“Gel buraya seni yaramaz…”
Ahmet gülümsedi ve annesine baktı haşarı ve gözlerle kaçtı. Ahmet, dedi. Abdülcabbar abi seni görmek istiyor. Ahmet tamam dedi ve ardından yürüdü. Bir ışık geçtiler, sessiz, ikinci ışığa yürürken havadan sudan konuşmalar ve öylece, öylesine tebessümler, sonra üçüncü ışığa, yürümekten gına gelmişçesine, gereksiz bir gerginlikle. Eller istemsizce yumruk olmuş, omuzlar bilinçsizce aşağı çökmüş, yürüyüşlerinde kâğıt kesiği gibi rahatsız eden bir derinlik ve sisli dağlar misali saklı bir azamet, saklayarak kendilerini tatmin ettikleri bir azamet. Abdülcabbar abinin tamirhanesine girdiklerinde güneş arkalarından vuruyordu. Ahmet ve arkadaşı, o esnada çayına iki küp şekeri ardı sıra atan Abdülcabbar abiyi karanlığa gömüyordu. Ahmet’in arkadaşı selam verdi ve uzaktaki tabureyi Ahmet’e çekip kendi de Abdülcabbar abinin yanındaki tahta sandalyeye oturdu. Uzakta, sesi kısık radyoda, etkin sis nedeniyle İstanbul Boğazı gemi geçişlerine kapatıldı diyordu.
“Yakaladım seni… Anneciğim, böyle kaçmak olmaz; bak her misafir geldiğinde böyle kaçarsan olmaz. Seni tek bırakamam.”
Ahmet gülümsedi ama içinde tülden bir karartının ardından endişe esiyordu. Abdülcabbar abi Ahmet’in yanındakine döndü, kara leke dolu esmer yüzünde, beyazı inci tanesi gözlerini devşirip sen git dedi. O gittikten sonra Abdülcabbar abi, Ahmet ve spiker baş başa kaldılar. Kadın spikerin nasıl oluyorsa hem narin hem de ruhsuz gelen sesi, uzun süredir duymadığı bir şeyi anımsatıyordu. O şey, şeydi yalnızca, herhangi bir cismaniyeti yoktu; tek işlevi yalandan bir hatırlayışın getirdiği muğlak geçmiş özlemiydi. Abdülcabbar abi lafı uzatmadan, çayından bir yudum dahi almadan; ama gözlerini de çaydan ayırmadan şöyle dedi: Seni bekliyorlar.
“Ahmet, bak şimdi, Selvi teyzen içerde bekliyor, sen odada oyuncaklarınla oynarken ben de Selvi teyzenle sohbet edeyim, olur mu? Arabanı alalım buradan, ah, tamam, resim mi yapmak istiyorsun, o zaman defterini ve boya kalemlerini alalım…”
Ahmet gülümsedi ama içeri gitmek istemiyordu ama aslında istemediği annesinin içeri gitmesiydi. Ahmet Abdülcabbar abiye baktı; Abdülcabbar abi ona bakmıyordu. Yarına biletini aldım dedi, Antep’e saat beşte Harem’den gidersin. Orada şu telefondan Yasin diye birini arayacaksın o seni karşıya geçirecek. Sonrası Allah Kerim.
“Evet Selvi teyzesi, biz de geldik. Şimdi ben Ahmet ile konuştum, o burada resim yapacak, biz de oturup sohbet edeceğiz.”
Ahmet gülümsedi ve resim defterine döndü. Abdülcabbar abiyle helalleşti; Abdülcabbar abi derin derin iç çekti. Sonra oturdular geri, Abdülcabbar abi çayını ona uzattı. Bugün sen iç, dedi. Sonrası Allah Kerim yankılandı aklında. Çayı uzatır uzatmaz tespihini çıkardı Abdülcabbar abi, çevirmeye başladı taneleri. Er ya da geç bu anı yaşayacağını biliyordu bilmesine; ama kalpti bu, küçücük de olsa bir muhabbet hasıl oluyordu illa ki her biriyle ve bu yüzden ayrılık zor geliyordu. Çünkü dünya hayatı bir şekilde daha cazip görünüyordu, bu çocukları ve belki bir gün kendisini bile feda etmesi gerekeceği hakikatinin içine sinmediği oluyordu; belki de sohbetlerde cihada bu kadar vurgu yapması yukarıdakiler dedi diye değildi de kendisi unutmasın diye idi.
“Ah Selviciğim, tabii, şimdi, kocalarımızdan elbet dert yanabiliriz de ne fayda… Bakma bana ben biraz içime kapanığım diye anlatmam böyle ama sanma ki Kemal ile çok mutlu bir ilişkimiz var. Bazen bir içiyor ki sorma… Çekilmez oluyor öyle de. Bir şekilde geçiştiriyorsun işte hayatım; sonuçta aynı yastığa baş koyuyorsun akşamları, e çocuk var görüyorsun boşanmış çiftlerin çocukları sonra ne sıkıntılar çekiyor…”
Ahmet gülümsedi gülümseyen yüz çizdiği güneşe. Abdülcabbar abi elinin karası bulaşmış beyaz ve buruşuk bir zarf uzattı Ahmet’e, yol harçlığı dedi, onlar gönderdi. Ahmet zarfı aldı ve bir süre zarfa baktı. Abdülcabbar abi e çayın soğuyor demese bir süre daha bakacaktı belki. Zarfı katlayıp arka cebine yerleştirdi. Sonra çayından bir yudum aldı. Şekersiz çaya alışmıştı evde; şekerli çay tatlı-ama-tatsızdı bu haliyle. Abdülcabbar abi umutsuzluğa kapılma Allah bizimledir dedi gözlerini masadan ayırmadan. Her giden illa ki şey olmuyor. Hem, olsan da, bu, mübarek bir makamdır, unutma.
“Ahmet sen mi yaptın bu resmi, ah bak Selvi teyzesi ne kadar da güzel yapmış, bak şurada bir ev var, evin ağacı var, bak bu kırmızılar da… ha domates bahçeleri var demek kiii, bir de güneş çizmişsin ne güzel gülümsüyor yukarıdan…”
Ahmet gülümsedi ve içine sığmayan memnuniyet dolu bir utangaçlıkla başını öne eğdi. Ahmet çaya bakıyordu; etkilenmiş olduğunu belli etmemek için çaydan yapmacık yudumlar alıp alıp duruyordu. Derin bir nefes alıp, Abdülcabbar abiye son bir kez sarılıp… dışarı çıktığında, güneşin tamirhaneye düşürdüğü gölgesine arkası dönüktü. Ahmet’i getiren, tanelerini gerginlikle çektiği tespihi şık bir hareketle toparlayarak cebine koyup, Ahmet’e her şeyi anlamış bir bakışla yaklaştı. Konuşmadılar, sadece birbirlerinin sırtlarına vurarak sarıldıklarında Allah sabredenlerle beraberdir dedi, fısıltıyla, Arapça.
“Hay Allah, hay, hay Allah… Tövbe estağfurullah… Demeee, şimdi oğlu benle de, ondan sessiz konuşuyorum, demek ilkokul öğretmeni sen kadına âşık ol, kaçmaya gelmeyince de öldür… Vah vah, vah vah, ne yapacak bu çocuk şimdi, ne yapacak babası?”
Ahmet gülümsedi eğri büğrü ve arka odaya boğazı koştu düğüm, düğüm, düğüm… Laf olsun diye konuştu Ahmet’in yanındaki. Yeni topraklar fethedildiği için artan memur ihtiyacından bahsetti. Gitmeyi güzelleştirmeye çalıştı kendince; ama kendiliğinden güzel olması gerekmez miydi?
“Ahmet, oğlum, ben, bak, şimdi annen, ben, sen artık her şeyimsin benim, bu dünyada tutunacağım tek dalımsın canım oğlum. Yaşamaya devam edeceğiz, var gücümüzle, tamam mı?”
Ahmet gülümsedi ve babasını gözyaşlarının ardından, titrek ve merhametli bir izle anladı. Ahmet o gün sakalını kesti giderken şüphe çekmemek için. Sonra, gidip kendisine kot pantolon ve beyaz bir tişört aldı. Eve döndüğünde, odasına girdiğinde, eşyalarını toplamak gerekip gerekmediğini düşündü. Hafif bir çantaya birkaç parça giysi koymak yeterdi herhalde; yoksa sınırı geçerken zorlanırdı. Hem zaten çok bir eşyası yoktu ki. Gitmek büyük bir eylemdi; ama maalesef bu eylemin azametini hissettirecek nicelikte eşyası yoktu. Yine de, gitmek olmayacaktı bu, terk etmekti daha ziyade. Terk etmek, ardında bir şeyler bırakaraktı.
“Kemal Bey, bakın, sizin hakkınızda endişeliyiz. Eşinizin vefatından beri kendinizi içkiye verdiniz. Eğer kendinize yazık diye düşünmüyorsanız bakın oğlunuz Ahmet var, onun için hayata tutunun en azından! Bakın, Ahmet çok yetenekli bir çocuk, eğer gerekli eğitimi alırsa çok iyi bir ressam olabilir. Bakın, bakın şu resimlere; bunları on üç yaşındaki bir çocuk yapıyor! Lütfen, bakın, bu çocuğun ve belki de hatta sizin hayatınız kurtulur!”
Ahmet gülümseyemedi ve babasının resim öğretmenini küfürlerle evden kovmasının ardından odasına düştü karararak. Ahmet’in ev kardeşleri o akşam yemekte her zamanki gibi davranmaya çalıştılar. Abdülcabbar abi böyle durumlarda sevinçli olmayı ve gitmesi için seçilen kişiyi cesaretlendirmek gerektiğini öğütlüyordu; ama onlar, aralarında gizli bir anlaşma yapmışçasına, bu tavsiyeyi uygulamıyorlardı; bütün içlerinde kalmışlıklara ve boğaz düğümlenmelerine karşı, en azından bu şekilde, bir duruş sergilediklerini hissediyorlardı. Caiz bir itaatsizlik. Bir varoluş cüreti. Belki de küfür. Estağfirullah, hasbünallah. Var olmak hali vakti yerinde olanlaraydı; mukadderat onlara hal vermemiş ve onlar da istikamet üzere yürüyerek vakitlerini veriyorlardı.
“Amcasının bir tanesi, hiç merak etme, biz sana çok iyi bakacağız. Babana da kızma, o da zor zamanlardan geçti; ama inşallah şimdi tedavi olacak ve sonra inşallah tekrar beraber olacaksınız…”
Ahmet gülümsedi ama gülümsediğinin pek de farkında değildi. Sabah namazını beraber kıldıktan sonra Ahmet’in kardeşleri Ahmet ile sessizce helalleşip sarıldılar ona. İçlerinden birkaçı derin derin iç çekti. Onun gidişine üzülmekten ziyade kendileri gidemediler diye üzülüyorlardı; ama Ahmet onların kendi gidişine üzüldüklerini sanmıştı. O gün anlamıştı ki, kolaylıkla terk edebilmek için veda etmemek gerekiyordu.
“Hayır konuşmayayım konuşmayayım diyorum çocuğun başına o kadar şey geldi diye ama Turgut sen de kabul et bu çocuk resmen bize kambur oldu. Bak, aşımı evimi paylaşırım çamaşırını yıkarım gücenmedim bir gün ama bu çocuk günden güne kötüye gidiyor, yobazın dik âlâsı kesildi başımıza. Daha geçen Arzu’ya tokat atacaktı da elinden aldım görmedin mi? Neymiş eteği kısa imiş! Ki kısa dediği etek de dizin bu kadar aşağısında! Bunun o kahvedeki arkadaşları kesin bunu böyle yaptı, bak bunu eve bağlamazsak bu çocuğun sonu harap!”
Ahmet gülümsemedi ve duyduklarının ardından daha sessizce yeni kapıyı açtığı sessizlikte aynı kapatarak kaçtı evden. Ahmet elinde hafif çantasıyla apartmana son kez baktı. Nedense, kardeşlerini camdan ona bakar görmek istemişti. Ama kimse yoktu. Tatlı mayıs meltemine rağmen her şeyde itici bir soğukluk vardı; apartmanın yeşil duvarları dahil. İşte, terk etmek böyle olmalıydı, boğularak.
“Kardeşim, burada kal elbette birkaç gün; ama sürekli olmaz, anlarsın ya. Bak en iyisi ben seni bizim Abdülcabbar abimize götüreyim; onun birkaç evi var diğer kardeşlerin kaldığı, onlarda yer bulur sana illa ki.”
Ahmet gülümsedi ve arkadaşına minnetle sarıldı. Ahmet otobüse binmeden önce uzaklara baktı. Hani, filmlerdeki gibi bir poza bürünesi geldi; sırf bu kadar yoklukta varlığını hissedebilmenin heyecanına varabilmek için. Öteye baktı; İzmir’e, babasının tedavi gördüğü şehre giden bir otobüs kalkmak üzereydi. Onun yanında bir otobüs Ankara’ya gidiyordu, onun ötesinde Sinop’a, onun da ötesinde Tekirdağ’a giden bir otobüs. Bu otobüse binmeyebileceğini, diğer otobüslerden birine atlayabileceğini veya bunların hiçbirini yapmayıp, İstanbul’da kalabileceğini ve yaşamaya devam edebileceğini düşündü. Niye yapsındı ki? Karanlıklarla dolu bir yaşama tutunacak bir daldansa, aydınlık bir cennete uzanacak bir yolu kim tercih etmezdi?
“Ahmet, sen de doğru olabileceğini düşünmüyor musun? Yani, biz, sonuçta laiklik adı altında bildiğin küfür ülkesinde yaşıyoruz. Allah’ın kanunlarını uygulamaktansa gâvurların kanunlarını almışız işletiyoruz. Bu resmen küfür değil mi? Tağut diyerek bize az bile diyorlar gibi geliyor bana. Hatta, düşünsene, biz bu ülkede askerken ölsek gerçekten de şehit olur muyuz? Yoksa cehenneme mi gideriz? Adamlar halifelik bile ilan etti; Müslümanların gidip onların çatısı altında birleşmesi bu küfür diyarında yaşamaktan daha iyi değil mi? En azından orada şeriat var. Yaptıkları saldırılara gelince, belki üzücü yanları var; ama devir gayrı nizami harp devri, hem Abdülcabbar abi var seni bir ara sohbetine götüreyim; bu eylemleri öyle dini anlamda uygunsuz bir şekilde yapmadıklarını Kur’an-ı Kerim’den ve hadis-i şeriflerden çok güzel açıklıyor. Abdülcabbar abi diyor ki Batı’nın güya hümanist değerlerinin Müslüman diyarları istilası nedeniyle İslam’ın cihat kavramı unutuldu. Hem, diyor, eğer yapılanlar dinle bağdaşmıyorsa, o zaman Osmanlı’nın İslam’ın adını duyurmak adına yaptığı fetihler de terör değil midir? Hem, biri bize terörist diyor, bakın kim diyor? Ehl-i kitap ve tağutlar. Söz vardır, düşman okunu takip edin o sizi Hak ehline götürür diye, anladın mı şimdi?”
Ahmet gülümsedi ve kibarca emin olamadığını söyledi. Yasin hoşsohbetti. Ahmet onunla birkaç gün geçirmesine rağmen Yasin onu birçok sefer güldürmeyi başarmıştı. Orada böyle asık suratlı mücahit gördüler mi mıhlarlar ha bunun imanı sağlam değil diye haberin olsun demişti Yasin. Tabii pek güleç de olma o zaman ardından fingirdek diye dedikodu çıkar sonra gel uğraş. Duygusuz olacaksın ve aynı zamanda dinç gözükeceksin; sakın dinle ilgili bir şeyler de konuşma. Bir şeyi biraz farklı desen ya da işin içine biraz duygusallık katsan seni bidatçı ya da tasavvufçu belleyip… mıh. Şeklen gereken ne varsa yap ve dahasına karışma. Yoksa, mıh. … Ben mi, ben aracıyım, hem belki işin biraz sevabı vardır hem de işte parasına bakıyorum dahasına karışmıyorum. Dedim ya, bu yapıda dahasına karışırsan… mıh. Sen bu adamların devletine dahil oluyorsun, nasıl bizde orduda hiçbir şeyi sorgulamayacaksın, burada da aynından.
“Şey, ben, annemle babam bir saldırıda öldüler; sonra Abdülcabbar abiyle tanıştım. Bana dedi ki, onların bu şekilde ölümü günahlarına kefaret olacaktır elbet. Onlar da İslam adına şehit olan bombacımız gibi elbette öte tarafta hizmet ettikleri amaçtan dolayı nasipleneceklerdir. O böyle deyince annem ve babamın ölümüyle ilgili içimden atamadığım hınç duygusu buhar olup gitti. Bu yolun doğru yol olduğunu böyle anladım. Huzura erdim. Her şey anlamlandı.”
Ahmet gülümsedi ve arkadaşının omzuna maşallah diyerek hafifçe vurdu. Eğitim sonrası Yasin’in yardımıyla Türkiye’ye döndü. Yasin yine hoşsohbetti; ama bu defa Ahmet pek yüz vermedi. Sınırı geçtiği ilk vakitlerde, Yasin’in tavsiyelerine takliden uyarken şimdi tahkiki surette uyuyordu. Hatta Yasin’i fazlasıyla lakayt bulmuştu, içinden bu adamın iyi bir dayağa ihtiyacı olduğu düşüncesi dahi geçmişti.
“Ahmet, vallahi gözümde tüttün evladım. Ama bakıyorum da gitmek sana çok yaramış, böyle bir büyümüşsün, olgunlaşmışsın. Maşallah hassasiyetlerin de çok artmış, tam bir mücahit olmuşsun. Allah gazanı mübarek etsin.”
Ahmet gülümsedi ve Abdülcabbar abinin elini öptü. Aslında bunu yapmamam gerekir diye düşündüyse de bir an, galiba buralara geri dönmek onu eski hâline döndürür gibi olmuştu.
“İstanbul’da bir mücahide var, ismi telefonu burada, ona haber verdik, her şeyi biliyor. Abdülcabbar nikâhınızı kıyacak, bir eve geçeceksiniz. Sen hep evde kalacaksın. Alışveriş vesair ne gerekiyorsa hanımın yapacak. Sakın ha gidip oralarda cumadır vakit namazıdır gitmeyesin; bu Türklerin hepsi tağut, gerçek bir Müslüman, bir tağutun arkasında namaza durmaz.”
Ahmet gülümsemedi ve helallik alıp yola çıktı. Karşısında evet diyen Nour isimli kadın doğru dürüst Türkçe bile bilmiyordu; ama evlenmişlerdi işte. Eve geldiklerinde, Nour biraz Türkçe, biraz da işaret diliyle küçük odada kalacağını söylemişti. Ahmet bunun üzerine ben küçük odaya geçerim demeye çalıştıysa da Nour ayrılık onayını aldıktan sonra hemen odaya geçip kapıyı kapatmıştı. Sonraki günlerde Ahmet’in odasına girip alışverişe çıktığını, bir şey isteyip istemediğini sadece market diyerek sorduğunda da Ahmet istemsizce gülümsüyor ve kibarca hayır anlamında başını sallıyordu. İlk ay ne olduğunu anlayamadan geçmişti; ama sonraki günlerde evden dışarı çıkamamak Ahmet’in içini daraltmaya başladı. Hatta Ahmet, değil evden, neredeyse odasından dışarı adım atamıyordu Nour’dan çekindiği için. Nour odasına girip ona yemek dediğinde dahi mutfağa biraz geç gidiyor ve sessizce yemeğini yiyip tekrar odasına çekiliyordu. Çoğu zamanını namaz kılmakla ve Abdülcabbar abinin getirdiği kitapları okumakla geçirse de, bir süre sonra Abdülcabbar abinin evin ifşa olması endişesiyle eve gelmesinin yasaklanması sonucu okuyacak kitabı da kalmamıştı. Evde bir adet tuşlu cep telefonundan -ki o da saat başı sadece beş dakika açık tutuluyordu- başka bir teknolojik cihaz da yoktu. Odasının ten rengi duvarları, kirlenmiş ve beyazlığından eser kalmamış güneşlik, odanın bir duvarını işgal eden koca, koyu renk ve bomboş gardırop odayı iyice boğucu hale getiriyordu. Zaman, durmuştu. Ahmet’in Nour’u görmesi de zaman durduktan sonra olmuştu. Zaten birinden biridir: Ya onu gördüğünüzde zaman durur; ya da zaman durduğunda onu görürsünüz. Ahmet, onu gördükten sonra, yemeklere vaktinde gitmeye başlamıştı. Yemekten sonra odasına bir daha mutfağa dönmemek için koca bir bardak su götürürdü; artık ihtiyacı oldukça gelip mutfakta içer olmuştu Nour ile karşılaşma ümidiyle. Yemekte Nour yine her zamanki soğukluğuyla davranıyordu; Ahmet’in vakitlice gelmeye başladığını hiç fark etmemiş gibiydi. Nour’un soğuk davranmaya devam etmesi, Ahmet’i onun bunca vakit ne yaptığını öğrenme merakına sevk etti. Mutfağa gidip geldiği vakitlerde, Nour ortalıkta yoksa, kulağını Nour’un oda kapısına dayayıp bir şeyler duymaya çalışıyordu; ama çıt yoktu. Nour’u önceden evi derleyip toplar, namaz kılar ya da Kur’an-ı Kerim okur sanırdı; ama şimdi, Nour’un başka bir şeyler yaptığını düşünmeye başlamıştı. Kendisi bunca sıkıntıya katlanamazken onun katlanabilmesi düşünülemez görünüyordu.
“Oğlum, beni affet. Sana verdiğim ama tutamadığım o sözleri hiç unutmadım. O söz de sen de aklımdan çıkmıyorsunuz. O kadar ki, şimdi, nerede olduğunu bilmeden, sana mektup yazıyorum. Amcanı suçlamıyorum; onları suçlamadan önce kendimi epeyce suçlamam gerektiğinden değil; benim oğlumun hayatta tek başına yolunu çizebilecek iradeyi göstermesi beni mutlu etti de ondan. Gerektiğinde terk edebilmeyi bilmeni sevdim; çünkü ben anneni bizden çekip aldıklarında, devam edecek iradeyi gösteremedim oğlum. Belki, şimdi hayatta kendi yolunda yürüyorsun ya, illa gün gelecek ve gönlün birine kayacak. O sana ışık olacak, ışığı kalbini kör edecek; ama o beyaz körlükte daha iyi görüyor gibi yürüyeceksin. Bana ne oldu biliyor musun oğlum, ışığı kapattılar oğlum benim. Beni yere düşüren karanlık değildi oğlum, kör insana ışık karanlık fark etmez ki, beni yere düşüren şey kararlılıktı oğlum. Karanlık düşünce, durup düşünmeyi akıl edemedim oğlum. Ben, sana verdiğim sözden doğma çılgın bir ihtirasla yoluma o ışık hiç sönmemiş gibi devam etmek istedim oğlum. Güya sana hem ana hem baba olacaktım, her yükün altında kalkacaktım. Ne oldu oğlum, biliyorsun. İlk adımda düştüm. Neye düştüm onu biliyor musun oğlum? Ben alkole düşmedim, ben tembelliğe de düşmedim; ben utanca düştüm. Karanlığın verdiği utançtan kurtulmak istedim oğlum, bir isyandı benimkisi; kurtulmak için bağlanmam gereken şeyler vardı bana düşüşümü unutturacak, adına içki demişler, bakma sen. Ben sana neden bakamadım oğul biliyor musun? İşte, utancımdan. O utançla yaşamak, karanlıkta kalmışlığın utancıyla yaşamaktansa, bir bakıma kendimi daha yaşarken gömerek kurtulmak istedim oğlum. Kanatan bir çığlık gibiydi, çağlayan bir cinnet haliydi, bitmek tükenmek bilmeyen ve bana bu istikametimi sorgulama fırsatı vermeyen bir hal. Ben bu utançtan kurtulabilir miydim, ya da bu utançla yaşayabilir miydim? Buna olumlu bir cevap vermemi istersin sen belki evladım; ama ben buna olumlu bir cevap verebilseydim, beni kör eden o güzel ışığa halel getirirdim. Bunu yapamazdım oğul; çünkü ben annene deli divane âşıktım. Sen de, dedim ya, oğlum, sevince, anlamayacaksın ama en azından üzerine düşünebileceksin. Kaybetmenin geri dönüşü yoktur ya, aynı zamanda ileri gidişi de yoktur -içine düşersin işte bir şekilde-, kaybetmeden anlayamazsın oğlum. Kaybettiğinde, umuyorum ki beni göreceksin. Az ötede duruyor olacağım, yere oturmuşum, ellerim dizlerimde, üstümde yırtık pırtık ve rengi solmuş üst baş, saç sakalım birbirine karışmış, tenim bembeyaz, ayağımda pranga. Bağırıyorum. Neden olduğunu bilmeden, onu kendime saplıyorum.”
Ahmet ne gülümsedi ne de somurttu; çünkü bu intihar mektubu ona hiç ulaşmadı. Bir gün yemekte Nour’dan tuzu uzatmasını istedi. Tuz Ahmet’in de alabileceği mesafedeydi de, Nour ile bir şekilde konuşmak istediğinden bunu söylemişti. Sonuçta, diye düşünüyordu, nikâhlı karım. İsteseydi kendi odasına bile döndürürdü onu. Ama bunu istemiyordu şimdilik. Nour, Ahmet tuz dediğinde bir an şaşırmış, Ahmet’in ne istediğini anlamaya çalışmış ve kısa süre sonra tuzu uzatmıştı. Bu şaşkınlık anı, Ahmet’e o soruyu sormak için de bir fırsat vermişti.
“Benim adim Nour. Yirmi yedi yasindeyim. Memleketim Misır. İstanbul’da uturu-yorum. Annem adi Fatima, babam adi Bekir. Bu su. Bu süt. Bu… yumurta. Bu salatalik. Bu domates. Bu tuz. Bu… garabiber. Bu makerne. Bu… tavuk. Bu… beynir. Bu zeytin. Bu yağv. Bu fasulyev. Bu salce.”
Ahmet gülümsedi ve evet dedi. Nour, ders biter bitmez salona getirdiği bütün mutfak eşyasını kucaklayıp kaldırıyordu. Nour’un her şeyi kendisinin yapmasındaki otoriterlik sebebiyle Ahmet uzun süre Nour’a yardım etmeye çekindi. Sonra, bir gün, Nour karabiberlik hariç her şeyi eline almıştı, Ahmet de fırsat bu fırsat deyip karabiberi aldı ve içeri götürdü. Nour teşekkür etmedi, tebessüm de; odasına gitti.
“Ahmed, Türkçe ders yeter bana, teşekkür ederim.”
Ahmet gülümsedi ve rica ederim diyemeden Nour kapıyı sertçe çekti. Ahmet Nour’un er ya da geç böyle davranacağını tahmin etmişti; çünkü dersler esnasında Nour’u samimiyet göstermesi için çok zorlamıştı. Nour, tüm bu zorlamalara karşın, iffetli ve inatçı bir hanım soğukluğuyla bütün samimiyet çabalarını boşa çıkarmıştı. Ahmet bu boşa çıkmalardan sonra Nour’a sırf bıkkınlıktan ilgi duyduğunu düşünmeye başlamış ve buna ikna oldukça içten içe öfkelenmişti. Nour kendini ne sanıyordu ki?
“Yemek.”
Ahmet gülümsemedi ve yemeğe geç gitti. Cızbız tavuk, pilav, ayran. Yine, yine, yine. Ve ev sepesessiz. O Nour o nursuz yüzüyle yine odasına kapanmış, kim bilir ne yapıyor. Ahmet o esnada onun sessizlik aşağıya bastırıyor kalbini ve sıkıştırdıkça kalbini daha da öfkeleniyor aklı. Ahmet hışımla karabiberliği alıyor eline, tam fırlatacak, vazgeçiyor. Koşa koşa abdest alıp iki rekât namaz. Sonra yatağa uzanıyor. Derin bir nefes alacak; ama odası ne ki nefesi ne kadar derine inebilir ki? Boylu boyunca uzanmış, elleri iki yana açık, bir elinde tespih, gözleri kapalı, çektikçe ağzında hafif mırıldanmalar ve gözlerinde hafif kıpraşmalar. En-Nur diyor, en-Nur, en-Nur.
“Yemek. … Yemek. … Ahmed.”
Ahmet gülümsemiyor ve ne kadar uyumuş bilmiyor Ahmet, açıyor gözlerini. Ayağa kalkıp Nour’un yüzüne kapatıyor kapıyı. Bekliyor ki Nour şaşırsın, kızsın, o kapı bir daha açılsın. Hayır, arkadan sadece Nour’un kendi oda kapısını kapatış sesi geliyor. Ahmet kendine bakıyor, kendini bir köpek gibi hissediyor. Sanki sahibi kabına yemeğini koymuş. Bir tuvalete çıkarması eksik. İki ay olmuş ve Ahmet bunu yeni düşünüyor.
“Ben gidiyorum.”
Ahmet gülümsemedi ve dışarı çıktı. O kapı kapatmanın üzerinden bir hafta geçmemişti ki, kendisine Abdülcabbar abiden haber gelmişti. Buluşulacaktı, önemli konular vardı. Dışarı çıkmak onu mutlu edecek sandı; ama mutlu olmak aklına dahi gelmedi. Kafasını sanki pres makinesinde bastırmışlar ve içindeki her şey birbirine karışıp bulamaca dönmüştü. Farkında olmadan, derince bir nefes aldı; bu sefer alabilmişti. Abdülcabbar abiyle tamirhanede buluştu Ahmet; sonra başka bir yere geçtiler. İki minibüs, yedi ışık, her biri birbirine katışık. Çok uzakta bir apartmana, o apartmanın beşinci katına, beşinci katının sağ tarafındaki dairesine. 12 yazıyor kapıda. İki kişi vardı -aslında dört kişi vardı ama gördüğü iki kişinin hanımları onlar gelir gelmez arka odalara kaçışmıştı-. Abdülcabbar abi soğuk bir selamlaşmanın ardından Ahmet’i takdim etti. Ahmet, Nour’un ekşi yüzü dışında yüzler görmenin heyecanına vardı. O iki kişiyi gördüğünde tüm bunlara neden katlandığını hatırlamıştı ve umutlanmıştı. Galiba artık vakit gelmişti.
“Tuz.”
Ahmet gülümsemedi ilkin; ama sonra gülümsedi şaşkınlıkla. Nour, o nursuz yüzlü Nour, kendisinden tuz istemişti. Hem, Ahmet yemeğe geç gelmesine rağmen nasıl olmuştu da Nour yemeğini bitirmemişti? Şaşkınlıkla tuzu uzattı Ahmet Nour’a. Nour tuzu yemeğe döktü ve yerine koydu. Davranışlarında bir farklılık yakalamak istedi Ahmet; ama her davranışını farklı bir şeye yormaya çalıştıkça kendini kandırdığını anladı. Gün boyunca Nour aynı davranmıştı; Ahmet de bu tuz çıkışını boş verdi. Ancak, o günün gecesinde, bir şey oldu. Duydu onu. Nour’u, ağlıyordu. Ahmet şaşırdı ve bu gözyaşlarını aşka yormak isteyen bir kıvılcım belirdi karanlıkta. Ama belki de sadece dini bir vecd anıydı bu; gerçi böyle şeylerden uzak durmaları konusunda çok sıkı eğitilmişlerdi; ama kim bilir, belki de- Durdu, bunu düşünmenin faydası yoktu. Şimdi içeri girse mi girmese mi onu düşünmeliydi. Önce girmemeye karar verdi, kendi odasının kapısını kapatacaktı ki, hıçkırıkların devam ettiğini duydu. O zaman bütün zamanların sabırsızlığı ve isyanıyla, Nour’un kapısını açtı.
“Ben, sen gittin o gün, odana girdim ve bir defter. Defterde resimler, kırmızı kalemle; benim resimler, gözlerimi çizmemişsin ama yanağımdaki beni çizmiş anladim. Sen varsın resimlerde, sen resimlerde beni seni ve bir evlat çizmiş, sonra böyle başka resimde sen çocukla top oynuyor böyle piknik resmi, ben kenarda oturuyorum, sen sonra arkadan çizmişsin, biz el ele yürüyor, güneş var ötede, gülümsüyor. Ben beni sevecek bir şey yapmadım sen neden beni sevdin? Ben beni sevme dedim çünkü yoksa cihat zordur. Şimdi nasıl patlayacaksın?”
Ahmet gülümsedi ve içindeki bütün katılıkların bahar vakti dağdaki kar gibi erimesinden dolayı biraz da ağladı. Nour’a sarılmak istedi; ama Nour ağlarken dahi Ahmet’e karşı yabani duruyordu; onu ağlatan şey sanki Ahmet’in kendisini ya da kendisinin Ahmet’i sevmesi değil de, Ahmet’in patlamaktan kaçma ihtimaliydi. Ahmet bir şeyler diyecekti; ama kafasında bir şey toparlayamıyordu, belki de dememesi gerekiyordu. Nour bir cevap istemiyordu belki, belki tek istediği onu teskin edecek bir sarılmaydı. Daha fazla düşünmeye meydan bırakmadan, Nour kendinden emin bir şekilde ayağa kalktı ve kapı eşiğine emin adımlarla yürüyüp Ahmet’in elini tuttu. Sen, demişti, seviyor musun? Ahmet ne cevap vereceğini bilemiyordu; çünkü Nour onun elini sımsıkı tutuyordu. Nour’un küçük, zayıf ve kemikli parmakları, Ahmet’in ellerinde, boğaza dayanmış birer hançer gibiydiler. Ahmet Nour’un gözlerine baktı; orada sevgisini bastırmış birinin karşılık arayan gözlerinden ziyade görevi aksatma tehlikesiyle telaşa düşmüş ciddi gözler gördü. Yine de, eşikten içeri adımını atmıştı bir kere.
“Evet.”
Ahmet gülümsedi ve yataktan sessizce kalkıp kahvaltıyı hazırlamaya koyuldu ertesi sabahların birinde. Garip bir kavuşma, çok şükür, diyordu her sabah kendi kendine. Tabii her şey -Nour- güllük gülistanlık değildi; ama Ahmet bunu önemsemiyordu. O gün, Nour’un odasına girdiğinde, Nour’a evet dedikten sonra, Nour onun ellerini telaşla bırakıp yatağının üzerine yayılmış beş-on defterden birini getirmişti. Rastgele bir sayfayı açıp Ahmet’e okutmuştu. Ahmet’in okuduğu, bir günlüktü. Kendisiyle dolup taşıyordu. Nour, Ahmet’in yemekteki en ufak hareketlerini bile not almıştı, bir burun kaşıması, ayranı ile yemeğini aynı anda bitirip bitirmediği ya da tabakta kaç tane pirinç tanesi bıraktığı gibi şeyler. Bununla kalmamıştı; bu günlüklerin içine var olmayan bir yaşam kurgulamıştı. Ahmet, kanlı canlı bir kocaydı; ilgili, sevecen, romantik. Ahmet bunlara göz gezdirdiğinde Nour’un kendisini sevdiğine ikna olmamıştı; ama kendisinin Nour’u sevebileceğini anlamıştı. Gerisi de önemli değildi Ahmet için, şunun şurasında ne kalmıştı?
“Gidelim, biz buradan gitsek kim bilecek, bulacak bizi? Yeni hayat kuralım, etrafımızda tel mi var, yok. Bizi kaçmaktan alıkoyan şey yok. Hem gittik mi bizi kovalayamazlar.”
Ahmet gülümsemedi ve cevap vermedi. Nour’un Türkçesi Ahmet ile konuşa konuşa hızla ilerlemişti. Yalnızca Türkçesi değil, gelecek hayalleri de ilerlemişti; artık defterlerden taşmak istiyordu. İşte böyle zamanlarda, Ahmet, arkasına dönüp tüm bunları neden yaşadığını hatırlıyor ve kendini gitmekten alıkoyan da bu oluyordu. Birbirlerine kavuşmalarının ardından belirsiz bir süre geçmişti -bilmiyordu çünkü keyfini çıkarmanın tek yolunun zaman farkındalığından kurtulmak olduğunu anlamıştı- ki Abdülcabbar abi elinde ağır bir çantayla geldi. O mübarek gün geliyor, dedi.
“Gidelim, ne olur gidelim! Biz buradan gitsek kim bilecek, bulacak bizi? Ne olur gidelim! Yeni hayat kuralım, ne olur gidelim! Etrafımızda tel mi var, yok. Bizi kaçmaktan alıkoyan şey yok! Lütfen gidelim! Hem gittik mi bizi kovalayamazlar.”
Ahmet gülümsedi ama acı acı. Nour’a Abdülcabbar abinin ne zamandır anlattıklarını tekrar edip durdu. Onlar bu dünyanın değil cennetin değerli olduğunu bilen insanlardı. Şimdi karşısına cennet ve Nour gibi iki seçenek çıkmışken elbette cenneti seçmesi gerekiyordu. Öte yandan, insanın zaviyesi dünyadan dışa açıldığı için, bu tercihi elbette diyerek yapamıyordu kendi içinde. İmtihan buydu işte. Cihat; mal, mülk, eş, çocuk, makam, mevki, soy, sop dinlemeden koşup yapılması gereken bir şeydi. Ahmet Nour’a bunları söylüyor ve en ufak bir üzüntü belirtisi göstermemeye gayret ediyordu. Nour’a eskisi gibi ciddi olması gerektiğini söylüyordu.
“Olmaz, Ahmet, olmaz! Ben haddi aşmamak için senle odamı ayırmıştım, karşına örtülü çıkmıştım, sana gözümü kaldırıp bakmıyor, sesimi cezbeden uzaklaştırıyordum. Seninle muhabbete vesile olacak kelam etmiyordum; ama artık bir eşikten geçtik. O gün sordum ben sana, hatırla, ellerini tutup sordum, hatırla. Neden ellerini tuttum? Ellerimi tutasın diye ellerini tuttum!”
Ahmet gülümsemedi ve Nour’u kenara itip odasına yöneldi. Nour ağlamaya başladı. Ahmet Nour’un hıçkırıklarını dinlerken, aşktan dolayı içine yerleşen bir çocuksulukla, Nour’a gidip beraber patlayalım demek istedi. Böylece birbirlerini beklemelerine gerek kalmazdı. Yapmadı tabii. Cihat ne çocuk oyuncağıydı ne de aşk oyunu. Nour’un geride kalması ve gelecek yeni mücahitlerin işlerini görmesi gerekiyordu. Belki bir gün o da patlardı; ama mukadderat gereğini yapıncaya kadar onun bir şey yapmaması gerekirdi.
“Annem bana bir gün Ahmet ben seni diplomanı alırken de göreceğim demişti çalışırken de evlenirken de ve torunumu kucağında tutarken de demişti. Ben, küçüktüm; sadece, az çok hayattan gördüğüm kadarıyla, hayaller kurmuştum. Sonra annem öldürüldü. Babam bana umut vermeye çalıştı; ama o gafildi, ölümü nasıl karşılaması gerektiğini bilmiyordu ve bu yüzden günahkârlardan oldu. Sonra, bir hocam vardı, bana güzel resim yapıyorsun, sen çok iyi bir sanatçı olabilirsin diye umutlandırdı, olmadı. Şimdi, sen, bana umut veriyorsun, diyorsun ki gidelim, bir hayat kuralım, yaşayalım. Diyelim ki şeytan beni kandırdı da ben cihattan kaçtım. Sonra büyük bir azap çekileceğim cehenneme sürüldüm; aşk sebebiyle böyle şeylere cüret edebiliriz. Ama ben bu ömürden ne öğrendim biliyor musun? Yalnızca O’nun ipine sarılmak gerektiğini, bütün umutlarımı O’na bağlamam gerektiğini. Çünkü O’nun vaadi asla boşa çıkmaz.”
Ahmet gülümsedi ve ağladı.
“Ahmet bugün saat 14:12’de mutfağa geldi ve yemeğini yemeye başladı. Bıyığını son kısalttığından beri beş gün geçmişti. Çok önemli bir kod yazdığını söyledi, yazdığı bu bilgisayar programıyla küfür ehlini imana sevk etmek istiyormuş. Bu program insana Kur’an-ı Kerim’den ilahi delilleri çarpıcı bir şekilde hatırlatacakmış. Yemeği saat 14:24’te bitti; yoğurdun tamamını bitirmemişti ama yumurtanın olduğu tabağı ekmekle sıyırmıştı. Kodu yazarken odasına bir bardak süt götürdüm. Sütü içerken bıyığı süt oldu. Güldüm. O da güldü ve sonra o sütlü bıyığıyla beni öptü. Şakadan bir tiksinme hareketi yaptım gülerken ve elimin tersiyle süt olmuş yanağımı sildim. Sonra o masasında çalışırken ben de onun arkasındaki yatağa oturdum ve onun çalışmasını seyretmeye koyuldum. Sen böyle bana bakarsan ben nasıl çalışayım ki dedi tebessümle. Aşk azmini artırmaz mı dedim ona. Bu soruyu ciddiye almış olmalı ki sandalyesini bana çevirdi ve şöyle dedi: Dünyevi aşk hevesi artırır. Oysaki biz, ilahi aşkın getireceği itidalle işimize sarılmalıyız. Hevesle yaptığımız işler sabırsızlık çukuruna düşer ve iş sonuca vardığında, istenilen sonuç alınamamışsa, sabırsızlıktan doğan şükürsüzlük insanı isyana sevk eder. Ya da istenilen sonuç alınır da insan zamanla azgınlaşır. İtidalle değil de hevesle çalışırsak isyan kaçınılmazdır.”
Ahmet gülümsedi bunu okuyunca ve bütün hücrelerine temas etmek isteyerek Nour’a sarıldı; bütün nefesiyle teninin kokusunu içine çekti, kulaklarını onun sedasıyla dalgalandırdı ve gözlerini onun rengiyle yıkadı. Ahmet patladı.
İlk Yorumu Siz Yapın