İçeriğe geç

hakkans Yazılar

Özgür Düşünce

Dokuz aylık oynarlardı küçükken. İlk dokuz golü yiyen anne olurdu ve anne olanla dalga geçilirdi. Sonuçta bir erkeğin anne olması gurur kırıcıydı. Çünkü orada mesele anne olmak değildi. Şeydi. Söylemeseler daha iyi olacaktı. Biraz bilinmez bir şeydi, ama küçük düşürücü olduğu kesindi. İçlerinde bir oğlan vardı. İyi gol atardı atmasına ama kalecilikte rezaletti; bu yüzden hep anne olurdu. Sadece bir oyunda kaleye oyunun sonlarında geçtiği için erkek kardeş olmayı başarabilmişti. Anne olmanın gurur kırıcılığı yüzünden diğer oğlanlarla sürtüşürdü. Kendini mazlum, hakkı yenmiş hissederdi hep ve hedefsizce bağırdığı ve ağladığı olurdu. Ağlayınca alayın dozu iyice artardı ve o da koşarak eve çıkardı, annesinin dizlerinde anne oldu diye ağlardı.

Market

Küçük bir mahalleye büyük bir market açılacaktı. Mahalle sakinleri marketin otoparkına toplanmışlar, heyecan içinde bekleşiyorlardı. Koca otoparkta kapladıkları yer pek azdı. Açılış törenine bazı siyasilerin de katılacağı duyulduğundan beri, öncesinde de heyecanla beklenen açılışı beklemek iyice güçleşmişti. Daha market inşaatının haberi yeni duyulmuştu ki, muhtar, kahvede etrafına toplanmış ahaliye şöyle demişti: Siyasinin geldiği yerde gül biter. Ahaliden yaşlıca biri, başını sallayarak doğrusun beyim yirmi sene önce vali gelmişti de ilkokulun halini görüp iki aya yaptırmıştı demişti. Muhtar hah diyerek yaşlıyı işaret etmişti; gözlerini kısarak yaşlıya dikmiş, sonra da iyice açarak ahalinin geri kalanı üzerinde gezdirmişti. Hem bu market, öyle büyük bir yatırım ki siyasilerin bitireceği güle bile gerek kalmayacak inşallah, diye de eklemişti. İnsanlar hevesle bekliyorlardı ama ne bekledikleri konusunda bir fikirleri yoktu. Akıllarını açıp bakacak olsaydık, güneş misali bir parlaklık görürdük; bu parlaklığın sebep olduğu göz kamaşmasından dolayı, beklenilen şeyin ne olduğu konusundaki fikirsizliği doğal karşılar ve aklı açtığımız gibi kapatırdık.

Kiralite

Gerçeği arayan her kimse düşer çöle.

Gerçekleri arayanlar çöle düşerler. Ben de düştüm. Aslında düşmek değildi benimkisi, yani yerçekimine ya da hayalin çekimine kapılmak gibi istemsizce değildi. Ben bile isteye geldim çöle. Mecnun öyle yapmamıştı, Küçük Prens de. Bense bilerek gelmiştim, isteyerek. Günümüz bunu gerektiriyordu. Günümüzde düşmek gülünç bir şeydi zira. Günümüzde düşmek sadece kendilik bilincine sahip olamayıp nefsine teslim olanlara has bir cereyandı. Ben buraya bilerek geldim ve amacım daha fazla bilmekti.

Başlangıç

Bir yerden başlamak lazım. Hayat da öyle değil mi, bir yerden başlıyoruz. Yağmur dindiğinde, evet, benim hikâyem yağmur dindiğinde başlamalı. Arnavut kaldırımları, ikindi yeni okunmuş, her yer ıslak ve gri, gökyüzü hariç. Gökte griliklerin arasından sessizce bir şeyler fısıldayan mavilikler ve nereden vurduğu belli olmayan gümüşî bir güneş var; yokuş aşağı giden bir caddede birbirlerinin üzerine binmiş gibi duran yıllanmış binaların camlarından yansıyor binlerce güneş binlerce kere. Ben bütün bunların içinde miyim yoksa büsbütün dışında mıyım emin değilim. İçinde olsam anlatabilir miyim ki mi demeliyim yoksa dışında dursam böyle anlatabilir miyim mi? Net görüntüler ama belirsiz vaziyetlerim var. Camii avlusunda, koca ve yapraksız çınarın altında, abdest tazelemiş camii duvarları da mı anlatmaz vaziyetimi? Hem, bunlar vaziyet mi yoksa sadece mekân mı? Camiyi en son terk eden amcanın ayağını çekecekle ağır ağır ayakkabısına ittirmesinde bile yok muyum ben yoksa? Onun koyu kahve bastonuyla titreye titreye yürüyüp bana yaklaşırken-

Yakında

hakkans.blogspot.com.tr yeni evine taşınıyor. Osman Saygıner’e bu yeni ev için teşekkür ederim.

Yıkmak Üzerine

Peyami Safa’ya…

Bir eliyle çekçek valizinin kulpunu tutuyordu, ötekiyle de sırt çantasınınkini. Otelin girişine baktı gerinerek. Yeniden buraya kavuşmanın huzuruna varmıştı bile. Girişe yöneldi. Çekçek valizinin tekerlerinin tıngırtısı eşlik etti. Rüzgâr kuzeyden hafif esiyordu, sıcaklık yirmi iki dereceydi.

Otel on bir katlıydı. Bir de terası vardı. Soluk pembemsi bir rengi vardı. Köşe kolonlara çiçek takları işlenmişti. Pencereler kareydi, içeriyi yansıtmayan cinstendi. Her katta on beş pencere vardı, merdiven boşluklarındaki pencereleri ve öte taraftaki pencereleri de ekleyince toplam üç yüz elli pencere ediyordu. Tabii buna zemin katta bulunan lobinin yüksekçe pencereleri ve bodrum kattan otelin arka bahçesine geçen çıkıştaki sürgülü cam kapılar dahil değildi. Bunları biliyorum, diye düşündü, neden tekrar?

On İki Dakika

12 Dakika, 2012’de yazdığım ve hayat mücadelesini bir dağa tırmanma serüveni olarak anlatan bir hikâye. E. M. Forster’ın hikâyesiyle beraber okunduğunda, yaklaşık bir asır içinde hayatı kavrayışımızda ilginç değişiklikler olduğunu görüyoruz. Mesela, Forster hayat mücadelesini iki tarafı çitlerle çevrili bir yol olarak görürken (belirli), burada hayat mücadelesi bir dağ olarak (belirsiz) simgelendiriliyor. Forster’ın hayat yolunda farklı yerlere saparak başka ilerlemelerde bulunmak mümkünken, bu hikâyede ise tek amaç yukarı varmak.

Onca emekten sonra, sadece on iki dakika. Öyle demeyin, öyle üzülüyor ki insan, boğazında bir şeyler düğümleniyor ve çıktığı şu zirveden kendini aşağıya bırakmak istiyor. Tüm, tüm yaptıklarım sadece yukarı gelebilmek içindi. Ama, düşününce, başka bir şey de yapamazdım ki. Gelmem gerekiyordu işte: Hayat, kader, umut, inanç, her biri az çok böyle diyordu. Hepsinde iyi olan yukarısıydı, tam burası. Aslında, iyi bir yer yukarısı, şu an gördüğüm haliyle, mükemmel hatta. Ama, on iki dakika denince, insaf diyorsun.

Çeviri Hikaye – Çitin Öte Tarafı – E. M. Forster

E. M. Forster, 1879-1970 yılları arası yaşamış İngiliz yazar. Çalışmalarında ve hayatında hümanizm vurgusu vardır. İronik anlatılarında sınıf farkına dikkat çeker. Aşağıda okuyacağınız Çitin Öte Tarafı isimli hikaye (The Other Side of the Hedge) 1911 yılında yazılmıştır. Hayatı bir maratondan ibaret gören günümüz insanına sembolik bir eleştiridir. https://en.wikipedia.org/wiki/E._M._Forster

Hikayeye, Milton Crane tarafından derlenmiş 50 Great Short Stories kitabında denk geldim (Kitabın Türkçeye çevrildiğini de ekleyeyim). Aşağıdaki çeviri bana aittir. Elbette İngilizce bilmek ve İngilizceden çeviri yapmak farklı şeyler; aşağıdaki çeviride de bunun eksiklikleri mevcut. Artık dilimiz döndüğünce diyelim. Çeviride kullanılan İngilizce metin: http://www.101bananas.com/library2/otherside.html

Adımölçerim yirmi beşte olduğumu söylüyordu; her ne kadar durmak dehşete düşürücü bir şey olsa da; o kadar yorgundum ki, dinlenmek için kilometre taşına oturdum. İnsanlar alay ederek önümden geçtiler; ama içerleyemeyecek kadar kayıtsızdım. Hatta Bayan Eliza Dimbleby, büyük öğretmen, geçtiğinde, bana azmetmemi öğütlediğinde, sadece gülümseyip şapkamı kaldırdım.

Yeşil Yıldız

Bir varmış, bir yokmuş… Karanlık kasabanın ilerisinde, suskun nehirlerin ardında, masum ormanın ötesinde; yeşil yıldızın altında ihtiyar bir kadın yaşar imiş. Bu ihtiyar kadının kavruk, buruş buruş olmuş küçücük elleri var imiş. Güneş bu buruşmuş elleri altmış yedi yıl boyunca her bir gün kavurmuş. Bebekken anne sırtında kavurmuş; çocukken ebelemeç oynar iken; sonra genç kız olmuş da aşkın ateşi güneşe har olmuş; muradına ermiş de sonra tarlada karı-koca beraber kavrulmuş elleri; ve sonra nereden çıktığı bilinmez bir savaş olmuş da kocasının kara haberi gelmiş eve; kadın ellerini dizlerine vurmuş ha vurmuş, vurmuş da kavurmuş. Gel zaman git zaman ihtiyarlık çökmüş de hâlâ güneş kavurur dururmuş. “Ey koca güneş,” dermiş kadın her sabah, “sen kavurmaktan ben de kavrulmaktan bıkmadık gitti.” O sabah da öyle demiş kadın, “Sen kavurmaktan, ben de kavrulmaktan bıkmadık gitti.” Güneş cevap vermiş, “Ben seni kavururum elbet; ama bak şu tarlana orada neler kavururum da onlardan yersin, hem de geçinirsin.” “Hak veririm sana güneş kardeş,” demiş ihtiyar kadın, “senin haksız olduğun gün mü oldu asırlardır da bugün haksız olacaksın?”. “Olsun,” demiş güneş biraz sıkkın, “güneş olmak o kadar parlak olmayı gerektiriyor ki… Geceler yıldızları görürsün de, hele yeşil yıldızı; ama gündüz yok olur her biri.” “Elbet biliriz bunları, artık bana vereceğin yeni bir şey kaldı mı?” deyince ihtiyar kadın, gücenmiş güneş: “O öyle demek değildir; sen demek istersin ki senin benden alacağın yeni bir şey kalmamıştır. Yoksa bende vermek hiç durur mu?” “Ben vermezsin demedim,” demiş ihtiyar kadın, “aynını verirsin. Yazın domates, kışın patates; ha daha vardır; görmüştüm pazarda böyle koca beyaz çiçek gibi bir şey ve turuncu yuvarlak elma gibi bir şey; ama ne fark eder ki? Elhamdülillah tabii, küçümsemek değil bu haşa. Neyse artık bitirelim konuşmayı, bak geldim tarlama aksatmayayım çalışmayı.”