim tableti.”
“Hayır olmaz benim oyun kaydım var onda.”
“Allah Allah, nerede ki bu tablet… Bak otelin kafeteryasında oynuyordun hep sen orada bırakmış olmayasın?”
“Yok ben getirdim ama eve anne eve getirdim.”
“Eh yok işte evlâdım bak her yere baktım.”
“Ya ama benim onda oyun kaydım vardııııııııı”
“Ay tamam gel babası aşağı inin sorun.”
“…”
“Babasıııı”
“Baba hadiiii aşağı inelim bulalııııııııııııım”
“Ha, şey, tamam, gidelim bakalım.”
Babası derin bir nefes verdi ve tabletini koltuğa atıp kalktı. Resepsiyona indiler. İnerken:
“Baba ama benim onda oyun kaydım vardı ben onu oynadım orada bırakmadım hani Alper vardı ya o benim klanıma saldırdı sonra ben de ona saldırdım ondan beş yüz gold aldım altı yüz askerini de öldürdüm sonra elli çiftçisini de rehin aldım benim köyüme getirdim sonra Abdullah Can da Alper’e saldırdı Alper de ağladı baba sonra da ben klanıma gece koruma olsun Alper saldırmasın diye koruma büyüsü yaptırdım şimdi beş dakika sonra koruma büyüsü bitecek eğer ben koruma büyüsü biterse Alper saldırır benim askerlerim eğitilmiş değil daha onları eğitmek için de beş saat gerekiyor aslında sekiz yüz gold verip hemen hazır edebiliyorum ama goldları harcamamam lazım baba hemen bulalım baba tabletimi-“
“Pardon, şey, bizim ufaklık tabletini kaybetmiş de böyle dün bu kafeteryada beyaz Şuşu marka bir tablet gördünüz mü acaba?”
“Soralım hemen. … Nedim, dün siz tablet buldunuz mu kafeteryada? Beyaz, Şuşu marka. Ha, tamam. Beyefendi kafeteryaya gidin size göstersinler.”
“Olley hadi gidelim baba.”
Gittiler. Giderken:
“Bir de diğer oyunum var onda da uzaylılarla savaşıyorum galaksi hâkimiyeti için onda da keşfe göndermiştim benim topluluğumu uzaya yeni gezegen bulsunlar oradan maden çıkarsınlar diye o uzaylılarla hep rekabet var böyle bir kısmı da var oyunun uzaylıları vuruyorum böyle uzaylıları vurunca da onların biopuanı var onları alıyorum.”
“Pardon, biz resepsiyondan geldik de, tablet için…”
“Tabii beyefendi, bu muydu?”
“Bak bakalım Hüsamettin.”
“Evet bu, hemen asker eğitmem lazım…”
“Sağ olun, kolay gelsin.”
“Hayııııııııııııııııııııııııııııııır! Biri benim tabletime dokunmuş koruma büyümü bozmuş Alper bana saldırmııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııışöeheeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeöeheeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee”
“Oğlum kim dokunacak, abisi siz hiç-“
“Yok biz hiç dokunmadık.”
“Yaaaaaaaaaaaaaaaa o zaman Alper dokunduuuuüüüüüüğğğğğğeeeeeeeeeeeeehhhhhhhhh…”
“Neyse, teşekkür ederiz, kolay gelsin.”
“Ben Alper’i gidip dövcem görsün bakalım benim klanıma dokunmak ne demekmiş-“
“Oğlum sakın, bak, arkadaşsınız siz, Alper tamam belki bir hata yapmış ama olur öyle şeyler, önemli değil hem bu bir oyun.”
“Hayığr hayığğr hayığğğğğğğğğr! O benim klanıma saldırmış benim benim şimdi görür o ben de uyurken birbirimize saldırmama kuralını çiğnerim gece ona baskın yaparım ha ha ha ha sonra da onu dövcem!”
“Hüsamettin, bana bak bakayım. Hüsamettin, Hüsamettiiiiin, bak, bak, baksana bana! Dur bakayım! Hah, şöyle. Eğer Alper ile kavga ettiğini duyarsam tabletine bir ay el koyarım ona göre.”
“Ya ama ama amaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa”
“Aması maması yok. Eğer Alper ile kavga edersen tablet mablet yok.”
“Uf. Tamam.”
Sessizce odaya döndüler.
“Ay buldunuz mu bari?”
“Evet, kafeteryada unutmuş Hüsamettin Bey.”
“Anne benim klanıma saldırmış Alper benim tabletimden büyümü bozmuş ve sonra kendi tabletinden saldırmııııııııış.”
“Hiii, ne kadar da kötü olmuş. Sen de Alper’e saldırırsın.”
“Ben babama onu dövcem dedim ama babam tabletini alırım dedi”
“Yok Hüsamettinciğim, olur mu öyle şey, uslu uslu oynayın, ben de çok kızarım kavga edersen ona göre.”
“Hmmm… Tamam ama ben de onun klanına saldırcam bütün askerlerini esir alıp köyünü yakıp yıkcam.”
“Ha şöyle, ne güzel işte, öyle yap.”
Ah, çok şükür biraz sessizlik. Bu tableti almakla çok iyi ettiğini düşünüyordu babası. Öbür türlü Hüsamettin’in her bir şeyi yüksek sesle anlatma hevesinin önüne geçemezlerdi. Şimdi o da kendi tabletine dönüp yarım kalmış dizisini izlemeye devam edebilirdi.
“Anneeeeeeeeeeee benim vitaminli sütüm nerdeeeeeeee?”
“Dur hayatım hemen getireyim. Yanında çok faydalı kurabiyeden de ister misin?”
“Iııı, nelisi var?”
“Muzlu-ahududulu, çilek-kivili ve kayısı-armutlu var.”
“Hayır ben beyaz çikolata-kirazlı istiyorum.”
“Ama tatlım onu bitirdin ya zaten hem o daha az sağlıklı bunlardan ye.”
“Hayırhayırhayır ben beyaz çikolata-kirazlı istiyoruuuuuuuuuuum!”
“Ama tatlım yok ki.”
“İnip alsın o zaman babam kafeteryadan babaaaaaaaaaaaaa”
“Hayır hayatım, sadece bunlar var, onlardan yiyemezsin.”
“Yaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa”
“Hüsamettin ağlasan da fayda etmez-“
“Babaaaaa annem bana beyaz çikolata-kirazlı çok faydalı kurabiye yok dedi babam alsın dedim ona da yok dediiiiiiii”
“Ney, ha, hayatım, yok mu kurabiye?”
“Yok, Hüsamettin onu en çok sevdiği için önce onlar bitti. Diğerleri bitmeden yeni kurabiye alamayız değil mi babası?”
“Evet Hüsamettin, hm hm, annen haklı.”
“Ama n’olur n’olur sadece bu seferlik olsun ben bu sefer canım çok istedi beyaz çikolata-kirazlı n’olur…”
“Oğlum bak ama sen böyle bu kurabiyelerden yiye yiye çok kilo aldın kendini de düşünmen laz-”
“Bananebananebanane ben kurabiyeden istiyoruuuuum”
“Eh, tamam, bu seferlik alıyorum sadece ama sonra diğer kurabiyeler bitmeden yeni kurabiye almak yok anlaştık mı?”
“Tamaaaaaaaaam, anlaştıııııııık babacık! Hahahahaha bak anne babam bana kurabiye alacak!”
“Şu çocuğu şımarta şımarta başımıza çıkardın yani… Ne olur bir kere hayır desen?”
“İşte şimdi seni vurdum Alper hahahahaha bakalım kaç goldunu alcaaam? Baba, hadiiii!”
“O bizim biricik evlâdımız, ne olur bir kurabiye istemişse? Daha kaç yaşında çocuk…”
“Hayatım ben de farkındayım ama görmüyor musun yediği önünde yemediği arkasında daha ne kadar böyle sürebilir?”
“Neyse neyse, o bizim evlâdımız, babamın emaneti, unutma! Ah, Allah rahmet eylesin, bak, rahmet istedi demek… Çok şükür ki babamız bize onun her şeyini karşılayabildiğimiz güzel, bereketli bir iş bırakmış.”
Babası gitmişken:
“Duv du du duv du du dun du durım dı dı dı dın dı dı dıdım dın dı dı dım haha tam iki yüz elli gold aldım Alper’den haha! Askerlerinden seksen altı tane öldürdüm, yüz on ikisini de esir aldım, değirmenini ve taş ocağını ve en büyük çiftliğini yıktım! Al bakalıııım al bakalıııııııııım al bakalıııııım. Anneeeeeeeee, benim ekran ışığından koruyucu gözlüğüm nerede? Anneeeeeeee, bir de benim su geçirmeyen kol saatim nerdeeee, anneeee, bir de benim mayom nerdeeeee, gidip Alper’e hava atayım.”
“E oğlum şimdi sütünü çıkardım, baban da kurabiyeni getiriyor.”
“Bananebananebanane ben gidip Alper’e hava atcam sonra da kurabiyemden yicem bunları havuza getirsin babam.”
“Eh iyi, peki. Gel mayonu giydireyim. Ama dur önce kremini süreyim.”
“A a, hayırdır havuza mı?”
“Evet ben Alper’in klanını yerle bir ettim gidip şimdi ona hava atcam!”
“Allah Allaaaah, e peki kurabiye?”
“Baba sen onu havuz başına getir sütümle beraber. Ben Alper’e hava attıktan sonra yicem.”
“Tamaaaaaam, şimdi de mayonu giyelim.”
“Teşekkür ederim anneciğim. Ben havuza gidiyoruuuuuum.”
“Dur dur dur dur, hah, dön bana bakayım, hah, gülümse şöyle bir fotonu çekeyim! Afferim! Maşşallah oğluma, dur bunu bizim kızlarla paylaşayım oğluşum benim!”
“Hadi ben kaçtııııım!”
“Oğlum yavaş!”
“Bu çocuğun hızına yetişilmiyor bey, değil mi? Ne yapacağız biz böyle?”
“Daha çocuk çocuk, geçer sonra.”
Sonra:
“Bananebananebanane ben doğum günü istiyoruuuuuuuuum!”
“Hüsamettinciğim, bak bunu yapamayız, seninle konuştuk ya, hani senin doğduğun gün dedeciğin vefat etmişti de biz o yüzden onun mezarına gidiyoruz o güün, ona güzel dualar ediyoruuuz.”
“Bananebananebanane, ben sıkıldım hep böyle aynı şeyler. Hem Alper bu sene çok güzel sıpaydırmenli doğum günü partisi yaptı herkes çok beğendi ben de betmenli yapmak istiyoruuuuuuuuuuuuum.”
“Hayatım, tamam, sana doğum günü yaparız; ama o gün olmaz.”
“Bananebananebanane ben o gün istiyorum ben o gün doğdum banane dedem o gün ölmüşse!”
“Bana bak!”
“Bey, dur, tamam, vurma!”
“Babaaaaaaöeeeeeeeeeeeeeüeüeüeeeüüeühühühühühühühühüh”
“Bana bak Hüsamettin, deden o senin, saygı göstereceksin! Sen bizi el âleme rezil mi edeceksin?”
“Ühühühühhühübanaeüühhühbanannneneneününügühühühühühühhühühühü”
“Bey beğendin mi yaptığını?”
“Bu ne ya, başımıza çıktı. Şuna bak! Rezillik! Bana bak küçük bey, dedene hürmet etmeyi öğrenmedikçe, dedenin ismini taşımaya lâyık bir torun olmadıkça sana doğum günü filan yok, anlaşıldı mı?!”
“Amaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaöeheühühühühühühühühühü”
“Şey, tamam, Hüsamettinciğim, bak, sana bu doğduğun günden sonraki haftasonu böyle kocaman bir doğum günü yapalım, olur mu?”
“Ühühühü – hü?”
“Değil mi babası, biz doğum gününde yine dedemizi ziyaret ederiiiz, güzelce dua ederiiiiz, sonraki hafta da betmenli doğum günü yaparııız!”
“Yok yok, Hüsamettin dersini alsın bu sefer!”
“Hü, hü, ühühühühü, baba taam baba ben gelcem dua etcem dedeme lütfen doğum günü yapalım lütfeeen…”
“Bey, hadi, sıkma çocuğu, bak zaten vurdun yani kötü bir şey yaşadı üzerine gitmeyelim daha…”
“… İyi, peki.”
“Hü, hü, hü… Yaşayaşayaşasın! Betmenli olacak doğum günüm herkese böyle o yarasa kanatlarından veririz sırtlarına takarlar sonra yaş pastam simsiyah olur böyle dışı değil sadece içi de hiç siyah yaş pastası olan çocuk olmamıştı çok güzel olacak çokçokçok!”
Daha sonra:
“Eveeeeeeeeeet, Hüsamettin bugün sana çok özel bir haberimiz var.”
“Aaaa, sürpriz mi yoksa? Pasta mı aldınız banaaaaaaa?”
“Yok yok, otur evlâdım, öyle bir sürpriz değil, böyle, daha çok, bir aktivite gibi diyelim.”
“Aaa yoksa sinemaya mı gidiyoruz? Yoksa şu lunaparka mı?”
“Yok yok öyle değil.”
“Eeeeee ne o zaman ne?”
“Oğlum, biz, düşündük de, senin böyle hafızan çok iyi, böyle her şeyi çok iyi aklında tutuyorsun o oyunlarda vesaire, biz de, hazır sen gençken, düşündük ki biz seni bir hafızlık kursuna gönderelim.”
“Hafızlık mı, o ne demek?”
“Evet, şey yani, Kur’an-ı Kerim’i ezberleme demek. Böyle bak istersen kamp şeklinde var gidiyorsun arkadaşlarınla kalıyorsun, istersen okul gibi böyle gidip geliyorsun.”
“Hmm, şey, peki orada ne veriyorlar ki ben ne yicem ki?”
“Hayatım tıpkı okulundaki gibi yemekler çıkıyor orada da hatta daha da güzelleri.”
“Okuldakiler güzel değil ki zaten. Hem şey ben oraya tabletimi götürebilecek miyim ki?”
“Hmm, şey, olmayabilir.”
“O zaman olmaz.”
“Ama oğlum,”
“Hayır ben eğer klanımı boş bırakırsam hemen saldırırlar harap olur sonra uzaylılar medeniyetinde de çok ilerledim eğer boş bırakırsam medeniyetim geriler avcılık toplayıcılığa düşer hem ben çok faydalı kurabiyeler ve annemin yemekleri olmadan da yapamam hem hayır hayır hayır!”
“Oğlum, bak, ben sana bir şey anlatmıştım, hatırlıyor musun? Deden senin doğduğun gün vefat etmişti diye anlatmıştım. Bak, deden çok mübarek bir insandı, biz de seni onun emaneti bildik, sana onun adını verdik. Şimdi de senden istediğimiz onun isminin hatırasını yaşatmak, biz eğer seni onun tırnağı kadar mübarek bir insan olarak yetiştirsek ne mutlu bize… Bak, bugüne kadar sen ne istersen dediğini neredeyse iki etmedik, şimdi de biz senden bu küçük şeyi istiyoruz, hem senin için de çok önemliiii, çok faydalııııı, çok sevaaaap.”
“Sizistiyorsunuz ama benistemiyorum.”
“En azından bir git, bak, beğenmezsen sonra bırakırsın. Senin her şeyin olsun istiyoruz canım evlâdım, dini vecibeler de çok önemli.”
“… Neyse tamam bi’ giderim.”
Eh, sonra:
“Babaaa, ne zaman olacak bayram namazııı?”
“Oğlum, bak hoca konuşuyor şimdi, az kaldı. Hadi onu dinle.”
“Bananebananebanane. Hem zaten hep aynı şeyleri diyor ben anladım artık.”
“Oğlum biraz daha bekleyeceğiz sonra kılacağız.”
“Bana saat altıda demiştin! Şimdi altıyı on geçiyor! İmam bu gidişle kıldırmıcak zaten. Baksana şuna, orada oturmuş koltuğa konuşuyor, bizim burada bacaklarımız ağrıyor sırtımız ağrıyor uykumuz var hiç düşünmüyor!”
“Oğlum sessiz konuş bak etraftan amcalar bakıyor.”
“Bananebananebanane hem ben tabletimi istiyorum getirmedin buraya oynardım o konuşurken bariiiiiiiiiiii”
“Bak, imam ne güzel şeyler anlatıyor, senin ismin ne bakalım yavrucuğum?”
“… Hüsamettin.”
“Bak Hüsamettin dinin kılıcı demek, dinle bak anlatıyor imam efendi nasıl Müslümanlar topraklar fethetmişler…”
“… Ben klanımla fethediyorum zaten.”
“Ney ney?”
“Şey siz onun kusuruna bakmayın, uykusuz da ondan böyle yapıyor, değil mi Hüsamettin?”
“…”
Ve sonra:
Artık ağırıma gidiyor hayat. Kimse beni anlamıyor… Kimse beni anlamadığı gibi kimse beni sevmiyor. Anne-babam dahi benden o kadar bıkmıştı ki, yalnızca elime para verip ne yaparsan yap diyorlardı. Benim de inadım inat, sürekli onlardan para alıp çarçur ediyordum. Yiyor, içiyor, geziyor; en son çıkan kıyafetleri, şarkıları, oyunları, telefonları alıp duruyordum. AN-CAK ÖY-LE KENDİ-ME HAKİM OLABİLİ-YOR-DUM AN-CAK O ZAM-AN ÖFKE-LEN-Mİ-YORDU-M. Beraber oyun oynadığım Alper dahi yoktu artık. Şişmandım ve gözlerim çok bozuktu ve sivilceliydim ve saftım ve kolejde benimle alay ediyorlardı hep. Notlarımın düşüklüğünden şikâyetçi burnu havada hocalar ve sürekli beni eleştiren ve kısıtlayan anne-babamdan -Bu hafta oyun yok! Üç gün telefon yasak! Ver o mp3 çaları bakayım bir daha bu şarkıları dinlemeyeceksin! Bir daha nargile içtiğini duyarsam fena yaparım!- başka kimse yoktu.
Az sonra:
Ateşli bir tartışma sonrası Hüsamettin’in harçlığının ve internet bağlantısının kesilmesi kararı alındı. Hüsamettin bir öfkeye kapıldı, apansızın gidip bileklerini kesti.
“Bu olayı nasıl örteceğiz bey? Duyulursa yanarız valla.”
“Dur bakalım, ben bir şekilde halledeceğim. Mübarek Hüsamettin Efendi’nin torununa leke sürdürtmem.”
Bir şekilde geçiyor işte zaman. Sonra:
“Zaten şu zindan gibi evden bir an önce çıkıp gitmek istiyorum artık. Zenginlik gırla zaten, gitmesi zor değil ki! İstediğim her şeyi yapmışlar diye minnet edecekmişim diye bekliyorlar! Zaten onlar anne-baba, tabii ki benim rahatımı düşünecekler, her şeylerini verecekler. Hem zaten artık benim istediğim değil ki onların istedikleri daha fazla! Yok şu okula gideceksin yok şu işi seçeceksin yok şu sohbete katılacaksın yok şu arkadaşlardan başkasıyla görüşmeyeceksin yok aylık şu kadar harcayacaksın yok şu yaşlıları ziyaret edeceksin yok şu cenazelere katılacaksın yok şu öğrenci evinde kalacaksın… Bu gidişle evliliği bile bana bırakmayacaklar zaten.”
Veeeeeeeeeeeeeeeeeee sonra:
Dedi ki, aldığın bütün nefesler Allah içindir. Bir evlâdın olduktan sonra, verdiğin bütün nefesler onun içindir.
Üzücüydü, çünkü bunu son nefesini verirken söylemişti babası. Sevindiriciydi, çünkü dediği üzere son nefesini yine evlâdı için vermişti, son nefesiyle ona öğüt vermişti. Üzücüydü; çünkü babasını kaybettiği gün doğmuştu çocuğu. Sevindiriciydi; çünkü doğar doğmaz bir koşu babasına götürmüştü evlâdını. Babası torununu görünce hafif bir tebessüm etmiş, işte bir yerden hayat verirken bir yerden de alıyor Allah demişti. Sonra da, yukarıdaki cümleleri. Sonrası, uzun bir dıt sesi, koşuşan hemşireler, lütfen dışarı çıkın, beyaz önlükler, terli alınlar ve babasının son görüntüsü: Ağzı hafif açık, teni bembeyaz, kapanmış gözlerinde mayışmış bir kedinin huzuru. Saçı ve sakalındaki tüm o beyaz teller onun meleksiliğine delalet gibi. Babası şehadet getirebildi mi bilemedi Hüsamettin, sırf yukarıdaki sözü söyleyebilmek için getiremeden vefat etmişti belki. Bu düşünce onu çıldırtabilirdi; kaybederken anlamıştı çünkü çoğu şeyi, sanki asırlardır kapalı durmaktan açılamayacak derecede çapaklanmıştı gözleri de, gözyaşları aka aka çapaklar eriyip gitmiş ve mukaddes bir telkinle gözleri açılmış; babasının onun için verdiği nefesleri görmüştü. Ya şehadetsiz vefat etmişse? O zaman bu yükün altından kalkamazdı Hüsamettin.
Bu acı tevafuk çocuğun ismini belirleyecekti; ama hanımının koymak istediği bir isim daha vardı -hem Abdurrahman’ın pek modern bir isim olduğu söylenemezdi-, o yüzden babasının adını göbek adı olarak eklediler. Hüsamettin, babasının hatırasına hürmeten hep Abdurrahman ismiyle çağırdı evlâdını. Hüsamettin, onun ağlayışında, gülüşünde, gaz çıkartışında, salya akıtışında hep kendi babasını gördü. Babasının ruhunun evlâdına üflendiğine dahi inanabilirdi. Bazen ona öyle gelirdi ki, bir gün uyandıklarında bebeğin sakalları çıkacak, hadi oğlum bayram namazına diyecek. Bazen kendini o ümitle uyanır buluyordu Hüsamettin, gülüp geçmek istiyordu ama acısı onu kimi zaman gülmeye sevk etse de geçmesine müsaade etmiyordu.
Bir arkadaşına dert yanarken diyordu ki, babam beni her şeye hazırlamıştı ama onsuzluğa değil. Bakıyorum, kendi kendime karar alacak, hareket edebilecek bir insan değil miyim, hep babam ne derse onu özümsemeden, sadece bir emir telakki ederek mi yapmışım diyorum, evet. Babam yaptıklarının ya da söylediklerinin sebebini söylemezdi pek. Ya da ben duymazdım. Bu, bu onsuzluk, elimi kolumu bağlamış vaziyette.
Arkadaşı, bu acıya bir yandan saygı duyarken, bir yandan da bunun sebebini kendince ve olağanca çıplaklığıyla ortaya koymak istiyordu. Demek istiyordu ki sen bunca süre dünyalık şeyden başka ne gördün? Altındaki arabayla, cebindeki telefonla, gittiğin mekanla, coştuğun tatille övünmekten başka ne yaptın? Anne-babandan istediklerin dağları aştı. Sen yine de tatmin olmadın, onları da rahat ettirmedin. Şimdi karşıma geçmiş babamı özledim diyorsun! Artık çok geç! Tekasür Suresi sana ve senin gibilere inmiş; ama ne yazık ki sen havalardasın. Bu arkadaş da ne arkadaşmış, ağzı zift kokuyor, zifti yakıp ateş fışkırtıyor. Tüm o sözleri içinde tutmasını sağlayan belki hayâ idi belki gurur idi; Allah en doğrusunu bilendir. Bizim bu arkadaşa içerikte bir itirazımız yok, bu arkadaşın içindekileri bu beyaz sayfaya döküp biraz kirlettiysek de nedeni malum olmuştur sizlere. Neticede, üslûp, ama üslûp, çok önemli üslûp.
İlk Yorumu Siz Yapın