İlk başları hatırlamıyorum. İlk hatırladığım o büyük boşluk. Yazımın belli olduğunu bilsem de, bu gerçek boşluğu değiştirmiyor. Uzun süre süzüldüm bu boşlukta. Ne olduğumun bile farkında değildim. Ama sonra, çok ışık yıllar sonra, biriyle karşılaştım. Griydi, yuvarlakça. Güldü. Üzerime üzerime. Bir yandan gülmesi devam ederken, bir yandan da kusura bakma ama, dedi, senin kadar şekilsiz ve çirkin bir taş görmedim. Bunu dedikten sonra kahkahaları iyice büyüdü. Uzayda ses yayılmaz ki demeyin. Uzayda ses yayılmaz ama alay yayılır. Üzüldüm böyle deyişine. Bir şey diyemedim. Daha ne olduğumu dahi yeni öğrenmişim, ne haddime ki bir şey demek.
Sonra yazı gereği birbirimizden yavaşça uzaklaştık. Ne kadar uzaklaşırsak uzaklaşalım, onun kahkahası içimde yankılandı durdu. O zamandan beri kendimi görmek istiyordum. Çünkü kendimi görmezsem, çirkin olduğuma kesinkes inanmak zorunda kalacaktım. Onun yalancı olduğunu düşünmüyordum açıkçası; neticede yolda yazı gereği denk geldiği bir taşa böyle demesini gerektirecek bir durum olamazdı; ama, yine de, görmek inanmak ya, ondan. Belki çok güzel değilimdir ama o da yeter bana, vasatın nesi kötü ki? Maalesef uzayda bir ayna yok. Çirkin olduğuma inanmaktan başka yolum da.
Bu düşüncelerle, bu büyük boşlukta, ışık yıllarca, öylece süzüldüm durdum. Onca süre, bir taşa daha denk gelemedim ki sorayım güzel miyim diye. Uzağından geçtiğim galaksileri, yıldızları, gezegenleri seyrettim durdum. Seyrettikçe nefsim kabardı. Ne kadar da güzellerdi; sarmal ve ortası parlak galaksiler olsun; sarı, kırmızı ve pembenin bin bir tonuyla kaplı bulutsular olsun; göz kamaştıran süpernovalar, soğuk beyaz cüceler; hatta göremesem de kara deliklerin bile gizemlerinden neşet eden bir güzellik vardı. Hele bütün bu manzaraları tamamlayan, pudra şekeri gibi net ve beyaz ve uzak yıldızlar… Ah, dedim, yıldız olmak vardı; nelerimi vermezdim ki yıldız olmak için… Bu güzelliğin içinde bu çirkinliğimle var olmak istemiyordum; ama yazının dışına çıkamayacağımı da biliyordum. Sadece üzülüp iç çekebiliyordum.
Tüm bu hayıflanmalarımın ortasında biriyle daha karşılaşabildim. Bu taş benden çok daha büyüktü. Bir an ona çarpacağım diye korktum bile. Ama çok şükür ki yazımda yokmuş. Aynı zamanda çok da güzeldi bu taş. Yani, en azından ben öyle düşündüm. Bu yüzden, ona benim hakkımda ne düşündüğünü sormak için sabırsızlanıyordum. Neyse ki bu defaki taş beni görür görmez gülmeye başlamadı. Kibar bir taştı, cüssesine rağmen gelişindeki zarafetten belliydi. Adımı sordu önce. Henüz gözlemlenmedim dedim, sizden küçük olduğumdan herhalde. Sizin, diye sordum. UHL42E-485030 dedi, memnun oldum dedim. Sonra hemen sordum: Sizce ben çirkin miyim? Birinin bana çirkin olduğumu söylediği için çirkin olduğumu düşündüğümü unutmuş ve sadece çirkin olduğuma odaklanmıştım.
Taş şaşırmış olmalı soruma ki bir an yörüngesinden sapacak gibi oldu. Sonra verdiği cevapla yalpalamanın sebebini anlar gibi oldum: Ben körüm taş kardeş, dedi. Kusura bakmayın, çok özür dilerim diyebildim telaşla; ama sonra o lafımı kesti ve aslında kör değilim ama ben her şeyi güzel görürüm, çirkinliğe körüm dedi. Ha, dedim, o zaman, anladı; ama yine de genel geçer bir güzellik algınız vardır, ona göre güzel miyim sizce? Lütfen dürüst olun.
Bir süre durdu. Sonra yavaşça şöyle dedi: Ama bu dediğin benim bakışımla çelişiyor ki dedi, güzelsin.
Tatmin edici bir cevap alamayacağımı anladım. Sağ olun, dedim. Ne diyeceğimi bilemedim sonra, uzayda havadan sudan konuşacak değiliz ya. Nereden gelip nereye gittiğimi de bilmiyordum. Ama o biraz bilgece gözükmüştü gözüme, ben sorayım bari dedim. Taş da şu taraftan geliyorum, dedi, şu tarafa gidiyorum. Yıllardır sizi görüyorum zaten, istikametinizi az çok anlamıştım da, dedim. Sonra, neyse, dedim. Sustum. O da.
Ve birkaç yüzyıla kalmadan birbirimizden uzaklaştık. Her ne kadar bu taşın verdiği cevaptan tatmin olamadıysam da, birinin size güzel demesi, hele güzel gördüğünüz birinin size güzel demesinin kayda değerliğini göz ardı etmeyeceğim elbette. Buna mukabil, bu soruyu biraz daha kafamın arka taraflarına atabildiğimi sanıyorum. Ama kafamda başka düşünce olmayınca, bu düşünce biraz geri de gitse, bu düşünce yine de düşündüğüm tek düşünceydi ve içine düşmemek de mümkün değildi. Hem, zaten, birkaç binyıl sonra denk geldiğim bir grup taş, farklı olduğumu söylediğinde iyice işkillenir oldum. Sordum, neyim farklı dedim. Rengin, dediler, gri değil bizim gibi. Ne peki, dedim, yani, böyle, kahverengi gibi sanki dediler; ama şeklin de biraz garip, biz hiç böyle bir taş görmedik dediler. Çirkin miyim peki, dedim, yok yok o anlamda demedik dediler çabucak hep bir ağızdan; ama onların da kibarlıktan böyle yaptığını anlamıştım. Samimi davranmadıklarını görünce konuşmayı kestim. Ve onunla karşılaşana kadar, bir daha da başka taşa denk gelmedim.
Onu ilk gördüğümdeyse, nutkum tutuldu. Hayır, ondan daha büyüklerini, belki daha alımlılarını görmüştüm; ama onun gibi çekicisini hiç görmemiştim. Bir kalbim olduğunu, onun küt küt atmaya başladığını bile anca o vakit fark etmiştim. Onu aydınlatan yıldıza ters konumda kaldığım için, gölgeli görmüştüm suretini ilkin, açık kahve ve sarı hatları karanlığa karışıyordu. Ama o güzelim halkayı çok net görüyordum. Öylesine masum, öylesine asil ve azametine rağmen mütevazı bir duruşu vardı. O kadar etkilenmiştim ki ona doğru kaydığımı fark edememişim bile. Sanki o, ona yaklaştığım için büyümüyordu da, onu gözümde büyüttüğüm için büyüyordu. Ve sanki onu gözümde büyüttüğüm için ona yaklaşıyordum. Oysaki her şey yazıdan ibaretti. Belki de, bana da kahverengi demişlerdi ya hani, belki de bundan onunla aramda böylesine güçlü bir bağ kurabilmiştim; kendimden bir parçayı onda görebildim diye. Beni çirkin kılan şeyin onu eşine rastlanılmaz bir güzelliğe bürüdüğünü gördüm diye.
Kaç yıl geçtiğini sayamadan, kendimi halkaya dahil olmuş şekilde buldum. Bu halkada benden çok daha küçük taşlarla karşılaştım. Küçüklüklerinden olsa gerek, beni hemen ağabey olarak benimsediler. Bir yandan onlarla şakalaşırken, bir yandan da onu hayranlıkla seyretmeye devam ettim. Uzayda ses yayılmaz ama muhabbet yayılır. İlk başlarda sormaya çekinmiştim; ama sonra laf arasında, önemsizmişçesine sordum küçük taşlara: Bu etrafında döndüğümüzün ismi var mıdır? Var tabii, dediler, Satürn onun adı. Satürn, dedim içimden, sonra bir daha, sonra bir daha. Küçük taşlar elbet çoktan anlamışlardı Satürn’den etkilendiğimi; ama şimdi fırsatını bulmuşken konuyu açabildiler: Abi sen çok mu sevdin Satürn’ü?
Evet, dedim çekinmeden, etkileyici, değil mi? Evet, dediler, buraya her gelen öyle söylüyor. Nasıl, dedim, buraya başkaları da mı geldi? Tabii ki, dediler, ya bir süre sonra yörüngeden çıkıp gittiler, ya da Satürn’e düştüler. Ah, diye düşledim, ben de düşsem Satürn’e dedim. Acaba yazımda var mıydı Satürn’e düşmek? Yoksa ayrılık mıydı benim payıma düşen? Satürn sizle konuşuyor mu hiç diye sordum bu sefer. Yok, dediler, bizi sen zor duyarken Satürn nasıl duysun? Baksana, kocaman. Hem aramızda da büyük bir boşluk var. Evet, dedim, beni de duyamaz herhalde. Zaten, dediler, Satürn hep Güneş’e bakar. Sinirlendim buna, Güneş de kim ki diye sorunca, ilerideki parlak yıldızı gösterdiler. Demek Satürn de Güneş’e düşkün, ha? Onun yazısı da Güneş etrafında dönmek, dedi taşlardan biri. Biz de Satürn’ün etrafında. Sonra taşlardan birinin aklına bir fikir geldi. Titan mı ne, bir uydusu varmış Satürn’ün. Eğer Titan ile konuşursak belki o da Satürn ile konuşurmuş. Ama ne konuşacağız ki, dedim, size hayran bir göktaşı mı var diyeceğiz? Evet, dedi küçük taşlar hep bir ağızdan, sevdiğini söylemiş olmak da güzel değil mi? Hem biz de söyleriz onu sevdiğimizi. Sevmiyor olsak yazımızda onun etrafında dönmek olur muydu? Bir başkası ise daha temkinliydi: Ya da onun etrafında dönmüyor olsak, yazımızda onu sevmek olur muydu? Bakalım, dedi biri, birkaç yıla Titan’a varmış oluruz.
Birkaç yıl ne ki, diye düşündüm içimden. Satürn’ü seyrede ede nasıl geçtiğini bile anlamadım. Titan Satürn’ün evladı gibiydi, sarı, bulutlu ve yusyuvarlaktı. Hep bir ağızdan Titaaaaan diye bağırdık. Titan bir uykudan uyanırmışçasına esnedi, sonra bize döndü. Siz misiniz küçük taşlar, dedi, oooo, bir de büyük ağabey almışsınız aranıza dedi. Merhaba, dedim Titan’a, ben de ismimi söylemek isterdim ama henüz gözlemlenmedim. Biz Satürn’e bir şey söylemek istiyorduk da, bizim sesimiz kısık tabii, Satürn bizi duyamaz; acaba sizi duyar mı diye size söyleyelim diye düşündük. İyi etmişsiniz dedi Titan, onun da Satürn gibi mütevazı olduğunu o an anladım ve takdir ettim.
Tam onu sevdiğimizi söyleyecektim ki, vazgeçtim. Şey, dedim, önce başka bir şey sormak istiyorum size dedim. Sizce ben çirkin miyim? Soruma küçük taşlar pek şaşırdı. Şaşkınlıktan donakaldılar diyebilirdim hatta; ama zaten buz kaplıydılar.
Titan durdu; o an bana iyice bakmış gibi hissettim. Şey, dedi, bunu söylemek istemezdim; ama yani dürüst olmak gerekirse, pek de güzel değilsiniz… Yani, hele Satürn’ün karşısında görünce sizi, ister istemez… Ama kusura bakmayın lütfen, kötü bir niyetim yoktu, yalan söyleyememek gibi bir huyum var.
Boğazım düğümlenmişti, zar zor yok sorun değil diyebildim. Dü-dürüst olduğunuz için teşekkür ederim. Satürn’e, Satürn’e lütfen onu çok sev-sevdiğimi, onu çok sevdiğimizi söyler misiniz?
Titan bunun üzerine beni çirkin bulmuş olmakla yapmış olduğu hatayı anladı. Mesajınızı Satürn ile yüz yüze gelir gelmez ileteceğim, dedi bir sekreter ciddiyetiyle; lütfen önceki sözlerimden ötürü üzülmeyin, önemli olan sevginizin güzelliği diye de ekledi soğuk tesellisini.
Son dediklerini dinlememiştim doğru dürüst. Ağlamaklı oldum. Çabucak arkamı döndüm Titan’a. Satürn gibi yüce bir güzelin uydusu elbette şekilsiz bir taş parçasına güzel demezdi ki, ona çirkin demekle kalp kıracağını düşünmezdi ki… Küçük taşlar beni teselli etmeye çalıştılar, ağabey biz seni çok sevdik, sevdikçe de daha da güzelleştin dediler, lütfen bunu kendine dert etme dediler; ama nafile. Çirkindim işte ve çok güzel Satürn’e bu çirkinliğime rağmen onu sevdiğimi söyleyecek kadar da densizdim. Bu utançla Satürn’ün etrafında dönmeye devam edemezdim; bir an önce yazımın değişmesi ve Satürn’den uzaklaşmak için dua etmeye başladım.
O günden sonra sessizleştim; taşlar benimle şakalaştığında karşılık vermedim. Onların suçlu olmadığını bilsem de, içimde bir his beni onlara kötü davranmaya zorluyordu. Kalp kırıklığım yine kalbime batıyor ve bu acı beni öfkelendiriyordu. Hâl böyle olunca, etrafımdaki taşlar benden yavaş yavaş uzaklaştılar ve ben şu koca boşlukta, sevdiceğimin dibinde ama aynı zamanda ona çok uzakta kaldım. Bu ikilik bana katlanılmaz geliyordu; kendimi Satürn’ün çekiminden uzaklaştırmaya çalışıyordum kendi etrafımda dönerek; ama yazının da dışına çıkamıyorsun ki. Neticede çirkin bir taştan başka bir şey değilim ki…
Ama, çabalarımdan mı bilemesem de, bir gün uyandığımda daha uzaktaki bir halkaya kaydığımı fark ettim. Demek ki sonunda Satürn’den uzaklaşıyordum. Belki kendi çabalarımdı bu sonucu veren diye düşünerek, sürekli kendimi döndürmeye devam ettim. Biraz mide bulandırıcı olsa da, uzaklaşabileceğim düşüncesi bana güç veriyordu. Ben böyle döner dururken, artık neredeyse varlıklarını unuttuğum küçük taşların sesini duydum: Abiiii, diye bağırdılar uzaktan. O vakit onlardan ne kadar uzaklaştığımı fark ettim; ama onlara döner dönmez beni çok daha fazla şaşırtacak bir şeyle karşılaştım: O taşlar, o ince buz kaplı taşlar, ne yapıp ne edip bir araya gelmişler ve üstünkörü bir ayna meydana getirmişlerdi o buzlu yüzeylerinden. Gözüm onlara odaklanmıştı; ama sonra derhal aynadaki görüntüme baktım. İşte, sonunda, kendimi görüyordum. Belki de hiçbir gök taşına nasip olmayacak şekilde, kendimi görmek nasip olmuştu bana. Önce buna şükrettim desem yalan olur, önce ne kadar çirkin olduğumu inceledim aynada. Evet, rengim gerçekten de diğer gök taşlarından farklıydı; ama canım Satürn’ümün kahverengine çok yakındı. Şeklim de garipti; iki kutbundan bastırılıp yassılaştırılmış bir küreye benziyordum; ama bu da, bu da, sanki, canım Satürn’ümün halkalarıyla beraber uzaktan alacağı şekildi. Ya da bunlar hep yalandı; ben yalnızca güzele benzemeye çalışıyordum, güzeli gördüm diye güzelleşmeye. Oysaki, yüzeyimdeki sık girinti ve çıkıntılar çok fazla gölgeye sebebiyet veriyor ve beni pis ve çirkin gösteriyordu. İşte tüm bunları düşündükten sonra, kendimi görebildiğime şükretmeye sıra gelmişti. Yine sesime hüzün karıştı, çok sağ olun diye bağırırken adeta sesim kesildi ağlamaklığımdan. Bu esnada Satürn’den ve taşlardan daha hızlıca uzaklaşmaya başlamıştım; boğazımdaki düğümü yutarak ve var sesimle haykırarak özür diledim küçük taşlardan, sizlere kötü davranmamam gerekiyordu. Uzayda ses yayılmaz ama pişmanlık yayılır. Sizi seviyorum diye de ekledim. Biz de seni seviyoruz dedi taşlar hep bir ağızdan; bunu derken oluşturdukları ayna hafifçe titremişti. Sonra titreşimler iyice arttı ve ayna parçalandı. Nedense ölmüşler gibi hissedip üzüldüm; ayrılık da ölüm gibi bir şey sonuçta. Çok geçmeden Satürn’ün bütün halkalarından çıkıp ondan iyice uzaklaştım. Uzaklaştıkça uzak bir hatıra olsun istedim. Arkamı döndüm ona.
Yazımda bir değişiklik sezişim de bu zamanlara tekabül ediyor. Onca yıldır boşlukta sürüklenmeme rağmen, hiç bu kadar hızlı gittiğimi hatırlamıyordum. Buradaki gezegenlerin birbirine olan yakınlıkları sürüklenme hızımı artırıyor olmalıydı. Öte yandan bu ivmelenmenin de bir anlama geldiğini düşünmeden edemiyordum. Yazımın peşinde sürüklenirken, önce devasa bir gezegene rast geldim. Bu gezegen de kendince güzeldi belki; en azından büyüklüğü bir nebze ihtişam görüntüsü veriyordu. Ama elbet Satürn kazınmıştı bir kere kalbime, bu kaba saba gezegenin büyüklüğü kendine kalsın diye düşündüm. Çok geçmeden çok daha küçük bir gezegenle daha karşılaştım. Bu kırmızılı beyazlı gezegen pek yalnız gözüktü gözüme. Ona yaklaşmak istedim, bir dostluk kurabilirdik belki; ama yine de emin değildim beni duyar mıydı… Tüm bu gözlemlere dalmışken, esas yazımı merak etmekten hayli uzaklaşmıştım. Ama artık yazımın sonuna geliyorduk.
Onu ilk başta soluk mavi bir nokta olarak görmüştüm. Umursamamıştım, kim bilir kaçıncı mavi gezegendi bu gördüğüm. Hem nedense mavi gezegenlerin benim için fazla bir çekiciliği yok, soğuklar. Ama o soluk mavi nokta git gide büyüdü. Ben yanından geçip gideceğim sanırken, ona doğru çekilmeye başladım. Anladım ki Satürn’den beni çekip alan bu mavi noktaymış. Onun yakınında bir uydu gördüm; belki ben de onun gibi bu mavi noktanın etrafında dolanırım diye bir umutlandım. Ama yok, öyle olmayacaktı. Mavi noktaya git gide daha hızlı bir şekilde yaklaşıyordum. Galiba yazımın sonu burası olacaktı, bu mavi noktaya düşecektim. Gri uydusuna uzaktan bağırdım belki beni duyar diye; ama yüzü Güneş’e dönüktü, bakmadı bana. Derin bir nefes aldım, ne olacağından tam olarak emin olmamaktan olacak, içime bir korku düşmüştü. Uzayda nefes alınamaz tabii ama endişe duyulur. Yazımın sonu değildir belki dedim, belki yeni bir başlangıçtır. Ne olacak ben bu gezegene çarparsam? Paramparça olacağım; bu, çoğalacağım anlamına da gelebilir yok olacağım anlamına da. Bilmiyorum. Yok olursam yok mu olacağım? Bunu ben mi istedim Satürn’den ayrılırken? Bunu ben istedim diyelim; ama aslında ben bunu istemedim ki. Geri dönüşü olmayan bu çekime kapılmışken, döne döne debelenmeye başladım. Nasıl Satürn’den ayırdıysam kendimi, bu herhangi bir sevgi beslemediğim gezegenin çekiminden de kurtulabilirdim. Ama hayır, olmuyordu; hatta sanki dönmek beni sadece daha da hızlandırıyordu. Yazım buymuş demeye başladım, hesabın kitabın dışına çıkılamaz. Milyarlarca yıl boyunca sırf bu mavi gezegene düşmek için sürüklenmişim demek ki… Bu defa o derin nefesi verip, kaderimi kabulleniyorum. Belki, diyorum, Satürn’ün etrafındaki o taşçıklar, daha büyük bir taştan arta kalan parçalardı. Belki onlar da bir şeye çarpmışlardı da dağılmışlardı; yine de varlardı. Belki ben de öyle olurum, birken bin olur; sonra buz kaplar vücudumu da bu gezegene âşık olanlara ulak olurum, ayna olurum…
Mavi gezegen büyüdükçe içinde beyazlar, kahverengiler ve yeşiller seçmeye başladım. Garipsedim. Ya hiçbir gezegene bu kadar yaklaşmadığımdan, ya da sahiden de bu gezegene has bir özellik olduğundan, içinde bu kadar renk bulunmasına hayret ettim. Sonra gezegenin karanlıkta kalan tarafına doğru kaymaya başladım. Bu ne acayip gezegendi ki, içinde sayamayacağım kadar fazla sayıda yıldız vardı. Afalladım. Yıldızlar kat be kat daha büyük değil miydi? Böyle küçük yıldızlar da varmış demek. Biraz büyüklendim diyebilirim; yazım en azından böylesine farklı özellikleri olan, yıldızlarla süslü bir gezegeneymiş demek dedim. Hem belki ben de nasiplenirim o yıldızların güzelliğinden de ben de buraya çarptıktan sonra parlarım, olmaz mı?
Artık yanmaya başladığımı hissediyorum. Derimde gittikçe hızlanan bir tahriş başladığını hissediyorum. İlk defa gerçekten bir ses duyuyorum, durmayan bir uğultu. Tahrişin sesi. Bu acı katlanılır gibi olmayacak; daha hızlı düşsem daha mı iyi? Kendi etrafımda dönmeye çalışıyorum hızlanırım diye, biraz daha hızlandım sanki. Ama sıcaklık ve tahriş o kadar fazla ki. Of, emin değilim. Düşmeliyim. Bitmeli artık. Yanıyorum. Satürn aklıma geliyor. Satürn aklımdan çıktı mı ki? Ah Satürn, onun o asil duruşu. Belki içime su serpilir diyorum. Çirkinliğim geçti mi diye düşünüyorum, ateş beni yontuyor mu? Aşınmakla yontulmak arasındaki çizginin ötesine geçtim artık. Cümle kurmak bile zor. Hiç bu kadar hızlanmamıştım. Canım çok acıyor. Tahriş derinlere indi. Sıcaklık çok. Uğultu. Canım acıyor. Satürn.
Bir kız heyecanla,
Babasına bak baba,
Bak yıldız kayıyor dedi.
Ne güzel, babası dedi,
Ne güzel, kızı da dedi.
Sonra uyandım ki yanmışım
Sonra uyandım ki sırlanmışım
Sonra uyandım ki bir duvara asılmışım.
Karşımda o kız,
Yıllar geçmiş, serpilmiş
Gözleri mavi, kulakları küçük, burnu hokka
Dudakları ince, saçları kahve, giysisi sade
Kabına sığmaz bir mutlulukla
Dönüyor ahenkle etrafında
Kavuşturup ellerini neşeyle
Soruyor o soruyu bana
Ayna ayna söyle bana
Benden daha güzeli var mı bu dünyada?
İlk Yorumu Siz Yapın