Bu hikâye Şiar dergisinin 40. sayısında (Mayıs-Haziran 2022) yayımlanmıştır.
Ve işte bu yüzden de yazmaya devam ediyorum, diyerek bitirdi sözlerini Abdullah Bey. Sonrasında da konuşmanın uzunluğundan mahmurlaşmış ellerden ilkin ağır ağır, sonrasındaysa daha coşkun alkışlar yükseldi. Evet, Abdullah Bey’e bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyoruz dedi sunucu. Şimdi dinleyicilerimizden birkaç soru alalım. Kırk-elli kişiden yedisinin eli havaya kalktı. Evet, siz beyefendi, diye gözleriyle işaret etti sunucu arka sıradaki dinleyiciye.
Abdullah Bey, merhabalar, dedi beyefendi ağırbaşlı görünümüyle tezat oluşturan cılız ve heyecanlı bir sesle. Yazar buna dikkat etmedi. Zira onun dikkati ön sıradaki hanımefendideydi. Elini kaldırmıştı yine, soracak bir şeyleri vardı yine. Ağırbaşlı beyefendi ise sorusunu bitirmişti bu esnada:
…Bu yazma verimliliğinizi neye borçlusunuz?
Cevap vermesi hem kolay hem de zor bir soru dedi Abdullah Bey. Kolay cevap şu: Anlatacak bir şeylerimin, anlatacak vaktimin ve anlatma isteğimin olmasından dolayı sizin ifadenizle verimli bir yazma serüvenim oldu. Hanımefendi ise, Ayşegül Hanım, şöyle sormuştu bu soruyu: Neden bu kadar çok yazıyorsunuz? Kavgacı bir soru olarak bulabilirdi bunu Abdullah Bey, ama bu onun ilk sorusu değildi. Ama ben bunları neye borçluyum? Bilmiyorum. İşte bu açıdan cevap vermesi zor. Zor cevaba ise… girmeyelim. Kestirme bir cevap olacak ama Allah’a şükür diyelim.
Peki, sizden alalım, evet, arkadaki bayan. Bir zamanlar Ayşegül Hanım da yalnızca arkadaki bir bayandı. O ilk soruyu sorduğu zamandan belliydi arkadaki bir bayan olmaktan çıkacağı: Yazarların ilk romanlarında kendilerinden birçok şey görürüz; ama sizin romanınızda kendi hayatınızdan bir şeyler olduğu izlenimini alamadım. Kitaptaki soğuk ve yabansı atmosferden mi kaynaklanıyor?
Abdullah Bey eserlerinizin hepsini okudum ve hatta bazılarını da tekrar tekrar okudum. Eserlerinizin her birinde masa önemli bir imge olarak yer tutuyor. Yazdıklarınız neden dönüp dolaşıp masadan geçiyor bunu sormak istemiştim.
Aslında bu gözlemi yaptığınıza göre bu sorunun cevabını sizin vermeniz daha mümkün. Çünkü ben oturup yazmaya başladığımda evet bu romanda da masayı kullanmalıyım demedim. Masa üzerine burada çeşitli analizler yapabiliriz şimdi: Deriz ki masa sağlamdır, masa çeşit çeşit kullanım amacına uygundur, masa ayakları üzerinde duran bir nesnedir, masa şöyledir böyledir ve bunları roman dünyasıyla örtüştürebiliriz vesaire. Şu soruya bakın. Eserlerime saplantısından dolayı bütüncül bir soru sormak için kendini zorlayan bir okur. Fena bir soru değil aslında. Kızmıyordu ama Ayşegül Hanım gibi sorsalar mesela, deseler ki dördüncü romanınız da dahil olmak üzere eserlerinizde imgelerin adları değişse de temsil ettikleri temel ögeler değişmiyor. Aynı romanı farklı süslerle yazdığınız gibi bir düşüncede değilim; ama imgesel tutumluluk ve tutuculuğunuzun nedeni nedir? İşte soru buydu. Yoksa sadece doğru bir tespit olduğu için, cevabını bildiği bir soru olduğu için mi hoşuna gidiyordu? Ama benim yazmaktan muradım insanların yazdıklarıma analitik yaklaşıp değerlendirmelerde bulunmaları değil, hissetmeleri. Akıl işin içinde hiç olmayacak gibi bir şey kastetmiyorum veya şiirsellik iddiasında da değilim; ama bu şekilde analitik sorulara verecek bir cevabım yok da demeyeyim de, böyle bir şeye cevap vermem muradımla çelişir diyeyim.
Bu noktada ben de şeyi söylemek istiyorum, valla, soru vaktinden çalacağım kusura bakmayın ama yani Abdullah ağabey sizin romanlarınızdaki bütün ana karakterler romanın bir noktasında af buyurun istifra ediyor. Yani, bu soru sorulunca aklıma geldi, belirtmek istedim.
Haklısınız Metin Bey. Karakterlerin istifra ediyor oluşu masa gibi bilinçsiz bir tercih değil, bilinçli bir tercih. O yüzden böyle bir soruya cevap vermeliyim sanırım. İstifra esasında tahmin edilebileceği üzere bir yenilenme biçimi. Günümüz insanı için olumlu anlamda bir yenilenmeden söz edeceksek buna önce karakteri içindeki pisliklerden kurtararak başlayabiliriz.
Ama mesela Bina isimli romanınızdaki, Bülent’ti değil mi, istifra ettikten sonra gidip eşini öldürüyor. Bunu da mı olumlu bir yenilenme olarak değerlendireceğiz?
Buna Ayşegül Hanım cevap verebilir işte mesela. Ben şimdi konuşacağım boşuna. Tabii bu bağlamda bakınca saçma geliyor bu iki olay; elbette ki Bülent’in eşini öldürmesi kötü bir şey; ama karakter özelinde, onun hayat serüveni dahilinde baktığınızda, onun kendisine yük olan eşini öldürmesi ve sonrasında hapse girmesi, bu olumlu yenilenme sürecini başlatan adımlardan. Bu cinayeti de istifranın devamı olarak niteleyebiliriz demek istiyorum. En azından Bülent’in dünyasından bakarsak. Ayşegül Hanım’ın Bina hakkındaki sorusu ne kadar da incelikliydi: Romanınızın bütününe bakınca Bülent’in eşini öldürmediği bir gerçeklik kurgulayabiliyorum kafamda. Acaba romanda “bina” ettiğiniz şey bu mu?
Neyse, ben daha fazla vakit çalmayayım, evet, sorusu olan, başka, evet, siz hanımefendi sizden alalım sorunuzu.
Abdullah Bey benim sorum aslında Bağ- Çağ- Dağlayan isimli öykü kitabınız hakkında olacak. Bu öykü kitabınız ilk öykü kitabınız olan Kahve Dengi’den hem üslup olarak hem de tema olarak büyük farklılıklar içeriyordu. Bunu kişisel anlamda dönüşüm olarak addedenler de oldu, yalnızca bir anlık heves olarak görenler de. Sonraki romanlarınızla beraber düşünüldüğünde, sanki ikinci görüş daha doğru, ne dersiniz?
Buna da Ayşgeül Hanım cevap vermeli. Demeli ki, Bağ- Çağ- Dağlayan kitabını “ona” diye ithaf ettiği kişi benim; çünkü eserleri hakkındaki doğru tespitlerimle, muhatabı öldüğü için açılamadan kalmış tozlu bir hediye paketi misali olan kalbini açtım ben onun. En büyük muradı bütün ihtişamıyla; ama aynı zamanda saklı bir yerde görülmek olan bu yazara istediğini ben verdim. Bağ- Çağ- Dağlayan diğer eserlerim düşünüldüğünde hakikaten farklı bir çalışma oldu. Bunu farklı bir ben mi yazdı, bunu ben de düşünüyorum bazen. Emin olduğum şey, kitabın kapağına bakıp ismini görünce, yazdıklarımı hatırlayınca, evet evet bunları ben yazdım dememdir. Ama bu edebî bir macera mıydı, yoksa kişisel bir dönüşüm mü yaşadım, ben onu yazarken ben değildim mi, bunların eserin yanında bir kıymet-i harbiyesi yok. Beğendiyseniz ne âlâ, yazarının kim olduğu dahi mühim değil.
Abdullah Bey valla son cümlenizi kaptım. O zaman bari bir dahaki romanınızı benim adımla yayınlatın da bir kitabım dördüncü baskısını gördü diyeyim.
Tabii canım, her zaman…
Gülüşmeler ve evet, devam edelim sorularla, siz genç kardeşimden alalım bu sefer.
Abdullah ağabey, ağabey desem olur değil mi, ben size Kalem Artığı isimli romanınızla ilgili soracaktım. Bu romanınızda, nasıl desem, işte standart aşk, ölüm, ayrılık, varoluş gibi bir temayı değil de, çok belirli bir konuyu ve biraz da aslında işlemesi cüret istenen bir konuyu, çocuk istismarını ele alıyorsunuz. Zor konular hakkında yazmak nasıl bir tecrübe? Bu zor konulara eğilmek isteyen yazarlara ne önerirsiniz?
Ne demek istediğinizi anlıyorum; ama tam olarak katılmıyorum. Kalem Artığı’ndaki konuyu zor olarak değerlendirebiliriz, toplumsal hassasiyetlerin üst düzey olduğu bir konu olması bakımından; ama bütün romanlar “zor”dur. Zaten zor olmasalar, zor konular olmasalar o yazar için, oturup da binlerce kelimeyi bir anlam, bir mesaj iletmek için neden dizsin? Başka nasıl anlatabilirdim ki çocukken yaşadıklarımı… Hiçbir şey anlayamamışken ben, olan bitenlerin örtbas edilişini, annemin gözlerinde donakalan birkaç gözyaşından sonrasının eksik bir hikâye misali ıstırap veren bir nihayetsizlikten ibaret oluşunu… Sessizliğin her şeyi örteceği düşünülürken, beni diri diri toprağa gömeceğini… Ayşegül Hanım’ı o zamanlar tanısaydım bu romanı yazamazdım; çünkü bilinmeyeceğimden emindim. Oysaki şimdi… Mesela benim ilk romanım Yerin Dili’ne çok standart bir yol hikâyesi olarak bakabilirsiniz, sizin deyiminizle yazması “zor” değil gibi görünür; ama yazar bir bakıma bu sınıflandırmayı aşabilendir. Yerin Dili’ni de Kalem Artığı’nı da “zor” olarak görendir. Bir bakıma bir yazar için Kalem Artığı’nı yazmak o kadar da zor olmamalıdır ya da Yerin Dili’ni yazmak o kadar kolay olmamalıdır. Yine de, neticede, toplumsal hassasiyetler roman yazımında bir oto-sansüre sebep oluyor mu, evet. Ama buna sanatın kısıtlanması olarak bakmıyorum; her şey anlatılamaz.
Bahsi açılmışken, sahiden de, yine tüylerim ürperdi, Kalem Artığı’nı yazmak zor mu değil mi bahsinden bağımsız olarak okumanın çok zor olduğunu söylemem gerek Abdullah ağabey. Romandaki gerilimi asla unutamıyorum, o sonsuz sonunu… Yüreğinize sağlık… Evet, üç sorumuz kaldı galiba, evet, o zaman sizden alalım, arkadaki beyefendiden.
Abdullah Bey ben size Bağ- Çağ- Dağlayan kitabınızla bağlantılı bir soru soracaktım. “Eksilmese De” isimli bir hikâyeniz var kitabınızda. Manzum bir hikâye olarak farklı bir havası var ve bence şiire çok yatkın olduğunuzu gösteriyor. İki şey soracağım, bir, ileride şiir yazmayı düşünüyor musunuz, iki, romanlarınıza manzum kısımlar katmayı düşünür müsünüz ya da manzum bir roman yazmayı belki de?
Öncelikle, Eksilmese De isimli hikâyem hakkındaki güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Biz edebiyatı roman, hikâye, şiir gibi kategorilere ayırsak da, bunlar kategori değil araçtır bir bakıma. Bir şey var, onu en güzel nasıl ifade edersin? Roman yazarsın ama içine öyküler serpiştirirsin, ya da şiir yazarsın ama aralara öyküler katarsın, bunlar esere ve mesaja hizmet ettiği müddetçe olabilecek şeyler. Eksilmese De hikâyesi de bir bakıma böyle ortaya çıktı, eksik kalmış bir aşk hikâyesini nasıl anlatayım derken, Ayşegül Hanım’a onu her ne kadar sevsem de onunla yapamayacağımı, aslında, bu yaştan sonra zaten hiç kimseyle yapamayacağımı, yapmamam gerektiğini, zaten bu yüzden bu vakte kadar kimseyle evlenmediğimi; belki de tüm bunların benim kuruntum olduğunu, onun yalnızca beni bir yazar olarak gördüğünü, benimse onu şiirin imkânlarını kullanarak anlatmak istedim. Sizi üzeceğim belki ama ayrıca şiir yazmıyorum. Romanlara manzum kısımlar katma konusunda veya manzum romanlar konusunda ise ilk başta söylediğim şeyler cevap niteliğinde olmuştur sanırım, uygun olursa neden olmasın?
Evet, bir dahaki soruya geçelim, siz hanımefendi, mikrofonu uzatır mısınız arkaya, hah, tamam.
Öncelikle merhaba, ben Abdullah Bey’e son romanı Yükseklik Tortusu hakkında soru sormak istiyorum. Biz Abdullah Bey’in çoğunlukla merkezine muhafazakâr ya da dindar karakterleri ya da çevreleri aldığını biliyoruz. Bu romanda ise her hâliyle seküler bir hayat tarzı sürdüğü belli olan bir Cenk var. Yazar dinî çatışmalara çoğu eserinde yer verirken Cenk’in seküler hayatının dinle hiç kesişmeyişinin eserin kendi içinde bir manası olduğunu düşünüyorum ama benim sormak istediğim şey, bu romanın neden hâlâ diğer tüm eserlerinizi basmaya devam eden Azim Kitap’tan çıkmadığı. Yayınevi böyle bir roman yayımlamak istemedi mi?
Teşekkürler bu soru için. Dedikodulara sebebiyet verebilecek bir konu olduğu için hemen cevap vereyim, hayır, ben Yükseklik Tortusu’nu baştan Azim Kitap’a götürmedim. Azim Kitap’taki editörüm Kemal Aslan sadece bir editör değil aynı zamanda yakın arkadaşım olduğu için bu eserin yazım sürecinin içinde diğerlerinde olduğu gibi yine bulundu ve bir arkadaş olarak taslak metinlerimi defalarca okuyup yorumladı sağ olsun. Kendisine de selam ederim buradan. Ama edebiyatımızda, edebiyatın sosyal gerçeklikten kopuk olmaması hasebiyle, bir kamplaşma var. Çoğumuz maalesef öncelikle sadece şu şu yayınevlerinden çıkan kitaplara bakıyoruz. Ya da şöyle diyeyim, şu şu yayınevlerinden çıkan kitaplara kesinlikle elimizi sürmüyoruz. Bu kitabı biraz daha merkez konumda diyebileceğim Servet Kitap’tan çıkarmamın nedeni daha da geniş bir kitleye ve farklı camialardan insanlara ulaşabilmek, ki, en azından benim gördüğüm kadarıyla, bu etkili de oldu.
Ya da, ömrümdeki tek hülyam keşfedilmek iken, bu hülyayı hayatımın merkezine hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğinden emin olduğum için rahatlıkla yerleştirdiğimden; Ayşegül Hanım gelip beni bütünüyle keşfettiğinde, ne yapacağımı bilemeyince, saklanmaktan güç aldığımı ve bu hülyanın varlığının kendi varoluş amacım olduğunu fark edince, uzaklara kaçıp, daha sık çalılıklar arasına saklanmam gerekti…
Abdullah ağabey, aslında ben de bugün bunu sormayı düşünüyordum sana; ama hani polemik malzemesi çıkar filan diye çekinmiştim. Bu cevap çok iyi oldu, eyvallah. Böylece dedikoduların da önü kapanmış oldu. Son sorumuzu alalım, siz, hanımefendi, buyurun.
Abdullah Bey, ben de Yükseklik Tortusu hakkında sormak istiyorum.
Suyundan derin ve yavaş bir yudum aldı Abdullah Bey.
Aslında, benimki biraz ayrıntı bir soru olacak, eseri okumamışlar kusura bakmasınlar lütfen. Cenk’in iş dönüşü yanlış bir sokağa sapması sonucu eserin fantastik bir boyut kazandığı bir kısım var. Zaten tek fantastik kısım da bu. Fantastik dediğime bakmayın, düşsel gibi aslında.
Yutkundu Abdullah Bey, doğruldu sandalyesinde.
Şey, Cenk sokağın ortasında sihirli bir tünel gibi bir şeye giriyor arabasıyla. Tünel kendisini uçsuz bucaksız bir çayıra çıkartıyor. Cennetvari tasvirler var. Araç durmuş, Cenk Bey hayret hâlinde arabadan iniyor.
Gözleri dolacak gibi oluyor Abdullah Bey’in.
Ancak Abdullah Bey arabayı ve kendisini içine alan dar bir alanın dışına çıkamıyor. Önünde bir engel yok; ama adım atamıyor Abdullah Bey. Çalılık yok, saklanacak bir yer yok. Ama onu görecek kimse de yok. Gözlerini etrafındaki güzelliklerden alamıyor; ama onlara yönelemiyor da. Bu noktada Cenk apansızın ağlamaya başlıyor. Sonra, diğer eserlerinizde de yaptığınız üzere, Abdullah Bey istifra ediyor. Sonra bu düşsel kısım Abdullah Bey’in arabasına binmesiyle, hiçbir şey olmamış gibi, son buluyor. Bu Cenk’in içindeki dinî boşluğa mı işaret ediyor, yoksa, karakterin seküler tabiatı düşünüldüğünde, başka bir şey mi, mesela bir aşk hikâyesinden arta kalanlar?
İlk Yorumu Siz Yapın