Bu hikâye, Şiar dergisinin 37. sayısında (Kasım-Aralık 2021) yayımlanmıştır.
Kapıya aydınlık vuruyordu uzaklardan. Kapının önünde bir siluet, omuzlar hafif çökmüş, kafa dertli, öne eğik. Birkaç kez kapıya vuruyor. Diyor ki, orada mısın? Aradayım. Ne burada, ne orada. Demedi bunları, diyemedi. Evet demesi gerektiğini biliyordu ve kapıyı açması gerektiğini ve onun tamam hadi oturup konuşalım demeyeceğini ve yalnızca kuru ve çaresizliğini kuruluğuna saklamış bir tamam diyeceğini. Bilmesem, diye düşündü, kapı kapalı kalsa, dedi, sonra ne olurdu? Bir şey olacağı yoktu.
Tamam, dedi, özür dilerim. Şimdi lütfen kapıyı açsan, kendine kötü bir şeyler yapmadan… Benim hakkımda endişelenmiyor, diye düşündü, benim kendime bir şey yapmamdan endişeleniyor sadece. Sonra eşyaya sinecek kan kokusunu nasıl çıkarırımın derdinde. Benim kendime bir şey yapmayacağımdan emin olsa o kapıyı çalmazdı. Tamam, der ve giderdi, kendi sonra çıkar deyip. Biliyordu. İşte bu yüzden istiyordu tehlikeli görünmeyi, kendine zarar vermeye meyilli olduğunu hatırlatmayı. Çünkü öbür türlü kendisine bakacağı yoktu onun. O ileriye bakardı, yanına değil. Hayat arkadaşlığı böyle olmazdı ki, insanın yanına bakması gerekmez miydi, yanına bakınca gördüğü ve göstereceği tebessümlerden güç alarak arada tekrar ileri bakması gerekmez miydi? Hani bir yandan araba sürerken, bir yandan yanında oturan insana dönüp konuşursun ya, ama tam tersi: Esas yanında oturan insana dönüp konuşurken, arada yola bakmalıydın. Tabii o böyle bakmıyordu, böyle yaparsan kaza yaparsın derdi herhalde, gülerek.
Birkaç hıçkırık koyuverdi kapının ardından. Hayatım, dedi. Hadi, lütfen. Tamam, tekrar yenilecekti, açacaktı artık kapıyı. Birkaç tatlı söz ve sonra yine sonsuzluk; ama enginlik mânâsını haiz değil, sadece sonu olmamak, eksiklik daha doğrusu, bir tamamlanmamışlık.
Kapının kilidi yavaşça açılıyor. Oh, diyor, omuzlarını dikleştiriyor, kafasını kaldırıyor. Sevindiğini belli etmek istiyor. Tamam, diyor, gel, diyor, oturalım. Konuşalım demedi diye düşünüyor. Çünkü şu an beni idare ediyor yalnızca. Hâlâ konuşacak bir şey olmadığını düşünüyor. Karanlık koridordan geçip bulutlu havanın beyaz aydınlığıyla dolmuş oturma odasında oturuyorlar. Burnunu çekiyor. Tamam, diyor, ben bir peçete getireyim. Koşarak gidiyor ve koşarak geliyor. Böyle zamanlarda onu bir köpeğe benzetiyor. Bir köpek kadar ilgili ve bir köpek kadar aptal. Yüzünü gözünü sildikten sonra başını tutup göğsüne çekiyor, okşuyor saçlarını. Sonra, sanki artık her şey geçmiş gibi, bırakıveriyor. Sanki az önce korkmamış gibi, işte o yüzden sanki değil, sahiden de korkmamış. Sadece, işte kan man, yara bere, etrafa nasıl açıklarsın, bunların derdindeydi o. Şimdi, dese ki, bir köpeğe benziyorsun, bu defa o alınacak, o üzülecek; kendisi haksız duruma düşecek. Ama içinde bir baskı var, ona onun bir köpeğe benzediğini söyleme baskısı. Çünkü kimi zaman da, az önce olduğu gibi, o köpek hırlamasını, havlamasını, korkutmak için ileri doğru atılmasını da biliyor. En çok da bu yüzden demek istiyor köpek gibisin diye. Aşağılık sıfatını da ekleyerek. Ama öylece, sessizce oturuyorlar sadece.
Sade bir hayatım var benim, dediği zamanları hatırlıyor bu sessizlikle beraber. İşten eve, evden işe giderim. Haftada bir arkadaşlarla, o da toparlanabilirsek, görüşürüz. Genelde hafta-aşırı olur bu yüzden görüşmeler. Evlilikten beklentim ne mi, yani, şey, tabii, herkesin istediği gibi, en önemlisi bir düzen kurabilmek. Sonra bir aile sahibi olmak, elbette güzel bir şey. Hemen değil tabii de, baba olmak istiyorum tabii ki. Yani bir de neticede yalnızlık Allah’a mahsus, değil mi?
Ben de, bir hayat arkadaşı arıyorum, demişti. Benim için dert değil ev işleri, yaparım her birini. Özgüvenden değil bu söylediğim, özveri kast ettiğim. Ben de düzeni severim. Arkadaşlarım komşularımız olduğu için tabii sık sık görüşürüz; ama evlenince bu değişecektir, farkındayım.
Tamam o zaman, demişlerdi neticede, evlenelim.
Bak, diyordu, şimdi, sorunları konuşmaya çalışmanın bir faydası olmayacak. Belki ben tekrar sinirleneceğim, belki sen tekrar kaçacaksın… Sinirleneceğim demesiyle içi parçalanıyor. Nasıl da gelişigüzel kullanabiliyor bu kelimeyi… Nasıl olur da sinirleneceğini alelade ifade eder? İnsan hayat arkadaşı olması gereken kişiye sinirlenir mi? En fazla kırılır, darılır. Neticede yalnızca birbirlerinin karşısında tamamen çıplak, yani bütün kırılganlıklarıyla durabiliyorlardı, değil mi? Vaziyet buyken sinirlenmek de ne demekti? Bunun üzerine saatlerce ağlayarak konuşmak istiyordu; ama o kadar vakti yoktu; kendisinin değil, onun. O yine ileriye bakacaktı çünkü. Bunu da eve ekmek getirmeye bağlayacaktı. Ekmek mi kalmıştı ki, zararlıymış diye yemiyorlardı artık zaten. Değil ekmek, bu eve mücevher bile girebiliyordu. Yetmemiş miydi bu kadar çalışmak, yetmemiş miydi bu kadar ileriye bakmak? Ülkemizin içinde bulunduğu bu zorlu günlerde her birimizin elini taşın altına koymak gerekliliğinden ötürü müydü bu? Kafasında Erdoğan’ın sesiyle geçip gitti bu cümle. İtici geldi, benim hayatımı mahvedecek derecede zorlu günlerden mi geçiyoruz diye düşünmeye cüret etmek istedi. Hem neydi ki, mücevherleri olmasındı, ekmek yemeye başlasınlardı, biraz soğan, biraz helva; dememiş miydi ta en başında ben tüm bu işleri yaparım diye, özgüvenden değil özverimden diye? Neden o bunu görmek istemiyordu da sorunları ve paraları üst üste yığıp günü gelince ne istedin de vermedim kozunu keyifle kullanmak istiyordu? İstiyor muydu? Belki de bunu bile düşünmemişti.
Gereksizdi uğraşmak. Anlatamayacaktı, anlayamayacaktı; ama anlatamadığından değil. Çünkü gerçekten hayat arkadaşı kalabilselerdi – bir ara hayat arkadaşı olabildiklerine inanmıştı, hiç olmamış da değillerdi – o vakit kendisi anlatamasa da o anlayabilecekti. Öte yandan, hayat arkadaşlığının anlatamasan da anlaşılmak değil, anlatmasan da anlaşılmak olduğuna inanmak istiyordu.
Öylece duralım bir süre burada, ne olur. Nefesimiz birbirimize şifamız olur. Tamam, tabii hayatım, tabii ki. Gerçekten de şifa gibi geliyor nefes alış-verişini dinledikçe. Hayat arkadaşlığının hayat kısmını teşkil ediyor bu nefesler. Bu nefeslerdi onu hayat arkadaşlığının anlatmasan da anlaşılmak olduğuna inandıran. Nefeslerini dinliyor. Huzurlu değil. Tamam, şu son olanlar düşünülünce bu gayet normal; ama şimdi her şey sütliman olmuşken dahi, huzur dolmuyor. Nefesi mekanik, sadece bekliyor. Yoksa bunlar hep kendi uydurması mı? Sevgimi göstermekte mahir değilim deyişini hatırlıyor. Ama seni seviyorum deyişini. Oradaki amayı yadırgadığını ama bir şey diyemediğini hatırlıyor, o kadar yakın değillerdi o zamanlar.
Sonra intihar meselesini konuştukları zamanki yüzünü hayaline getirmeye çalışıyor. O zamanlarda da duygularını belli etmekten imtina ediyordu, en ufak bir şey dışarı sızmasın ister gibi. Belki de herhangi bir tepki herhangi bir şekilde yanlış anlaşılabilir diye öyle yapmıştı. Şey, demişti, ben, siz, intihara teşebbüs ettiğinizi öğrenmiş bulunduk. Annemin bizi tanıştıran arkadaşı, dayanamamış söylemiş. Pırlanta gibi kızdır; ama böyle bir şeyi de oldu, vazgeçin diye demiyorum demiş; ama bilin istiyorum diye demiş, ileride yine böyle bir durum olursa diye demiş… Ne yapsın, bir şey diyememişti bir evet dışında, biraz da gözyaşıyla. Şey, demişti, tabii hayat bu, insanlar neler neler yaşıyor; bu yüzden bu işin bozulacağını filan düşünmeyin lütfen. Sonradan hatırladıkça evliliğe iş gözüyle bakmış olmasının ileride olacaklar hakkında bir fikir vermesi gerektiğini düşünmüştü. Ama şunu sormama da izin verin lütfen, neden?
Hayatın değersiz olduğunu düşündüğümden değil, demişti, hayatımın istikametsizliği konusunda sıkıntılarım vardı. Bir hikâyesizlik durumu mu dersiniz, iman zaafıyla mı açıklarsınız… Her gün birbirinin aynı şekilde akıp giderken, insanlarla temas imkânlarınız günden güne azalırken, daha da kötüsü o temaslarınız da mânâsızlaşırken; uzaklaşırken, yalnızlaşırken… Nasıl ki şelale zahmetsizce akarsa, söyledikleri de o şekilde dökülmüştü dilinden. Çünkü biri sorsun diye beklemişti. Aslında, öncesinde, biri anlasın diye beklemişti, kimse anlamayınca intihara teşebbüs etmişti; böylece soruyorlardı artık: Neden?
İntihar ile itibar kazandığının farkındaydı, buna üzülmüyordu da denemezdi; ancak ayrıca bunun derdine düşemeyecek kadar bulutlu bir mutsuzluk hâlindeydi o zamanlar. Şimdi de. İki ay önce koluna açtığı jilet yaralarını görünce, işte en çok o zaman duygularının ortaya saçıldığını görmüştü. O dehşet hâli; kontrolsüzce, hıçkırıkları beklemeden dökülen gözyaşları; hayat arkadaşını görebilmek için ölümün kıyısına mı gitmesi gerekecekti?
Neden, demişti o zaman da; ama o neden kelimesini tekrar ede ede bir bıkkınlık ya da öfke belirtmek istemiyordu; sadece bir neden diyerek acziyetini ve hüznünü teslim etmek istiyordu. Teslim edip, sonra işine bakmak, devam etmek ister gibiydi de bir yandan. Ya da, yine, o öyle sanmıştı.
Daha iyi misin? Evet, demişti mecbur. Nefesin, diyordu, bu bile yetiyor bana; ama yokluğuna dayanamıyorum. Ben yok değilim ki, diyesi geldi; ama bu onları yine bir tartışmaya itecekti, bunu yapmak istemedi. Endişesi sevgisinin önüne geçince, artık hayat arkadaşlığı denebilir miydi buna?
Neden intihar ettiğimi sorduğun zamanı hatırlıyor musun? Verdiğim cevabı peki? Temaslarımız azaldı, mânâsızlaştı… Sen kapıyı çekip işe gidiyorsun; ama bu dört duvar bana kalıyor. Ben dedim özverimle bu evi çekip çeviririm dedim; ama karşılığında sen akşam gelince seni bulmak istiyorum karşımda. Sen eve gel istiyorum, eve var değil. Kapıyı ardından kapattığında ardındakiler kapının ardında kalsın istiyorum, içeri misafir gelsinler istemiyorum. Hayatım, neden bunları söylemiyorsun demişti o zaman, yine neden demişti. Anlaman gerekiyordu diyememişti; çünkü mahcuptu da bir yandan.
İntihar ona itibar kazandırıyordu, evet; ama bir yandan da bu itibarla, onunla arasındaki mesafenin açıldığını da görüyordu. Başka bir şekilde ilgi çekemeyeceğini hissediyordu. O kalbindeki yarayı değil de kolundaki jilet yaralarını sardı ya, hasta ile hastabakıcı oldular o gün. Psikiyatra götürdü hastabakıcı, ağlayarak anlattı, oysa itibarından ödün vermeyerek sessizce bekledi. Birkaç ilaç, kimi zaman kalbinde bir kıvılcım uyandıran; ama sonra etkisi geçiveren sözler… Artık intihara teşebbüs edemeyecek kadar bitkindi; ama ona dair arzusu daha da alevleniyordu. Onu, hayat arkadaşını, her şeyden uzakta, sadece kendisinin olacak şekilde istiyordu. Gerçeklikten kopuyordu, anlayıştan uzaklaşıyordu; itibarını istismar için vasıta kılmıştı. O da bu yüzden sinirlenir olmuştu, istismar edildiğinin farkında olduğu için. Ama ne bunu onun anlatması, ne de bunu onun anlaması mümkün görünüyordu; çünkü onunla o birbirine dolanmış, karılmış ve kaybolmuştu; dolayısıyla da çözülme imkânsız hâle gelmişti. Sonsuzluk; ama enginlik mânâsını haiz değil, sadece sonu olmamak, eksiklik daha doğrusu, bir tamamlanmamışlık. Bir hikâyesizlik durumu mu dersiniz, iman zaafıyla mı açıklarsınız… O yine ileriye bakacaktı çünkü.
Daha iyi misin? Evet, demişti mecbur. Nefesin, diyordu, bu bile yetiyor bana; ama yokluğuna dayanamıyorum. Sevgimi göstermekte mahir değilim; ama seni seviyorum.
İlk Yorumu Siz Yapın