Vakit yaklaşıyordu. Kırmızı kalemi alıp takvime bir çarpı daha attı. Kalemi her eline alışında, kalemin kırmızı ve sert kapağını her açışında, kalemi takvimin üzerine doğru her götürüşünde, kalemin takvime her temasında, çarpının ilk çizgisinde, çarpının ikinci çizgisinde; ve sonra gerinip git gide artan çarpılara her bakışında, hayallere dalmaktan kendini alamıyordu. Sonra kalemi vücudundan neredeyse taşmak üzere olan heyecanla tezat oluşturacak bir yumuşaklıkla kapağıyla buluşturuyor ve bu kızıl ayin kapağın tık sesiyle son buluyordu.
Öbür dünyaya zorlu bir eşikten geçiliyordu elbette; ama bu dünyanın da aşağı kalır yanı yoktu. Olsundu. Bu dünyanın zorluklarına katlanmaya alışmıştı. Bu dünya, kendisini bir gökdelenin sırası önemsiz bir katında kırk metrekare bir daireye, düşük maaşlı ve birkaç seneye belki de robotların yapacağı bir işe, yersiz yurtsuzluğa, yalnızlığa, ailesizliğe atmış olabilirdi. Olsundu. Bu dünya, kendisini şişman, sivilceli, bakımsız, rahatsız, kusurlu bir bedene hapsetmiş olabilirdi. Olsundu.
Uyusundu.
Ertesi gün işe gitti. Bilgisayar başı, hesap kitap, topla çıkar, çarp böl, grafik hazırla, kravatı düzelt, kahve iç, biraz daha kahve iç, saatine bak, öğle arası, mikrodalgada ekmek arası. Cips atıştır, çikolatayla tamamla, sonra iş başı, kahve başı, yol saçı başı, kes tıraşı. Yarın deadline biliyorsunuz toplantıyı saat ona schedule ettiniz mi desin müdiresi -hayır hayır direktörü- belli bir mesafeden ve bey diyerek ve havadaki burnunu oturan kendisine indirmeyerek ve mailin sonuna otomatik eklenmiş gibi kaskatı bir iyi günler dileyerek.
Sonra metro uğultusu, kaybolur içinde mutsuzu umutlusu; var oluşlarında yok dolu anlamlar arayanların çığlıklarıyla fren yapan ve istasyondaki kapı hizalarında rahatsız edici bir kesinlikle duran vagondan, yani sesle konuşan ve hazla gülen insanların kara yanık ummanlarından var gücüyle uzaklaştı. Parkta bir başına pek ağır ve bitmek bilmez bir yürüyüşe çıkmış ihtiyarlara benzetirdi yürüyen merdivenleri. Onlar kadar yalnız ve onlar kadar yük altındaydılar. Kendisi dahil.
Sonra eve vardı ve bilgisayarını açtı. Öbür dünya hakkında ne varsa izliyor, dinliyor, öğreniyordu. Günleri hep sayılıydı belki; ama şimdi artık kalan gün sayısından emindi. Öbür dünyaya hazırlıksız gidemezdi. Bu dünyadaki sıkıntılara katlanmasının bir nedeni vardı. O müdirenin burnunu tuttuğu gibi aşağı indirmeyişinin, sesle konuşanların dillerini kesmeyişinin, sefaletten kurtulmak için debelenmeyişinin bir sebebi vardı. İşte o sebepti öbür dünya. Varmak için çok az süresinin kaldığı öbür dünya için bu dünyada çektikleri önemsizdi. Öbür dünya için kefaret sayıyordu tüm bu dünyada çektiklerini. Hem orada ebedî kalacaktı. İşte büyük kurtuluş buydu. Sorgulamaya kalksa başına gelenleri ve gelecekleri, en başından en sonuna kadar bebek gibi bağıracağını ve ağlayacağını biliyordu. Ne gerek vardı ki bunlara? Bunların önemi neydi ki öbür dünyanın yanında? Yoktu. O, öbür dünya hakkında yeni şeyler öğrendikçe yerinde duramıyor ve yerine mıhlanıyor, hem yere düşüyor ve dahi göğe yükseliyordu. Bunun biraz hastalıklı olduğunu kabul ediyordu tabii ama-
Bir çarpı daha. Sonra uyusundu.
Rüyasında öbür dünyayı gördü. Zengin ve dokundukça avuç içlerini hoş eden ve rüzgâr estikçe hışırtılarıyla çocuksuluk üfleyen yeşilliklerin, parlaklığıyla kalbi aydınlatan göğün arasından akan süzme bal ve şarap ırmaklarının, ırmakların yanı başında altından testilerin, bembeyaz kadehlerin içince üstünce yanınca ve ötesince, içinde üstünde yanında ve ötesinde. Her çeşit meyvenin kol mesafesinde asılı durduğu diri gövdeli ve az yapraklı ağaçlar, ağaçların az ve küçük yapraklarına rağmen koca çınarları andıran koyu gölgeleri; şarkıları bir yaz esintisi gibi güneşi ferahlatan safir rengi kuşlar, kalbinde akşamüzeri gibi, soba sıcağı gibi mayıştıran bir sıcaklık… Bu sıcaklığın membaı ipekten yeşil bir elbise, astarları atlastan bir yatak, billur kaplarda zencefilli içkiler içince üstünce yanınca ve ötesince. Yanına bir dönüyor ki, güzelliğiyle insanı alçaltan ve insana yücelten, insana nefes olan ve insanın nefesini kesen, insanda fırtınalar koparan ve insandan fırtınalar çıkaran bir huri.
Uyansındı. Alarmı dahi ona öbür dünyayı hatırlatıyor. Vakit yaklaşıyor. İşte o gün geldiğinde, bunların hiçbir anlamı kalmayacak. Ama şimdilik anlamı var. Anlamı değil, gereği var. Gafillerin ise kalpleri mühürlenmiştir. Onlar için bunların anlamı vardır, gereği değil.
Saat ona schedule edilmiş toplantıda sunumunu pie chartlar eşliğinde yaptı. Şirketin durumu kötüye gidiyordu, kırmızı renkler bunu gösteriyordu. Yeşillerin artması için öncelikle daha canileşmek ve sonralıkla daha az tembellik yapmak ve çok kahve içmek – ama şirkete zarar ettirecek kadar çok içmemek-, maaşların devamlılığı için uygun ama uygunsuz faizli krediler çekmek ve -her- zaman zaman selametimiz için mesaiye kalmak gerekiyordu. Neden? Çünkü defalarca kat edilmiş yollar bunu gerektiriyordu. Defalarca kat edilmiş bu yollar defalarca aynı sıkıntılarla sonuçlanmamış mıydı? Kriz deniyordu sanki olağanüstü bir şeymiş gibi. Değildi ki. Neden tekrar ediliyordu o zaman? Çünkü birileri öyle diyordu birilerine, tasmalarından tutup başlarını, okşuyorlardı sahte bir şefkatle. O birileri de kuyruğunu sallıyor ve başka birilerine öyle diyordu. Sesle konuşuyorlar ve işlerini yalnızca hesapla kitapla çözüyorlardı.
Direktöriçe hoşnutsuzdu. Kalemini elinde döndürüyor ve görsel efektler departmanının kafasına konduracağı ampul animasyonunu bekliyordu. Arşimed’i tanımaz etmez, hamamdan anadan üryan çıktığını görse çantayla kafasına pis sapık diyerek bir tane indirirdi muhtemelen ama Evreka diye bağırmaktan keyif alır muhakkak. Ancak meeting ortamında Evreka demek uygunsuz kaçabilirdi. Alınacak tedbirler bullet pointler ile ifade edilmeliydi, bu bullet pointlerden bir slaytta maksimum 6 tane olmalı ve her bullet point 6 kelimeden oluşmalıydı ki dünya kurtulsun. Peki ya öbür dünya?
Saat on bir otuz iki olmuştu toplantı bittiğinde. Meeting yaptık bari beraber yemeğe çıkalım denildi. Oysaki bu yemek şirketin kırmızılarını artırmaz mıydı? Öyle düşünülmedi, düşünmek öyle değildi. Bu düşünmek değil kabalıktı. Kabalığın kalabalık yaptığı bir dünyada yaşanmamalıydı, peki ya öbür dünya? Müdirektöriçe neyse ki havadaki burnunu biraz aşağı indirmişti; ama bu da burnu havada olmadığını ispat içindi. Business lunchta professional bir samimiyet, oturaklı ve wisdom dolu bir kahkaha, honest ve dağınık bir topuz ve beyaz gömleğin gerdan bölgesindeki birkaç düğmelik açıklığından bütün zarafetiyle sarkan ince pırlanta kolye gibi hususi gereklilikler.
Öbür dünya için öğleden sonra izin almıştı. Bu da kırmızı demekti; ama olsundu, öbür dünya için bazı kırmızılar gerekliydi. Öbür dünya sempozyumu yapılacaktı şehirde, kesinlikle katılması gerekiyordu. “Hocam” dediği kişi geliyordu, onun elini öpüp başına koymasa olmazdı; bütün bağıramayışlarını ve ağlayamayışlarını dudağından eline aktarmalıydı. Heyecanı, ötelediklerine karşı hışmını artırıyordu. Metroda sesle konuşan bir grup liseliye kaşlarını çatarak bakmaktan alıkoyamamıştı kendini. Biri sonunda rahatsız olmuş ve “Ne bakıyon birader?” demiş ve sonra sesle konuşarak onunla çeşit çeşit alay etmişlerdi. O, sesle konuşmayacaktı. Hayır, sesle konuşmayacaktı.
Sempozyuma vardığında kendini kendine yakın insanların içinde bulmaktan dolayı huzur duydu. İsmini söyledi ve kimliğini verdi ve imzasını attı ve içeri geçti ve koltuğa oturdu ama koltuğa sığamıyordu, hem mecazen hem madden. Etrafındaki herkes öyleydi. Yanına biri sığdı, sığmaya çalıştı. Patlamasaydı inşallah.
“Öbür dünya sempozyumunun bizim şehrimizde gerçekleşiyor olması müthiş değil mi dostum?”
“Evet, ben de çok heyecanlıyım kardeşim. Bu günleri göreceğimi hayal bile edemezdim.”
“Evet, neredeyse ömrüm boyu bu anı bekliyordum.”
Sonra isim cisim nesin necisin muhabbeti yaptılar. Ama bunlar anlamlı değildi, sadece gerekliydi. Sonra ışıklar söndü, heyecanla birileri bağırdı, sonra güçlü bir müzik eşliğinde “Hocam” dediği kişi içeri girdi. Alkışlar, feryatlar ve figanlar havada uçuşup “Hocam”a gittiler. “Hocam” mağrur bir edayla sevgi selini kabul etti; ama çok geçmeden dükkânının önünü süpüren bir esnaf gibi susturdu alkışları. Arkada ÖBÜR DÜNYA SEMPOZYUMU yazılıydı. “Hocam”ın ardından birkaç kişi daha geldi. Daha az alkışla ama benzer bir muhabbetle karşılandı bu kişiler de. Sonra masaya oturdular ve bir moderatör eşliğinde öbür dünyayı anlatmaya başladılar. Önce “Hocam”a söz verildi.
“Öbür dünya, çok, çok büyük, aklın hayalin almasının gerçekten de imkânsız olduğu, ve benim artık ancak işaret edebildiğim bir ‘şey’. Ona yalnızca işaret edebiliyor olmam, onun azametinin delilidir.”
Sözü bu noktada alkışlarla kesildi. Ağlayanlar vardı şimdiden. Sonra “Hocam” eliyle alkışları kesti ve şöyle devam etti:
“Biz, önce, Dünya’ya geldik ve bizim Dünya’ya gelişimizdeki asıl amaç öbür dünya idi. Öbür dünyanın tarlası olacaktı bu Dünya. Ve biz öbür dünyayı tasarlarken, ilk düşüncemiz de buydu. Öbür dünyayı, Dünya ile ilişkilendirmek suretiyle öbür dünyayı gerçekten de öbür dünya yapabilecektik. Ancak, öbür dünyanın azameti her şeyin üstünde oldu. Hepimizi derinden etkiledi. Kim cennete gitmek istemez ki? Herkes ister. Şimdi, o zaman, bütün duyularımızı öbür dünyaya teslim edelim!”
Herkes önce vücuduna ince bir giysi geçirdi. Sonra herkes kafalarını salonun yukarısından indirilen ve bütün kafayı kaplayan aparatlara teslim etti. Ve tanıtım başladı. Cennetten bir köşeye yükseldiler. Tıpkı onun rüyasındaki gibi başladı her şey. Ama bu defa yanına dönüp bir huriyle karşılaştığında bitmedi. Rüya, bir anda uzaklara fırladı. Dağ soğuğunda bir zirveyi fethetmeyi hissetti insanlar. Sonra esmer şekerden bir çöle düştüler. Bu çölde sütten vahalara, kızıl develere ve gecenin ve peçeli dansözün cezbesine kapıldılar. Gece gözleri yukarı dikildi; güzelim dolunaya git gide yaklaştılar ve bir anda üzerine vardılar. Uzaktan Küçük Prens geçiyordu, herkes istisnasız ağladı onu görünce. Baktılar ki üzerinde durdukları Ay’ın yüzünde güller bitmeye başladı. Güllerin kırmızısına balıklama atladılar ve kokusuyla mest olurken gözlerini kapattılar. Bu kırmızılık bir süre sonra pamuk şeker pembesine döndü. Kafalarını bir havuza dalmışçasına kuvvetle kaldırdıklarında kendilerini tropik bir adanın lüks bir otelinde özel ve pembe ve çilek kokulu bir sabunla köpürtülmüş bir jakuzide buldular. Etrafındaki hurilerle jakuziden çıkıp boncuk mavisi denize daldılar ve burada neon ışıklı balıklarla yüzdüler ve sonra balıklar onlara yüzgeçlerini uzattı ve arkada güzel bir müzik çaldı ve hepsi öbür dünyanın ne kadar güzel olduğunu söyleyerek dans ettiler. Böylece tanıtım sona erdi. Herkes tanıtımın etkileyiciliğinden dolayı tir tir titriyordu. “Hocam”ın yüzü güldü.
“Yaklaşık yirmi yıl önce, devasa bir projeye giriştik. Bütün Dünya’nın üç boyutlu modelini sanal ortama aktardıktan sonra, insanlara bu Dünya’da yaşama fırsatı verdik. Dünya isimli projemiz bir yandan Dünya kadar gerçekçi, bir yandan da Dünya’nın olamayacağı kadar olağanüstüydü. Gerçek Dünya’da yapamadıklarımızı bu Dünya’da yapabiliyorduk; hem de bütün zahmetlerinden azade bir şekilde. Alplerde kayak mı? Oldu bilin! Peki ya Afrika’da safari? Hemen! Akşam yemeğinizi tropikal bir adadaki deniz üzeri bungalovunuzda yemek ister miydiniz? Tabii ki! Ya da kötü şeyler de, gerçek ve can acıtıcı sonuçları olmadan gerçekleşebiliyordu. Savaş, açlık, aşk… Bu sayede gerçek Dünya’daki suç oranını dahi azalttık. Daha neler neler… Dünya, onun sakinleri tarafından git gide genişleyen ve geliştirilen ve bu gerçek Dünya’dan çok daha farklı ve çok daha güzel yerlere erişen bir proje oldu. Ancak, Dünya’yı tamamlayıcı bir şey gerekiyordu. Dünya projemizin gerçekçiliği bir artı olarak görülebilir; ama gerçekçilik gerçek-dışılığı kapsayamaz. Gerçek-dışılığı da bir şekilde kapsayabilmeliydik. Bu da, öbür dünya fikrini doğurdu. Dinlerden ve mitolojilerden ilhamla ve mostmodern sanatın bütün imkânlarıyla, bu defa çok daha büyük, etkileyici ve sonu olmayan bir yola çıktık. Öbür dünya projemiz için çalışan yaklaşık on milyon sanatçımız, Dünya’nın yüz on katı büyüklüğünde bir öbür dünya oluşturdular. Bugün sizlere cennetten parçalar gösterdik. Cennetin oluşturulmasında, dinî referanslarla başlamış olsak da, sanatçılarımızın kendi cennet tasavvurlarını da aktarmamız gerekiyordu ki öbür dünyamız olağanüstü bir seviyeye ve çeşitliliğe ve cennetten daha fazlasına erişebilsin. Ve en önemlisi, şaşırtsın. Her ne kadar duyusal tecrübelerin aktarımındaki kusursuzluk Dünya’nın ve öbür dünyanın en temel parçası olsa da, öbür dünyadaki amacımız yaşanmamış duyusal tecrübelere yelken açabilmek. Dünya’nın sınırlarından kurtulabilmek. Bu noktada hayal gücünün ulaşabildiği yerler, samimi olarak söylüyorum ki, inanılmaz.”
Sempozyum diğer yapımcıların öbür dünyayı inşa süreci hakkındaki konuşmalarıyla devam etti. Projenin ilk çıkışını yapacağı vakit, Dünya’nın şu anda kullandığından iki yüz elli kat daha fazla sunucuya ihtiyaç duyacaklarını anlattılar. Ayrıca öbür dünyayı tamamen deneyimleyebilmek için daha yüksek kapasiteli ÖD-1 sanal gerçeklik setine ihtiyaç vardı. ÖD-1 sanal gerçeklik seti öbür dünya ile birlikte gelecek ve fiyatı çok yüksek olacaktı. Neyse ki 1088 aya varan taksitlerle de satın alınabilecekti. Ve neyse ki salondakiler bu kadar parayı bu dünyada zorluk çekerek çoktan biriktirmişti. Çok tutumlu yaşamışlardı; hatta kendilerini yemekten içmekten dahi kesenler vardı. Ama değecekti. Öbür dünya için.
“Şimdi gelelim Dünya’dakilerin öbür dünyadaki akıbetine. Bildiğiniz üzere, öbür dünya, önceleri Dünya’ya destek vermiş olan kullanıcılarımıza açılacak bir proje olarak tasarlanmıştı. Ancak Dünya’ya gelmeyen ve öbür dünyayı merak eden çok fazla kişi olduğunu görünce onları da öbür dünyaya dahil etme kararı aldık. Ama böyle olunca, Dünya’da iyi olup olmamanın öbür dünyaya yansıyacak olması fikrinden vazgeçmemiz gerekti. Yine de Dünya’da iyi veya kötü olanları da bir şekilde ödüllendirmemiz ve cezalandırmamız gerekiyordu. Kararımız şudur ki, Dünya’dan öbür dünyaya geçecek olan iyilere cennette en kötü ihtimalle altından köşkler verilecek. İyilik durumlarına göre bu ödül yükseltilecek. Kötüler ise cehennemde başlayacak ama cennete geçebilecek. Yeni gelenler ise ya araf dediğimiz bölgede başlayacaklar ya da ek bir ücretle cennete girebilecekler. Cehenneme gitmek istemeyenlere dünyaya dönme ve orada çalışarak cenneti hak etme imkânı da vereceğiz. Umuyoruz ki bu sayede öbür dünya çok daha değerli olacak. Öbür dünya, daha önce duyurduğumuz tarihte ve daha önce duyurduğumuz fiyatla satışta olacak. Yani, sadece on iki günümüz kaldı! Öbür dünyaya gitmek için sabırsızlandığınızı biliyoruz. Biz bile şu sempozyumu yapmak için dahi olsa öbür dünyadan ayrı kalmanın üzüntüsü içindeyiz. Ama çok az kaldı. Öbür dünyada görüşmek üzere!”
Yanındaki adam kendisine döndü: “Nasıl, inanılmaz heyecanlı, değil mi?”
“Evet, biraz aslında moralimi bozdu şu öbür dünyaya Dünya’da olmayanların gelecek olması; ama, işte…”
“Eh, onların da para kazanması lazım, ne yaparsın? Yoksa öbür dünya olmaz.”
“Evet.”
Sonra kalkıp gittiler. Bir daha birbirlerini asla görmeyeceklerdi. Bir daha birbirlerini görmek de istemeyeceklerdi zaten. Dünya’da ve yakında öbür dünyada yeterince meşgullerdi ve meşgul olacaklardı.
Sonraki günler geçmek bilmedi. Çünkü günlerin geçmesinin önemi değil, gereği vardı. Ama sonunda, en sonunda o gün geldi çattı. Son gün istifasını verdi burnu havada direksultana. Acaba bu, kırmızıları artıracak mıydı diye düşünmeden edemedi, kıkırdayarak. İstifa nedeni olarak öbür dünyaya gideceğini yazmıştı. Hmm, demişti direksultan, demek öbür dünyaya gidiyorsunuz. Eh, öbür dünyaya gidiyorsanız artık bu Dünya’da çalışmanıza gerek yok, değil mi? Evet dedi adam, ilk defa müdirektöriçenin kendisiyle biraz daha samimi bir şekilde ilgilendiğini sezinlemişti. İlgilenmişti elbet, kim cennete gitmek istemezdi ki?
Son kez kırmızı kalemiyle çarpısını atıp heyecandan uyuyamamasının ertesinde, ertesi gün kapı çaldı. Kimdi kapı çalan? Kim olacak, kargocu elbette. Büyük bir koli içinde, öbür dünya geldi. Dünya’nın yapımcılarından, yazıyordu, öbür dünya. Hevesle koliyi açtı, heyecanla dünyayı kurdu, şehvetle başlığı taktı, gözyaşlarıyla açma tuşuna bastı. Sistem kendisini otomatik olarak tanıdı. Önce, kendini Dünya’da son bıraktığı yerde buldu. Anlamlandıramadı. Yoksa bu öbür dünya mı dedi kendi kendine; ama hayır, işte, Dünya’da en son, odasında bunu kurar haldeydi. Etrafta koli artıkları, başında cihazın ağırlığı. Sonra etrafta biraz yürümeye karar verdi. Mutfağa gitti. Su içmek istedi. Suyu içerken su boğazına kaçtı. Öksürdü kaç kere ama yok su çıkmadı soluk borusundan. Öksürdü, öksürdü, öksürdü. Fenalaştı çok. Nefesini kaybediyordu artık, bu kadar yaklaşmışken öbür dünyaya sırf birkaç su damlası yüzünden-
Uyandı. Uyanmadı aslında. Varlığa döndü. Nefes almadığını fark etti. Çünkü artık nefes almak diye bir şey yoktu. Bir şeye üflendiğini duydu. Sonra büyük bir meydana vardı. Kendi akıbetinden gayrısını düşünemediği korkunç bir telaş bir anda bütün sinirlerine sirayet etmişti. Bulutların üstünde koşuşturması bir anda son buldu. Arkasından kutsal bir el ona dokunmuştu. Sağ tarafına döndü. Bir kitap vardı, yüzü olmayan ve beyaz bir tülü andıran bir meleğin elinde. “Oku!” dendi. Okudu. Dünya’da yaptığı iyilikler yazılmıştı. Kötülükler silinmişti. “Sen cennet ehlindensin!” buyuruldu kendisine. Anladı ki öbür dünya böyle başlıyordu. Öbür dünyaya girebilmesi için Dünya’da ölmesi gerekiyordu. Gülümsedi. Köprüye ilerledi. Çoğunun geçmeye çalışırken kulak tırmalayıcı çığlıklar eşliğinde yırtılarak düştüğü kıldan ince ve bembeyaz köprüden zahmetsizce geçti. Kapıya geldi. Firdevs yazıyordu. Kapı açıldı ve kendini cennette buldu. Dünya’da çektiği sıkıntılar, parasızlık, müdirektöritanın havadaki burnu, yalnızlığı, o şişko, sivilceli ve suratsız vücudu; işte artık bunların hiçbirinin bir sıkıntısı yoktu. Sıkıntıları Dünya’daki nasipsizliğinden çekmişti, parasızlığı öbür dünyayı satın alabilmek için, direktomüdiriçe burnunu para kazanabilmek için ve yalnızlığı da bu mükemmel dünyanın keyfini doyasıya çıkarabilmek için.
Gerçekten ölene kadar.
İlk Yorumu Siz Yapın