İçeriğe geç

Çöl Dedikleri

Zerreler, keskin bir bıçak suretince, mağara duvarına vuran günışığında alaşağı süzülüyor, bir parıldayıp bir kayboluyorlardı. Kum zerreleriydi bunlar; günışığının vurduğu alanda süreğen ve ipince bir kuşak boyu akıyorlardı. Saçılan aydınlık, mağaranın içindeki kum tepeciğine karamelimsi bir renk ve ılık bir cezbe katıyordu.

Çöl delikleriyle ilk karşılaşmam böyleydi. Bir değil, on değil, yüz değil, çölün tamamına yayılmış binlerce delik. Her biri adeta devasa bir kum saati. Çölün büyüklüğüne nispetle küçücük deliklerdi bunlar. Ama zaman da zerreler gibi durmaksızın akıp giderken, bu küçük delikler koca bir çölü yutmaya muktedir olacak gibiydiler. Bu sorunu incelemek ve en nihayetinde de çözmek için çağrıldım bu çöle. Bir devlet için bir çölün mânâsı nedir bilmiyorum ama, çölü muhafaza etmek istiyorlardı işte. Turizmden, herhalde, çöl egzotik bir mekân neticede. Her neyse, ben ve bir avuç araştırmacı geldik çöle bu vesileyle. Öncelikle rehberimiz bizi bir deliğe götürecekti meseleyi ilk elden göstermek için. Bir Bedeviydi, çölde yaşarlarmış, çok iyi bilirlermiş, tam zamanında gelmişiz ki bu Bedevi’yi yakalayabilmişiz. Tercümanımız bizi takdim ettikten sonra Bedevi yola koyulacaktı ki ismini sormasını söyledim tercümana. Bedevi şaşkınlıkla döndü ve “Abdusselam.” dedi. Ölüce, öylece bir deyişti. Oryantalist bakışa sahip olduğumuzu varsayarak ya onu önemsemememiz gerektiğini ya da önemsememizin bir samimiyetsizlik barındırdığını düşünmüştü belki.

Mağara girişi çölün biraz dışındaydı. Dik bir şekilde en az beş on metre kadar indikten sonra daha düşük bir eğimle ilerleyen tünel, yaklaşık beş dakikalık bir yürümenin ardından genişçe bir mağaraya açılıyordu. Dökülüp duran zerrelerden, zemini yaklaşık beş metre çapında kumdan bir piramit meydana gelmişti. Her yeni zerre düşüşünde tepenin en üstündeki zerreler etrafa saçılıyor, sonra saçılanlar biraz daha saçılıyor, biraz daha saçılıyor ve aşağılara indikçe saçılmalar takip edilemez hâle geliyordu. Kum akışından dolayı mağarada dolaşan küçük uğultu, tülden bir hayalet tenime dokunmuşçasına ürkütmüştü beni.

Sadece bu deliği mi biliyorsun, diye sordu arkadaşlardan biri. Beş on tane daha bilirim, dedi Abdusselam, ama onlar çölün daha da içinde. Binlerce var diyorlar, doğru mu diye sordu bu sefer bir başkası. Vardır dedi Abdusselam. Ne zamandır biliyorsun diye sordum bense. Kendimi bildim bileli dedi o da. Biz çocukken anlatılmıştır bunlar. Ferhat delmiş tünelleri, Mecnun açmış delikleri.

Doğal olarak tercümanımızın yüzüne baktık bu cevaptan sonra. Ferhat kim, Mecnun kim? İkisi de efsane kahramanları diyerek geçiştirdi o da; Mecnun aşkından çöllere düşmüş, Ferhat da sevdiği için dağları delmiş. Elbette, dedim kendi kendime, bu Bedevi’nin dünyasında başka kim açabilirdi ki bu delikleri?

Bazı yüzeysel incelemelerde bulunduktan sonra geri döndük. Yakında bir kasabada bir otel ayarlanmıştı. Sinekten ve pislikten geçilmeyen, çat pat İngilizce konuşulan otelde, otel sahibinin oğlu hariç kimseyle anlaşamıyorduk. Ama uğraşıyorlardı rahat ettirmek için, en azından rahat ettirmeye çalışır görünmek için. Sinekten ve pislikten şikâyet edecek olsak üzülüyorlardı; ama sorumluluk alacak bir hüzün değil de, oranın tabiatının böyle olduğunu ve değiştiremeyeceklerini belirten bir hüzündü bu. Bizi şikâyet etmekten vazgeçiren bir hüzün. Parasını biz verelim de en azından pencerelere tel taktıralım dedik, ona bile yanaşmadılar. Bezmişlikleri kabullenişlerini besliyordu. Yabancı değildi bu his bana; ama çözümü bu denli bariz olan bir mesele için manasız geliyordu.

Ertesi gün yine Abdusselam’ı görmek şaşırttı beni. Rica etmişler, bizi bir başka deliğe daha götürecekmiş. Bu defaki çölün biraz daha içinde. Koca ciplere atlayıp yola koyulduk. Abdusselam cipe bindiğine memnun görünüyordu. Maşallah diyordu, bir çeşit övme ifadesiymiş bu, sürekli aracın bir yerlerini mıncırıp duruyordu. Tercümana araçta bir şeyler gösterip bir şeyler diyordu sürekli. Tercüman da mütebessim bir şekilde eşlik ediyordu. Araç bir çukurdan geçiyordu ki çukurdan çıkamadı. Abdusselam başka bir şey konuşurken bir anda gülmeye başladı: Gelmişiz. Neyse ki aracı biraz zorlayınca delikten kurtarabildik.

Ben mağaraya gireriz diye bekliyordum ama yüzeyden bakacakmışız bu sefer. Tam da bu noktada Abdusselam girişini bildiği tek deliğin dünkü olduğunu söyledi. Onun dışında bildikleri, böyle kendine çeken küçük bataklıklardan ibaretmiş. Bunlara da zaten çölde gide gele denk gelmiş. Bu delik biraz daha büyük görünüyordu, önceki günkünden anca bir ayak genişliğinde zerre kuşağı süzülürken, buradaki deliğin etrafındaki çukurlaşmaya bakılırsa bu delik en azından bir insan genişliğinde olmalıydı. Sürekli akan kumdan dolayı anlamak pek kolay değildi. Tam da böyle düşünürken Abdusselam çukura doğru indi ve elini kumdan görünmeyen deliğin içine sokmaya çalıştı. Elim giriyor buraya diye bağırdı, biraz daha geniştir herhalde. Hemen batmaya başlamıştı, çekip çıkardık panikle. Korkmayın dedi bize, o kadar da çabucak batmazsınız bu deliklere.

Delikleri nasıl buluruz diye sorduk Abdusselam’a. Niye ki, dedi. Devletiniz bunları tıkamamızı istiyor, dedim. Güldü. Şen şakrak bir gülüştü, deliğe geldiğimizdeki gibi. Ben de güldüm bu sefer. Valla dedi, bu da bir yemin ifadesiymiş, üşenmeyip bu delikleri açanlara ve bu mağaraları kazanlara kıyasla işiniz zor dedi. Zaten onlar buna muvaffak olamayın diye kaderinizin ayaklarını bağlamışlardır diye de ekledi. Tercümana tam olarak böyle mi dedi dedim, evet dedi. Sonra söylediğinin ciddiyetinden uzaklaşıp şen şakrak hâline döndü ve bizi çadırına davet etti. Egzotik teklifi geri çevirmedik. Önce su ikram etti bize. Sonra da kahve yaptı. Acı bir kahveydi. Yanık gibiydi daha çok. Biraz çöl hayatını anlattı. Devenin öneminden bahsetti. Bir gün çölde giderlerken devesi çöl deliklerinden birine ayağını kaptırmış. Batmış durmuş batabileceği yere kadar. Tabii bu haliyle kayda değer miktarda kuma gömülmüş. Sıkışmış. Bağırıyormuş acı acı. Zerre oynatamamışlar yerinden. Mecbur üzerindeki yükü çözüp onu da ölmeye bırakmışlar. Bunu duyunca ortama bir sessizlik çöktü. Vahşice geldi. Tekrar gittiniz mi o deliğe dedim. Evet, dedi Abdusselam usulca, kemikleri bile yoktu yerinde. Çöl böyledir, bütün terk edişlerin üzerini örter.

Dışarı baktım. Upuzun giden kızıl bir boşluk, ucu tozluca, belirsizce… Oraya buraya serpilmiş çalılıklar, aracımızın kumda bıraktığı iz… Hepsi yarına kalmadan kaybolacaktı. O an, yapacağımız iş çok ağır gelmişti. Abdusselam’ın dediği gibi boşa kürek çekecekmişiz gibi hissetmiştim. Çölü muhafaza etmeye çalışırken ona daha çok zarar verecekmişiz gibi bir düşünce.

Ertesi günler otelde ne yapacağımızı konuşmakla geçti. Çölü tarayıp delikleri bulmak önceliğimizdi. Ama bir yandan da tıkamak için bir çözüm bulmamız gerekiyordu. Büyükçe beton bloklar düşündük önce, sonra mağaraların böyle bir ağırlığı kaldıramama ihtimali ağır bastı. Daha hafif bir şeyler olsa, yerinden oynatılma ihtimali var. Eğer etrafını çevirirsek, diyor biri, mesela böyle çitle filan, ve tıpa gibi hafif bir şey koysak, o zaman biraz daha dayanır. Bana bakıyorlardı, inşaat mühendisliği hocasıyım ya. Çiti bilemem, dayanmaz herhalde kumda, ama tıpa olabilir dedim. Tamam diye kabullendiler onlar da. İşe yarayacağından emin değildim; ama üzerine fazla düşünesim de yoktu.

Sonra arayışlarımız başladı. Çöl ve delikler. İlk günkü taramamızda Abdusselam’ın gösterdiği ilk deliğin yakınında dört tane daha delik bulduk. En küçüğü Abdusselam’ın gösterdiği delikti. Büyük bir tıpaya benzer bir yapıyı sabitledik. Tıpa biraz batmış, sonra da görünür kum akışı kesilmişti. Akış olup olmadığının teyidi, varsa da ne kadar olduğunu anlamak için sürekli ölçüm yapmamız gerekiyordu. Kamp kurduk o gece orada. Arkadaşlar çölde bir gece geçirmenin egzotik yanını göz ardı etmiş durumdaydılar, zahmetinden dem vuruyorlardı. Akrep gelmese bari diyordu biri, yılanlardan bahsediyordu bir öteki; gülüyorlardı sonra. Biri gidip ölçüm cihazındaki değeri kaydediyordu arada. Beni onlardan ayrı, bir şeylere dalıp gitmiş gibi düşünmeyin, ben de o muhabbetin içindeydim. Ama şimdi, anlatırken, dışında hissediyorum, olmamış gibi hissediyorum.

İlk ölçümlerimiz olumlu sonuçlar göstermişti. Galiba bu çölün yutulmasına mâni olabilecektik. Yeter ki devlet bize yeter sayıda tıpa versin. Devam ettik aramalarımıza. Çöl, kum, rüzgâr, güneş içimize işliyordu her geçen gün. Delikler buluyor, tıpalar sipariş ediyor, onları sabitliyor, ölçüm yapıyor ve devam ediyorduk. Çölün tehlikelerine alışmak zor olmuştu; ama işte, nasıl bir şekilde tıkıyorsak delikleri, o sorunları da tıkıyorduk bir şekilde. İlk günlerde böceklerden dahi korkan arkadaş akreplerle haşır neşir hâle gelmişti.

İlk otuz deliği tıkayıp ölçümlerle bu tıpaların işe yaradığını teyit etmemiz yaklaşık üç ayımızı aldı. Sonuçlar iyiydi, ama önümüzde uzun bir süreç var gibiydi: Çünkü toplam çöl arazisinin sadece yüzde beşini tarayabilmiştik. İşin çabuk bitmesi için fazladan ekiplerin gelmesini talep ettik. Neyse ki talebimiz karşılandı ve on ekip çalışmaya başladık. Yaklaşık altı ayda çölü bir baştan bir başa taramış olduk böylece. Bulduğumuz delik sayısı iki bin üç yüz elli altı adetti. Bunlardan sadece yüz on tanesinin çapı üç metreden büyüktü, diğerleri genelde küçükçe deliklerdi. Tabii onlar için büyükçe tıpaları getirip tıkama işlemi zor oldu; ama bir şekilde başardık. Çöle alışmamızdaki gibi. Mühendislik dedikleri bir şekilde başarmak üzerine kuruludur zaten, şeklin ne olduğu pek önemli değildir. İnsan istemeyegörsün, ya da devlet, o şekil bulunur.

Tıpalarla dolu bir çöl vardı artık. NASA uydu fotoğrafı paylaşmış, arkadaşlar gösterdi. Yukarıdan bakınca, tıpalar sanki kumun yeraltına geçişini engellemek için değil de yeraltından bir şeylerin çıkmasını engellemek için yerleştirilmiş gibi görünüyordu. Zihnimi gıdıklamıştı bu ihtimal, yıllar sonra arkeologların bu ihtimali düşünmekten esas sebebi kaçıracakları bir gelecek tasavvur ediyordum. Boş inanışlar düzeceklerdir; mağaralardaki şeytanlar yeryüzüne çıkmasın diye tıpalar yerleştirmişler diyeceklerdir.

İşleri toparlayıp gitme vakti yaklaşmıştı ki, sahada ölçüm yapmaya devam eden ekiplerin birinden kötü bir haber aldık. Bir başka delik bulmuşlardı. Aslında bu pek kötü bir şey değildi, engin çölde gözümüzden kaçan bir şeyler olabilirdi illa. Çözüm belli, artık iş belli bir standarda da oturmuştu, bize ihtiyaç yoktu. Ama sonraki günlerde kötü haberler gelmeye devam etti. Çöle dağılmış ekiplerin her birinden yeni delik haberleri almaya başladık. Hadi bu son, hadi bu son diye diye yüz tane fazladan delik kapattığımızda bu işin böyle devam edeceğini kabullenecek gibi olmuştum. Sürekli delikler bulunacak, sürekli onları tıkayacağız. Gariptir ki devlet de durumu kabullenmiş gibiydi, her yeni delik haberimizi tepkisiz karşılıyor ve sonra yeni tıpalar ve maaşlarımız için ödenek çıkarıyordu.

Nedense benim de canıma minnetti. Geriye dönüp de devam edecek pek de güzel bir hayatım yoktu. Adı sanı olmayan bir üniversitede dersimi dinlemeyen öğrencilere mukavemet anlatmaya çalışan bir hocaydım. Yalnız başıma yaşıyordum. Eşim dostum yoktu. Yok deyince hiç istememişim gibi oluyor, öyle değildi. Herkes gibi, herkes kadar ben de istemiştim, bir aralar olmuştu da; ama sonra hepsi benim kafamdaki hayallerinin mükemmelliğine yenilmişler ve her biri tarafından terk edilmiştim. Uzun zamandır hayatımda var olan o hayallerdi sadece; o hayaller de, artık, zamanla kumun örttüğü heykellerden ibaretti.

Gitmemek iyiydi. Tabii bir yerden sonra üniversite beni çağırır oldu; ama, çölün cezbesinden mi, hayatın cezbesizliğinden mi, gelmiyorum dedim. Ben çölde oyun oynayacağım. Deliklerden başını çıkaran köstebeklerin kafasına çekiçle vurduğum o çocuk oyunu var ya hani, onun bir benzeri işte. Çölde delikler çıktıkça, her birini kapatacağım. Sonra çıkmasını bekleyecek, çıktıkça yine kapatacağım. Üzüldüm buna bir yandan da. Bu muydu kaderim dedim. Sürekli altına kaçıran bir yaşlının altını bin bir şikâyetle değiştiren evlâdı gibi hissettim. Ama sonra, ben ne yapabilirdim ki başka dedim. Gidip mukavemet anlatmayı istemiyordum on ikinci sefer. Ben, aslında, bir şey yapmak istemiyordum. İstemeyişimi ne kadar uzun süredir ertelemişim de, şimdi çölün deliklerini kapatmakla mutmain olabiliyordum? Telefonda oynadığım oyunu getiriyor aklıma bu, şu şekerleri birbirine bağlayıp patlattığım. Oyundaki bütün bölümleri bitirmek için ant içmiştim bir ara, sonunu görecektim. Oradaki hırsımdan eser yoktu bu deliklere dönüp bakınca; ama yaptığımın ne farkı vardı? Bu sefer bitsin değil bitmesin istiyordum üstelik. Ve görünüşe bakılırsa, bu çölde; bu kıvrımlı, burgaçlı, dehlizli, ipeksi çölde, görülecek bir son yoktu. Olmasındı da, çölü çöl yapan buydu. Demişti ya Abdusselam, onlar buna muvaffak olamayalım diye kaderimizin ayaklarını bağlamışlardır. Bağlandı valla. Valla mı dedim? Valla dedim. Ama bir son olacaktı illaki. Şimdiden ülkede alay konusu olmuştu tıpalar; milli servetin delikler uğruna çarçur edilişine karşı sesler yükseliyordu. Görünüşe bakılırsa ya kısa sürede bu işi bitirecektik ya da artık olduğu kadar denilerek proje sonlandırılacaktı.

Bu belirsizlik hâli devam ederken bir başka delik haberine gittik. Arkadaşlarla ölçüm yapıyorduk. Sonra, dikkatsizlikten midir, kaderimin ayaklarını bağlayışının tezahürü müdür, yanlışlıkla deliğin olduğu bölgeye bastım. Başımıza gelmeyen şey değildi, birileri gelip çekiyordu ve çıkıyorduk. Delikler genelde çok büyük olmadığı için kendimiz bile çıkabiliyorduk hatta genelde. Ama bu sefer arkadaşlar uzaktaydı. Üstelik delik de büyükçe gibiydi. Sesleniyordum ama duymuyorlardı. Beri yönden esen şiddetli rüzgâr da bana yardımcı olmuyordu. Belime kadar battığımda, çığlıklarım mertebe atladı. Hayata dair kayıtsızlığım, ölüme dair endişelerle karşılaşınca bir anda kayboluvermişti. Sesim çatlamıştı birkaç haykırışta, ama arkadaşlarım beni duymuyordu hâlâ. Daha da fenası, öteden bir kum fırtınasının geldiğini görüyordum. Arkadaşlarım panik içinde araçlara yönelirken, birinin beni aradığını gördüm. Seslendiğini gördüm. Sesi ulaşmadı rüzgârdan ve gelen fırtınanın uğultusundan; ama haykırışını gördüm. Sonra bir an göz göze geldik, bana gelip gelmeme arasında kaldı, gözlerim gel derken başımı gelme anlamında salladım. İkimizin de öylece durduğu o upuzun an, onun araca doğru koşuşuyla noktalandı. Kumda gömülmeye devam ederken alelacele gömleğimi çıkarıp etrafıma sardım kum gelmemesi için. Normalde yeterli olmazdı; ama deliğin içine iyice çekildiğim için etrafımı sarabildim. Korkunç rüzgârda uçmadan tutabildiğime şükrettim. Sarsıcıydı fırtınanın içinde olmak. Gömleğim ve çukur bir yerde oluşumun etkisiyle daha az etkileniyordum sanırım; ama yine de fırtınanın uğultusu dahi dehşete düşmeme yetiyordu. Bu esnada boyun hizama kadar gömülmüştüm. Artık bundan sonrası ölüm diyordum, bu çöl o deveye olduğu gibi bana da mezar olacakmış demek. Alın yüklerimi benden, bu yaşamak yükünü çekin alın üzerimden. Ve altımda hazırdı kumdan piramidim, gömün beni oraya, gömün beni ve olmayan malımı mülkümü. Hayal kırıklarımı saçın etrafa, ziyaret edecek vefasızların ayaklarına batsın. Çöl bu, bütün terk edişlerin üzerini örter, terk edilmiş beni de örtecekti elbet. Kimse dinleyemeyecekti hikâyemi benden. Benden dinleyemeyince de bilemeyeceklerdi. Benden ziyade, hikâyemdi terk edileceğine üzüldüğüm.

Böyle böyle ölüme hazırlarken kendimi, fırtına durdu. Uzaktan sesler duydum. Arkadaşlarım ismimi haykırarak deliğe doğru koşuyorlardı. Etrafıma sardığım gömleği güç bela çıkardım. Beni hâlâ yaşıyor görünce sevindiler. Elleriyle çekip çıkarabilecekleri seviyeyi çoktan geçmiştim. Aklına ciple çekmek geldi birinin ama, cipi getirmeyi akıl edememişlerdi. Hemen geri koşturdu biri. Uğraşmayın dedim, böyle olacakmış dedim, bırakın dedim. Olmaz dediler ağlayarak, cip çok uzakta değil, biraz daha dayan dediler. Dayanacak gücüm kalmamıştı, ölüme bu kadar yaklaşmışken geri dönmek istemiyormuş insan. Çeneme kadar gelmişti artık kumlar, kollarım da bir umut yukarı dönük duruyordu hâlâ. Derken birinin telefonu çaldı. Cip arıza yapmış. Halat getireceklerdi, artık yetişirlerse. Yapmasınlar dedim, bırakın dedim, bırakın öleyim. Yok dediler, olmaz dediler, seni bırakmayacağız dediler. Biraz daha gömüldüm. Ne kadar zormuş yavaşça ölmek. Başımı gömesim geldi kuma, kollarımı çekesim kuma; ama içimdeki yaşama dürtüsünü aşamıyordum da. Biraz daha gömüldüm ki, beklenmedik bir şey oldu. Boşlukta sallanan ayağım kuma değdi. Bana mezar olacak sandığım piramidimin zirvesine. Mezar sandığım, beni hayata bağladı. Haberi beni bekleyenlere de verdim, şaşkınlık ve sevinç birbirine karıştı. Daha sonra gelip kurtardılar beni, çıkardılar o delikten. Sonra gerisin geri ülkeme döndüm, ilgisiz öğrencilerime on ikinci kez mukavemet anlatmaya.

Kategori:2022hikaye

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir