Çocuktu. Topun ardından koşturuyordu. Goool diye bağırıldı o yetişemeden. İçi burkuldu. Bir sırrı olmalıydı. Nasıl da alıp topu ilerleyip, nasıl da gerilip şutu çekip, atıyordu golü… Gooool. Ertesi günü çarşıya gittiler. Bir krampon gördü mağazada. Fosforlu çizgili. Bu dedi sırrı. Bu ayakkabıyı alsa o da gol atardı. Topu güzelce kavrardı. Pas verilince kaçırmazdı. Çok sektirirdi de kaleye geçmezdi dokuz aylıkta. Öyle baktı ki babasına alalım diye, aldı mecburen o da kredi kartına taksitle. Hemen giydi o gün ayakkabılarını, gitti kum sahaya. Oğlanlar başına toplandı, ooo dediler, doksanlı ayakkabı bu dediler, ver giyeyim diyenler… Hayır dedi o, gol atacaktı o, hadi maç yapalım dedi o. Takım ayarlamaları, yerleşmeler, kıpır kıpır hep o. Başladı sonra maç, koştular durdular. Ayakkabı işe yarıyordu; önceden yapamadığı çalımları yapıyordu, hızla koşuyordu, evet ve evet ve evet. İşte gidiyordu, kaleye yaklaşmıştı, gol atacaktı kiii… düştü. Ayağına kaymışlardı, o da yüzüstü, yere. Öyle hızlıydı ki giderken, sürüklenmişti düşünce. Sıyrılmıştı elleri, yarılmıştı dizleri. O üzücü sıcaklık. Başarısızlık, yarımlık. Kalktı hemen, dizlerine baktı gözyaşlarının titrettiği gözleriyle. Akan kan kızıldı.
*
Delikanlıydı. Ah be Nurten’i vardı, keşke baksaydı Nurten’i vardı. Artık yoktu. Vardı ama kim bilir nerede… Beni takip etmeyi bırak deyişini hatırlıyor, tiksinircesine bakışını hatırlıyor; hatırlamıyor ki, unutmuyor ki. Her şey hep beraber üzerine geliyor. Gülüşü de usanışı da; başını öne eğişi de başını dikleyişi de; ona taraf dönüşü de ona sırtını dönüşü de. İçi acıyordu ama canı acımıyordu. O canı da acısın istiyordu. Acı her zerresini sızlatsındı. Aynaya baktığında sabahları, kendimi mi yumruklasam diyordu aynayı mı? Bazen -hep- koşup duvara, çarpıp duvara, düşüp duvara, başını dizini vura vura, kaybolmak istiyordu. Çok geçmeden o şarkıları buldu. Yüreğini dağlayan, dağlarına sarp yokuşlar oyan, sarp yokuşlardan aşağı düşüren şarkıları. Yetmiyordu. Ne yetecekti? Bir gün karar verdi. Onlar gibi yapacaktı. Ailesi gittiğinde, banyoya gitti. Çekmeceyi açıp çıkardı jileti. Önce bileğine yakın yerine yapası geldi. Ölmekten korktu. Korktuğuna güldü. Gülmesine ağlayacaktı ki durdu. Sonra biraz daha geriye hizaladı jileti. Dirseğinin yakınına, kolunun iç tarafına, batırdı hafifçe bıçağı. Sıkarken dişini, adeta emdi acıyı. Akan kan karaydı.
*
Kızdı. Her iki anlamda da. Olmaz dedi ailesi, kaç yaşına gelmişsin artık nasıl alışacaksın? Ben senin tabiatını biliyorum diyordu annesi, bıkıp atacaksın bizi rezil ettiğinle kalacaksın. Kızdı işte buna. Hayır dedi. Bu kararı kolay almadım ki dedi. Sorumluluğu da benim dedi. Ama gencecik kızdı işte. Kararı kolay almamıştı belki ama zor onun için neydi ki? Bilmiyordu. Emindi ama. Doğru bir şey yapmıştı. Allah’ın emri örtünmek. Yapacaktı. Hem bu devirde zorluğu mu kalmıştı artık? Her yerde serbest Allah’ımıza şükür. Ama kalmış bir çeşit zorluk. Görünmüyor ama var hep. Ama olsun. İlahi düzen. İmtihandı işte. İçten içe kınayan bakışlar, dıştan dışa mesafeli yaklaşmalar… Nasıl oluyordu da kazanıldığı düşünülen davanın sanık sandalyesinde hissediyordu kendini hâlâ? Çözümü beraatte arayacağına kovuşturmasızlıkta arıyordu. Olsundu. Başım örtülü ama sizdenim demesi lazımdı sanki. Sizin müziklerinizi, filmlerinizi, dizilerinizi, kitaplarınızı, avmdeki mağazalarınızı, sosyal medyanızı, abur cuburunuzu… Ve hatta kahvesi de soya sütlü. Metrodan çıkmış eve giderken, bir bağırtı işitiyor. Kulaklığını çıkarıyor. Yazıklar olsun diyen bir kadın. Yazıklar olsun siz başımıza getirdiniz bunları diyen bir kadın. Üzerine yürüyen bir kadın. Başı açık bir kadın. Hiddetli elleriyle yakasına yapışan bir kadın. Cinnet geçirircesine çığlık atan bir kadın. Oysa hâlâ kulaklıkları tutuyor elinde. Çığlık atan kadın paralıyor onu. Tırnaklarını saplıyor yanaklarına. Ama yapmayın ikimiz de Gaga dinliyoruz Avengers izliyoruz İstanbullu Gelin’e bakıyoruz Elif Şafak okuyoruz Mango’dan giyiniyoruz story paylaşıyoruz Nutella yiyoruz diyemeden. Çığlık atıyor kız. Bırakıp kulaklığını, saldırıp kadına, atıyor üzerinden. Kadın gerinip yine koşacakken ahali tutuyor. Ağlıyor kız şoktan. Sonra ikisi de gayri ihtiyari ellerini yüzlerindeki sıcaklığa dokunduruyorlar. Akan kanlar aynıydı.
*
Kardeşti. Karındaşlık güya; ama gel gör ki koca bir ayrılık. Biri Halim, biri Demir. Dağlarda diyordu Demir, dağlarca diyordu, hükmümüzü sürdüreceğiz. Bu zalim, bu faşist, bu ırkçılara karşı diyordu. Dur diyordu Halim, gitme. Bak ne özgürlüklerimiz var, istersen Kürtçe bile konuşabiliriz bunu dışarıda. Gözünü, diyordu, boyamışlar, diyordu, faşistler seni köpek olarak görüyor, elbette kemik atacaklar. Tutamadı karındaşını, çıktı dağlara bir bahar sabahı. Dağlandı yürekler, dağlarca yürekler, dağlarda yürekler, ve bir anda dalgalan sen de şafaklar gibi deyişler. Çünkü Halim askere gitmiş, dağlarda, dalgalandıkça ve dağlarca, ama başka dağlarca. Derken dağları kesişiyor iki kardeşin. Habersizce. Düşmanca. Bilmiyorlar ki düşman kim, bilmiyorlar ki dost kim. Ellerinde silahlar, karşılarında hedefler, hepsi bir örnekler. Sonra kurşunlar arasından bir kurşun. Bir karındaştan bir karındaşa giden. Tam da karın deşen. Bağırıyorlar ismini gözyaşlarıyla. İsmi dağlarda, ismi dağlarca, ismi dağıla dağıla yankılanınca; ürperiyor dağlarda Demir, acaba abim mi diye. Gücüne gidiyor susunca dağlar, dalgalansın yüreği şehitler gibi ey şanlı Halim. Akan kan candandı.
*
Çökmüştü. Eline ne geçmişti ki? Alacağı nafaka onu mutlu etmeyecekti ki. Alacağı nafaka kocasını yerine koyacak mıydı? Yok. Hâlâ kocasını istediğini söylediğinde ayıplasa da arkadaşları, bu boşanma kendisine bir ceza idi işte. Nasıl olmasın? Kendisi bir başına kalmış. Kocası ise o sarışın şırfıntıyla evlenirdi artık. Nasıl evlenmesin ki? Allah’ım diyor içinden lütfen o geri gelsin. Ya da ben o sarışın şıfrıntı olayım. Olmaz mı? Çıktı mahkemeden ve gitti o. Nasıl da yabandı gözleri, sanki kendisine hiç aşkla bakmamış gibi. Şimdi o gözler dahi yok. Numarasını değişmiş. Sosyal medya hesapları kilitli. Takibi namümkün. Öldü o. Ağlayanı tek kişi. İyi misiniz diyor avukat. Dönüyor ki avukatın elinde mahkeme dökümü. Alırken kâğıdı, kesiyor parmağını. Akan kan sarıydı.
*
Yükselmişti. Artık bir profesörsünüz, tebrik ederiz demişti o burnundan kıl aldırmayan rektör. Rektöre kalsa hiç böyle bir karar alınmazdı ya. Ne oldu şimdi ha diyordu içinden, onca sene profesörüm diye artistlik yapıp duruyordun, bak şimdi dengiz işte. Üniversite iç sayfasındaki duyuruya bakıp gülümsüyordu sürekli. Nasıl da bitmeyen bir yoldu bu diye düşündü. Yirmi sene. Doktorasından beri tam yirmi sene geçmişti. Nelere nelere göğüs germişti o be. Yurtdışlarında bir başına yaşamaklar mı olsun, şuncacık akademisyen maaşıyla el diyarlarında geçinmekler mi olsun, kendisine sözlü şiddet uygulayan, yedi yirmi dört çalıştıran tez danışmanına rağmen doktorasını tamamlaması mı olsun; sonra çalıştığı üniversitelerde ona çocuk muamelesi yapılıp bütün rutin işlerin ve yüklü derslerin kendisine kilitlenmesi mi olsun… Hepsi profesördü kendisine zulmedenlerin. Bunu da siz yapsanız demeye kalksa, koskoca profesörüm bununla mı uğraşacağım diyorlardı. İlk başlarda, zavallım, kötü düşünmüyordu tabii; diyordu ki tabii ki de koskoca profesör bu, hakkı var bana sayıp sövmeye iş kilitlemeye. Ben de böyle böyle daha çok zorlarım kendimi. Zorlayayım derken hiç sınır gözetmemiş, gözetmeyince de, titri yükselirken, bedeni çökmüştü. Ama mühim değildi kır sakalı ya da kellik ya da kilosu ya da iyice bozulmuş gözleri ve buruşmuş yüzü ve bel ağrısı. Ve yalnızlığı. Artık profesördü! Kendine yukarıdan bakan herkesten intikam almanın değil, alttakilere diğer profesörler gibi yukarıdan bakmanın zamanıydı artık. Tabii önce kutlamalı. Kimsesi yoktu kutlayacak; ama en azından danışmanlık yaptığı öğrencileri vardı mecburen katılacak. Katıldılar da. Kutladılar da. Ertesi günü başında bir ağrıyla uyandı. Önceki geceden sandı; ama geçmedi. Hatta batmaya dönüştü. Doktora gitti mecbur. Emarıdır, tomografisidir derken doktor soğuk bir yüzle döndü ona. Beyninizde tümör tespit ettik. Ameliyat şart ama riskli. Yaşama şansınız yüzde on. Ah be diyor içinden, öleceğine üzüldüğünden değil, profesörlüğü tadamayacağından. Yani, belki. Yüzde doksan. Ek tahlile gidiyor. Çok üzülmemişliğine biraz şaşkın. Soyutlanmış. Ama şimdi olmamış bu. Sadece şimdi fark ediyor. Hemşire batırıyor iğneyi. Akan kan yoktu.
*
İhtiyardı. Doktor geldi yanına. Ameliyata hazır mıyız? Ben hazırım siz hazırsanız doktor evladım diyor. Allah da şifasını eksik etmeyecek inşallah diyor. Lütfen korkmayın -aslında korkmanızı istiyorum içten içe-, ameliyatımız çok basit. Korkmuyorum oğlum diyor. Yani, yaş var ya biraz, böyle olunca fazla evhamlı olabiliyor hastalarım diyor. Ölsem de Allah’a, ölmesem de Allah’a gideceğim doktor diyor. Mesele helal lokma yiyip ona ibadetten ibaret neticede diyor. Doktor gülmek istiyor. Mesele kendi inançsızlığı değil. Biraz kızgınlık aslında. Amcaya bakıyor. Pir denecek yaşa gelmiş ama hâlâ sigara içiyor. Beslenmesi desen ekmeği hamur işi kızartması tatlısı eksik olmamış olacak ki bunca kilosu ve şeker hastalığı ve tansiyonu ve stent takılmış damarları. Tiksinti. Baştan aşağı pislik, özensizlik. Sonra da gelmiş Allah şifasını diyor burada. İnşallah diyor. Ameliyat saatini namaza göre ayarlayabilir miyiz diyor. Telefonundan cüzünü okuyor ameliyatı beklerken. Bunca yanlışına rağmen nasıl da Allah’ı yanına alıyor? Soru yanlış. Bunca yanlışına rağmen nasıl da Allah onu yanına alıyor? Sonra tıpış tıpış geliyorsunuz arada kurumsallık olmasa kefere deyip boğazına yapışacağınız doktorlara. Neyse ya, ne düşündüm ben bu kadar. İçindeki dargınlığı, Allah’ın onun yanında olmayışını örtüyor o neyse ile. Giriyor ameliyata. Bir sinir var üzerinde. Gereksiz yere hınçlanmış. Ellerine bakıyor. Ben neden iyileştireyim bu adamı diyor. Gitsin Allah’ından bulsun. Bunlar hep içinden. Neşter diyor dışından. Yarıyor karnını. Akan kan nurdandı.
İlk Yorumu Siz Yapın