Bu hikâye Aşkar dergisinin 61. sayısında (Ocak-Şubat-Mart 2022) yayımlanmıştır.
O gün tek istedikleri ailecek güzel bir yemek yemekti. Beyaz ışığın geldiği tarafa ilerlediler karanlığın içinden. Kamaşmış gözlerini ovuşturup etraflarına bakınıyorlardı ki, bir “Buyurun efendim!” sesi işittiler. Ailenin babası, kafasını sağa çevirdi ve aydınlığın içinde siyah takım elbiseli, yaşlıca bir beyefendi gördü. Beyefendi, sol kolunu dirseğinden bükmüş, elini karın hizasında tutuyordu. Yüzü buruş buruştu, birkaç büyükçe sivilcesi vardı; keldi ve altın çerçeveli, yuvarlak camlı küçük bir gözlüğü vardı.
Ailenin babası aslında bir şey buyurmak için gelmemişti buraya. Tek istediği ailesiyle beraber güzel bir yemek yemekti. Ancak karşısındaki yaşlı beyefendi buyurun deyince, buyurası gelmişti: “Biz yemek yemek için gelmiştik.”
“Buyurun efendim! Buyurun efendim!” Ancak ortada bir sorun vardı. Beyefendi buyurun dese de buyur etmiyordu. Zaten buyur edecek bir yer de yoktu. Baba bir süre etrafına bakındı. Hiçbir şey anlamadı. Anlaşılan yemek yemek pek kolay olmayacaktı. Bu esnada anne ve iki çocuk da gözlerini ovuşturmayı tamamlamış ve yaşlı beyefendiye bakıyorlardı. Şimdi ne olacaktı?
“Buyurun efendim!”
“Şey, az önce de söyledim ya, biz yemek yemek istiyoruz. Dört kişiyiz.”
“Buyurun efendim!”
Anne döngüyü kırmak üzere araya girdi: “Hayatım, biz niye bu beyefendiyle konuşuyoruz ki? Gidelim yemeğimizi yiyelim.”
“Ama hayatım, nerede yiyeceğiz ki? Gördüğün üzere, etrafta hiçbir şey yok.”
“Buyurun efendim!”
“Babaa, ben çok-acık-…tım.” dedi küçük kız çocuğu, babasının bacağına yapışmış, başını arkaya atmış, nazlı nazlı bakıyordu. Babası kızını öyle görünce içi parçalandı ve yaşlı beyefendiye sinirlendi.
Yemek yemeleri elzemdi.
Baba kızını bacağından ayırıp etrafta dolanmaya başladı. Dolanırken göremediği şeylere çarptı. Elleriyle çarptığı şeylerin ne olduğunu seçmeye çalışırken, sonunda masa olduğunu düşündüğü bir şey buldu. Masanın etrafını elleriyle yoklarken sandalyeleri de buldu.
“Gelin çocuklar!” dedi, masayı ve sandalyeleri buldum.
Anne, çocuklarının ellerini tutarak gelmeye çalışırken, çeşitli şeylere çarpadurdu. Varmak üzerelerdi ki erkek çocuğun sol gözüne bir bıçak battı ve çocuk oracıkta
gözünü kaybetti.
“Ah evladım,” dedi annesi, “önüne bakmadan yürürsen olacağı bu işte!”
Çocuğun bakacak bir önü olmaması pek de kayda değer bir ayrıntı değildi. Annesi çocuğun gözünden bıçağı ustalıkla çıkarıp sildi ve
yemekte lâzım olur diye çantasına atıverdi.
Çocuğun canı acımamıştı nedense, o yüzden bu mesele çabucak unutulup yola devam edildi ve masaya varıldı. Çocuklar el yordamıyla sandalyelere oturtuldu. Erkek çocuk yerinden kalkmasın diye telefonda oyun açıp eline verildi. Kız çocuk da ağabeyini izlemeye daldı.
Anne babaya döndü: “Çocuğun gözü çıktı gelirken.” dedi.
“Kötü olmuş.”, dedi baba. “Neyse biz yemek işini halledelim gel hadi.”
El yordamıyla etraflarında ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Anladıkları kadarıyla çocukların oturduğu tarafta cam vardı, daha ileri gidilmiyordu. Masanın sağ tarafında ise yine masaya benzer bir şeyler var gibiydi.
“Buyurun efendim!”
“Sen de nereden çıktın?” diye bağırdı baba.
“Buyurun efendim!” oldu yine cevap.
Baba yaşlı beyefendiye duyduğu öfkenin de etkisiyle kendisini bitap ve naçar hissetti.
“Aslında bu adama sadaka mı versek, belki dilenci filandır.” dedi anne. “Hem üzerimizde nazar vardır belki çocuğun gözü filan da çıktı.”
Baba öfke ve çaresizliğinin etkisiyle, hınç içinde para çıkardı cebinden:
“Al al!”
“Buyurun efendim!”
“Yahu sen hiç başka bir şey bilmez misin-“ derken, etraftaki aydınlık biraz azaldı. Koyu kahverengi masa ve sandalyeler, üzerlerinden beyaz bir örtü kaldırılmışçasına, aydınlığın içinden
kurtuldu.
“Ah hayatım, bak, bu adam, parayla çalışan bir lambaymış!” dedi anne.
“Bütün lambalar parayla çalışır! Hem bu parayla çalışan değil, çalışmayan bir lamba!” dedi baba.
“E o zaman biraz daha para ver de şu aydınlık azalsın, etrafımızı görelim.”
“Buyurun efendim!”
“İyi iyi, al al.”
“Buyurun efendim!”
Baba parayı tutuşturur tutuşturmaz, aydınlık örtü biraz daha çekildi. Etrafın aydınlığı azalınca, masanın sağ tarafında boylu boyunca bir tezgâh, tezgâha gömülü bir fırın ve bir ocak belirdi.
“Bak hayatım, mutfağın önemli bir kısmı geldi bile!”
“Siz yok musunuz siz, paraya her bir şeyi yaparsınız be! Yazıklar olsun!”
“Hayatım, çocukların yanında bağırmasan…”
“Ne bağırma bağırma! Şuna bak! Paraları almasını biliyor!”
“Tamam hayatım, anlaşılan biraz daha vereceksin ki adam yemek pişirsin.”
“Ne parası yahu? Yemeğim gelmeden bir dolar daha vermem!”
“John, rica ederim…”
“Sus sen de! Lanet olası!”
“John…”
Anne ağlamaya başladı. Anne ağladıkça ve gözyaşları aktıkça ve gözyaşları yüzünden aşağı damladıkça damlalar
kristalleşti.
Anne bu, pratik zekâsı yüksek; ziyan olmasın dur bakayım deyip derhal masaya gitti ve gözyaşlarını masaya damlatarak bardaklar ve kadehler meydana getirmeye başladı. Baba kollarını kavuşturmuş ve gözlerini karşıdaki aydınlığa dikmişti, kısarak. Anne kadehleri oluşturduktan sonra, az önceki dargınlık hiç olmamış gibi önce kocasına, sonra da çocuklarının önüne yerleştirdi kadehleri.
“Buyurun efendim!”
Sonunda yaşlı beyefendi bir işe yaramıştı. Anne ve babanın kadehlerine şarap, çocuklarınkine ise karışık meyve suyu koymuştu. Baba içten içe yaşlı beyefendinin yola geldiğine sevinmiş; ama öfkesi henüz sönmemişti.
Anne tam da mutlu bir yemek yiyecekleri hayalini dolu dolu kurmaya başlamışken, kız çocuğu erkek çocuğun telefonundaki oyunu oynamak istedi. Erkek çocuk hayır olmaz dedi, bu erkek oyunu bir kere tamam mıııa dedi, bunun üzerine kız hıçkırıklarla ağabeyinin elinden telefonu çekmeye çalıştı, aldım verdim ben seni yendim derken erkek çocuk telefonu sertçe çektive
!?!:?;!:::;
Kız çocuk dengesini kaybedip sandalyeden düştü. Düşmeyle beraber bir kırılma sesi yankılandı. Anneyle baba çabucak masanın altına eğildiler. Meğerse çocuklarının aydınlığı porselendenmiş, kırılma sesi ondanmış. Hah, dedi anneleri, tabaklar buradaymış!
Kızının kanına bulanmış kırık porselenlerin altından güzel ve kansız ve kırılmamış porselen tabaklar çıkardı anne. Baba da modern bir baba olmanın gerektirdiği şekilde annenin masanın altından çıkardığı porselen tabakları masanın üzerine dizdi. Bu esnada gaipten gelen siren sesleri vardı, sonra bir baktılar ki kızın yaraları güzelce bandajlanmış, kız da masada eskisi gibi oturuyor. Anne babaya baktı, o esnada baba cüzdanını arka cebine koyuyordu, tamam ben para şeysini hallettim dedi. “Buyurun efendim!” dedi yaşlı beyefendi, babaya hastane masraflarının para üstünü uzattı.
“Üstü kalsın,” dedi baba, “yemek getir bize ne olur.” Neticede tek istedikleri ailecek güzel bir yemek yemekti.
“Buyurun efendim!” dedi yaşlı beyefendi, bunun üzerine odanın sol tarafında bir buzdolabı aydınlık örtüsünden sıyrıldı.
“Al işte, adam bildiğin yemeği bize yaptıracak!”
“Hayatım kendin pişir kendin ye mekânı olmasın burası?”
Bunun İngilizcesi ne ki nasıl söyledi ki bunu anne? Neyse, ziyanı yok. Daha ortada yemek bile yok.
“Babacığım ben çok ama çok acık-…tımmmmm.” dedi kız çocuğu dudaklarını büzerek, dirseklerini masaya koyup ellerini yumuk yapıp çenesine dayayarak. Az önce yaşadıklarının da etkisiyle kan şekeri iyice düşmüştü herhâlde. Baba çok üzüldü, ağlayacak gibiydi; ama erkekler
anlamazdı.
“Tamam, yeter.” dedi, “pes ediyorum, al ne kadar para istiyorsan al da bize yemek ver ne olursun.”
“Buyurun efendim!”
Baba bir anda çok para verdiği için birkaç şey aynı anda gerçekleşti. Bir yandan buzdolabının kapakları açılıp içerisi çeşit çeşit et, sebze, meyve ve içecekle dolarken, bir yandan da aydınlık örtü iyice kayboldu ve camın ötesi göründü. Genişçe bir yeşilliğin içinde tek tük köyler bulunuyordu. Yeşillik içinde civcivler, tavuklar, ördekler, kuzular, koyunlar, inekler mutlu mutlu koşuşuyor, meleşiyor, böğürüyor, ötüşüyordu. Ötede dağlar vardı, dağların arasından bir nehir akıyor, nehrin ardından bir güneş gülümsüyordu. Kimi zaman nehrin içinden fırlayan balıklar havada akrobatik hareketler yapıp tekrar suya dalıyor, gaipten gelen alkış sesleriyle neşeleniyorlardı. Kız çocuk arkasını döndü ve “Aaaa çok güzeller!” diye sevinçle bağırdı. Çok geçmeden de “Aaaaa ama gidiyorlaar!” diye ekledi. Buzdolabı sebzelerle doldukça ovadaki yeşillikler yok oluyor ve toprak arazi kel gibi, yalnız gibi, postapokaliptik gibi, öksürmüş gibi çorak ve çatlak kalıyordu. Buzdolabı etlerle doldukça yeşillikte gezinen hayvanlar bazı iç kanatan çığlıklar eşliğinde buhar olup uçuyor, nehir kızıla çalıyordu. Gerçi zaten buzdolabı elektrikle çalıştığı için nehrin çoğu kurumuştu, ha kızıl kurumuş ha mavi.
Baba buzdolabının yiyecekle dolduğunu görünce gözleri iştahla açıldı. “Hadi bakalım, işe koyulalım.” dedi.
“Buyurun efendim!” diye ekledi yaşlı adam.
“Ama baba bak her yer bozuldu!” diye
ağladı
kızcağız. Babası
“Yemekte konuşuruz tatlım.” deyip ayağa kalktı.
Babayla beraber anne de ayağa kalktı ve buzdolabından yiyecek çıkarmaya başladılar. Babası çabucak pişsin diye cızbız et yapacak, anne de leziz bir salata hazırlayacaktı. Baba etleri eline aldı almasına; ama onları koyacağı bir tava bulamadı. Artık kafasında buyurun efendim diye bellediği adama dönüp biraz daha para verdi. Parayı verir vermez korkunç bir patlama sesi duyuldu. Kız çocuk korkuyla ellerini kulaklarına kapayıp başını masanın altına eğdi. İki yandan bağlanmış saçlarını da ellerinin altına almıştı ki böylece artık hiç hem de daha da hiç ama hiç artık duymazdı o kötü şeyleri. Babayla anne ise ellerinde yiyeceklerle şaşkın bir şekilde yere çömelmiş, olan biteni anlamaya çalışıyorlardı. Erkek çocuksa etkilenmemiş bir şekilde oyununa devam ediyordu. Derken bir “Buyurun efendim!” daha işitildi. Yaşlı beyefendi elinde teflon bir tavayla arz-ı endam etmişti. Gerçi bir yere gitmiş miydi onu da bilmiyorlardı
ki. Baba yaşlı beyefendinin karşısında çömer vaziyette durmanın getirmiş olduğu aşağılanma hissini bastırmak için hışımla ayağa kalkıp tavayı aldı. Baba ayağa kalktığında gördü ki sağ taraftaki dağ patlatılmıştı. Etrafa meteor gibi saçılan kaya parçaları bazı köyleri haritadan silmiş görünüyordu. Olurdu böyle şeyler. Kaya parçalarının etrafına bariyerler çekilmiş, bariyerlerin etrafında çok hızlı konuşan Uzak Doğulu turist kafileleri belirmişti. Turistlerin kamera flaşları, gökyüzündeki yıldızlar gibi titrek parlaklıklar saçıyordu.
Anne salata yapmaya başlayacaktı ki bıçağının olmadığını fark etti. Ah, çantamda vardı ya, dedi, çıkarıp kullanacaktı ki kullanmadan önce yıkamanın iyi olacağını düşündü. Ama su yoktu. Oğlunu yollayıp bir koşu şu ilerideki kurumaya yüz tutmuş nehirden su getirtse iyi olacaktı.
“Oğluuuum, annenin suya ihtiyacı var.”
“Anneee, o zaman git al sen suyu. Ben oyun oynuyorum.”
“Ama oğlum sen hemen bi’ koşu gidip gelirsin. Hadi evladım.”
Çocuk oflaya puflaya telefonu masaya bırakıp ayağa kalktı ve camı yumruğuyla kırıp nehre doğru ilerlemeye başladı. Yumruğundan akan kan ardında iz bırakıyordu. Bu iyi bir şeydi, kaybolursa kolayca bulunabilirdi.
Baba tavada hafifçe zeytinyağı gezdirdikten sonra etleri tavaya dizdi ve tam da pişirecekti ki başka bir sorunla karşılaştı. Ocak çalışmıyordu. Buyurun efendime döndü yine, tam para verecekti ki, hayatım bekle dedi eşi, sandalyenin kenarına astığı çantasından biraz para çıkarıp verdi, dedi ki hayat müşterek. Kocası gülümsedi ve parayı buyurun efendime uzattı. Yaşlı beyefendi cebinden bir telefon çıkardı, birkaç mırıltılı konuşma yaptı. Gaipten yabancı dilde muhabir sesleri geldi önce. Sonra
güm
güm
güm
güm
güm
güm
güm
Bu defa alışmışlardı, yerlere eğilmediler. Hem bu güm güm sesleri daha uzaktan geliyordu, pek de sarsıcı değildi. Sonra birkaç savaş uçağının sesini duydular, çok yakınlarından geçti uçaklar. Kız çocuğu başını masanın altında tutup kulaklarını da saçları ve elleriyle tıkamaya devam ettiği için bunları duymuyordu. Korkusunu, korktuğunu unutmuş, korkusuzca yaşadığı sanrısıyla başka bir boyuta geçmişti. Bu boyutta, boynunu eğişi, kulaklarını kapatışının farkında olmadığından, baş ağrısının sebebini de anlayamayacak, arada bir ağrı kesici filan alarak ağrıyı hafifletecekti. Kerataaa, var ya babasının parasıyla seni gidi seni
Uçakların geçişi bittikten sonra ocağa gaz geldi ve etler tatmin edici cızırtı sesleriyle pişmeye başladı. Derken aksaklık işte aksaklık aksaklık insanın peşini bırakmaz ki, ocak bozuldu. Baba artık ağlamak istiyordu; yine mi para vereceğim ben diyordu. “Buyurun efendim!” diye bağırdı yaşlı beyefendi gülerek. Babanın aklına bir anda ocağın garantisinin olması gerektiği geldi: “Ha ha! Bu defa benden para alamazsın! Bu ocağın garantisi vardır kesin! Çağır hadi çağır teknik servisi de gelsin, para almadan yapsın da bir müşteri memnuniyeti olsun yahu!”
“Buyurun efendim!” dedi yaşlı beyefendi yine. Anlaşılan ocağın garantisi yoktu. Hadi bakalım, diye düşündü baba, son kez veriyorum bak dedi. Dışarıya baktılar ki çorak toprağın içinden gökdelenler yükseldi, gökdelenlerin arasından bir yol kıvrıla kıvrıla camın önüne kadar geldi. Sonra birkaç güm sesi daha uzaklardan, ve işte geliyor teknik servis gökdelenlerin arasından. İki görevli galoşlarını giyip içeri geçti. Baba hoşgeldiniz dedi ama teknik servis aldırmadı. Birkaç tak tuk, birkaç çat pat ve ocak yandı hemen. Babaya bir kâğıt uzattı teknik servis, imza dediler sadece, baba imzasını attı ve galoşlar çıktı ve araç hızla uzaklaştı.
Baba her şeyin adım adım gerçekleşmesinden çok bıkmıştı; ama artık sonunda etler de pişmiş, yapması gereken bir şey kalmamıştı. Eşine dönüp baktı ki onun hâlâ salatayı hazırlamamış olduğunu fark etti. Anne çocuğu su alması için nehre gönderdiğini söyledi.
Oturup beklediler. Kız çocuk ellerini kulaklarına kapatıp öylece durmaktan taş kesilmişti; ama balmumundan yapıldığı için çok gerçekçi duruyordu. Anne-babası bu yüzden ona bir şey olduğunu anlamamışlardı.
Erkek çocuk gelmedi. İz bıraktı, arkasından gidip baksak mı dedi annesi. Baba ise yemek soğuyacak, boş ver dedi. Yine bir yerlerde oyuna dalmıştır serseri. Serseri kan kaybından ölmüş de olabilirdi. Belki de serinlemek için girdiği nehirde boğulmuştu. Belki de savaş uçakları yolda karşılaştığı oyun arkadaşlarını vurmuştu da demokrasiye olan inancını kaybetmek suretiyle dağa çıkıp terörist olmaya karar vermişti. Kin bilir.
“Ben salatayı yapayım, hem mendille silmiştim zaten bıçağı, artık olduğu kadar. Oğlumuzun kanı bizi hasta edecek değil ya!” dedi anne ve salatayı hazırladı. Salata için bir kap gerekebileceğini düşündülerse de, anne ben herkesin tabağına pay ederim deyip işi çözdü. Masadan tabakları bir bir getirdi ve salatayı elleriyle eşit bir şekilde paylaştırdı. Salata paylaştırıldıktan sonra da baba etleri getirdi. Hadi hayatım, dedi eşi, selfie zamanı. Ah tabii, dedi baba, çıkardı telefonunu, ayarladı kadrajı ve parmağını ses tuşuna denk getirdi. Gülümsedi anne baba; masada yemekler, kız çocuk bakmıyor ama o hep öyledir zaten fotoğraf çekilirken hiç bakmaz kameraya çocuk işte daha bu şeyleri pek bilmiyor. Hadi yiyelim artık, dedi baba ve telefonunu kaldırdı. Fark etti ki çatal-bıçak yoktu. “Bir de onlara para veremem,” dedi, “elimizle yeriz.”
İlk Yorumu Siz Yapın