İçeriğe geç

Kategori: Genel

Yok Ağrısı

Bu hikâye Şiar dergisinin 38. sayısında (Ocak-Şubat 2022) yayımlanmıştır.

Tekerlekli sandalye biraz rahatsız görünüyor demiştim. Ne fark eder ki, demişti, hissetmiyorum.

Aramızda yükselecek olan o aşılmaz duvarın ilk tuğlasıydı belki de bu. Kötü bir niyetim yoktu. Böyle yazınca öyle görünmedi, biliyorum. Dostuma kötü bir kastım olabilir mi ki? Bu, konuşmakta, yeni vaziyete uyum sağlamaktaki acemiliğimdendi yalnızca. Ne yapayım, eli kolu bağlı oturmuş dostum karşımda, ve ben de dostumun karşısında, ayağım tutsa da ondan farksızdım bu musibet karşısında. Doktoru bekliyorduk. Bize vereceği bir ümit kalmamıştı; ama en azından mevcudu muhafaza edebilelim diye dua ediyordum.

Dönüşüm

hakkans.com artık yalnızca hikâyelerime odaklı bir site hâline geldi. İncelemelerim 1000kitap.com/hakkans ve goodreads.com/hakkans adreslerinde kalmaya devam edecek. Bu arada tema da değişti, hayırlı olsun. Ek…

Orta

Bu hikâye, Şiar dergisinin 32. sayısında (Ocak-Şubat 2021) yayımlanmıştır.

Onlar, “Bir gün, ya da bir günden daha az bir süre kaldık. Hesap tutanlara sor.” derler. – Mü’minûn Suresi 113. âyet-i kerime

Şimdi, yeniden başlamadan önce söylemek istiyorum ki-

Çok geç kaldığım bir gün. Gitmem gerekiyor, yetişmem gerekiyor. Aslında, ilk başta, sadece, şey: Beni çeken bir şeyler vardı işte. Herkesin vardır, ne vardır bunda? Bir hikmet elbette, ama ben hikmetini anlatma derdinde değilim. Diyeceğim o ki, bunda bir ziyan vardır.

Onunla O

Bu hikâye, Şiar dergisinin 37. sayısında (Kasım-Aralık 2021) yayımlanmıştır.

Kapıya aydınlık vuruyordu uzaklardan. Kapının önünde bir siluet, omuzlar hafif çökmüş, kafa dertli, öne eğik. Birkaç kez kapıya vuruyor. Diyor ki, orada mısın? Aradayım. Ne burada, ne orada. Demedi bunları, diyemedi. Evet demesi gerektiğini biliyordu ve kapıyı açması gerektiğini ve onun tamam hadi oturup konuşalım demeyeceğini ve yalnızca kuru ve çaresizliğini kuruluğuna saklamış bir tamam diyeceğini. Bilmesem, diye düşündü, kapı kapalı kalsa, dedi, sonra ne olurdu? Bir şey olacağı yoktu.

Buyurun Efendim

Bu hikâye Aşkar dergisinin 61. sayısında (Ocak-Şubat-Mart 2022) yayımlanmıştır.

O gün tek istedikleri ailecek güzel bir yemek yemekti. Beyaz ışığın geldiği tarafa ilerlediler karanlığın içinden. Kamaşmış gözlerini ovuşturup etraflarına bakınıyorlardı ki, bir “Buyurun efendim!” sesi işittiler. Ailenin babası, kafasını sağa çevirdi ve aydınlığın içinde siyah takım elbiseli, yaşlıca bir beyefendi gördü. Beyefendi, sol kolunu dirseğinden bükmüş, elini karın hizasında tutuyordu. Yüzü buruş buruştu, birkaç büyükçe sivilcesi vardı; keldi ve altın çerçeveli, yuvarlak camlı küçük bir gözlüğü vardı.

Patlamak

“Gel buraya seni yaramaz…”

Ahmet gülümsedi ve annesine baktı haşarı ve gözlerle kaçtı. Ahmet, dedi. Abdülcabbar abi seni görmek istiyor. Ahmet tamam dedi ve ardından yürüdü. Bir ışık geçtiler, sessiz, ikinci ışığa yürürken havadan sudan konuşmalar ve öylece, öylesine tebessümler, sonra üçüncü ışığa, yürümekten gına gelmişçesine, gereksiz bir gerginlikle. Eller istemsizce yumruk olmuş, omuzlar bilinçsizce aşağı çökmüş, yürüyüşlerinde kâğıt kesiği gibi rahatsız eden bir derinlik ve sisli dağlar misali saklı bir azamet, saklayarak kendilerini tatmin ettikleri bir azamet. Abdülcabbar abinin tamirhanesine girdiklerinde güneş arkalarından vuruyordu. Ahmet ve arkadaşı, o esnada çayına iki küp şekeri ardı sıra atan Abdülcabbar abiyi karanlığa gömüyordu. Ahmet’in arkadaşı selam verdi ve uzaktaki tabureyi Ahmet’e çekip kendi de Abdülcabbar abinin yanındaki tahta sandalyeye oturdu. Uzakta, sesi kısık radyoda, etkin sis nedeniyle İstanbul Boğazı gemi geçişlerine kapatıldı diyordu.

Yakında

hakkans.blogspot.com.tr yeni evine taşınıyor. Osman Saygıner’e bu yeni ev için teşekkür ederim.

Yıkmak Üzerine

Peyami Safa’ya…

Bir eliyle çekçek valizinin kulpunu tutuyordu, ötekiyle de sırt çantasınınkini. Otelin girişine baktı gerinerek. Yeniden buraya kavuşmanın huzuruna varmıştı bile. Girişe yöneldi. Çekçek valizinin tekerlerinin tıngırtısı eşlik etti. Rüzgâr kuzeyden hafif esiyordu, sıcaklık yirmi iki dereceydi.

Otel on bir katlıydı. Bir de terası vardı. Soluk pembemsi bir rengi vardı. Köşe kolonlara çiçek takları işlenmişti. Pencereler kareydi, içeriyi yansıtmayan cinstendi. Her katta on beş pencere vardı, merdiven boşluklarındaki pencereleri ve öte taraftaki pencereleri de ekleyince toplam üç yüz elli pencere ediyordu. Tabii buna zemin katta bulunan lobinin yüksekçe pencereleri ve bodrum kattan otelin arka bahçesine geçen çıkıştaki sürgülü cam kapılar dahil değildi. Bunları biliyorum, diye düşündü, neden tekrar?

On İki Dakika

12 Dakika, 2012’de yazdığım ve hayat mücadelesini bir dağa tırmanma serüveni olarak anlatan bir hikâye. E. M. Forster’ın hikâyesiyle beraber okunduğunda, yaklaşık bir asır içinde hayatı kavrayışımızda ilginç değişiklikler olduğunu görüyoruz. Mesela, Forster hayat mücadelesini iki tarafı çitlerle çevrili bir yol olarak görürken (belirli), burada hayat mücadelesi bir dağ olarak (belirsiz) simgelendiriliyor. Forster’ın hayat yolunda farklı yerlere saparak başka ilerlemelerde bulunmak mümkünken, bu hikâyede ise tek amaç yukarı varmak.

Onca emekten sonra, sadece on iki dakika. Öyle demeyin, öyle üzülüyor ki insan, boğazında bir şeyler düğümleniyor ve çıktığı şu zirveden kendini aşağıya bırakmak istiyor. Tüm, tüm yaptıklarım sadece yukarı gelebilmek içindi. Ama, düşününce, başka bir şey de yapamazdım ki. Gelmem gerekiyordu işte: Hayat, kader, umut, inanç, her biri az çok böyle diyordu. Hepsinde iyi olan yukarısıydı, tam burası. Aslında, iyi bir yer yukarısı, şu an gördüğüm haliyle, mükemmel hatta. Ama, on iki dakika denince, insaf diyorsun.