İçeriğe geç

Kategori: Genel

Çeviri Hikaye – Çitin Öte Tarafı – E. M. Forster

E. M. Forster, 1879-1970 yılları arası yaşamış İngiliz yazar. Çalışmalarında ve hayatında hümanizm vurgusu vardır. İronik anlatılarında sınıf farkına dikkat çeker. Aşağıda okuyacağınız Çitin Öte Tarafı isimli hikaye (The Other Side of the Hedge) 1911 yılında yazılmıştır. Hayatı bir maratondan ibaret gören günümüz insanına sembolik bir eleştiridir. https://en.wikipedia.org/wiki/E._M._Forster

Hikayeye, Milton Crane tarafından derlenmiş 50 Great Short Stories kitabında denk geldim (Kitabın Türkçeye çevrildiğini de ekleyeyim). Aşağıdaki çeviri bana aittir. Elbette İngilizce bilmek ve İngilizceden çeviri yapmak farklı şeyler; aşağıdaki çeviride de bunun eksiklikleri mevcut. Artık dilimiz döndüğünce diyelim. Çeviride kullanılan İngilizce metin: http://www.101bananas.com/library2/otherside.html

Adımölçerim yirmi beşte olduğumu söylüyordu; her ne kadar durmak dehşete düşürücü bir şey olsa da; o kadar yorgundum ki, dinlenmek için kilometre taşına oturdum. İnsanlar alay ederek önümden geçtiler; ama içerleyemeyecek kadar kayıtsızdım. Hatta Bayan Eliza Dimbleby, büyük öğretmen, geçtiğinde, bana azmetmemi öğütlediğinde, sadece gülümseyip şapkamı kaldırdım.

Yeşil Yıldız

Bir varmış, bir yokmuş… Karanlık kasabanın ilerisinde, suskun nehirlerin ardında, masum ormanın ötesinde; yeşil yıldızın altında ihtiyar bir kadın yaşar imiş. Bu ihtiyar kadının kavruk, buruş buruş olmuş küçücük elleri var imiş. Güneş bu buruşmuş elleri altmış yedi yıl boyunca her bir gün kavurmuş. Bebekken anne sırtında kavurmuş; çocukken ebelemeç oynar iken; sonra genç kız olmuş da aşkın ateşi güneşe har olmuş; muradına ermiş de sonra tarlada karı-koca beraber kavrulmuş elleri; ve sonra nereden çıktığı bilinmez bir savaş olmuş da kocasının kara haberi gelmiş eve; kadın ellerini dizlerine vurmuş ha vurmuş, vurmuş da kavurmuş. Gel zaman git zaman ihtiyarlık çökmüş de hâlâ güneş kavurur dururmuş. “Ey koca güneş,” dermiş kadın her sabah, “sen kavurmaktan ben de kavrulmaktan bıkmadık gitti.” O sabah da öyle demiş kadın, “Sen kavurmaktan, ben de kavrulmaktan bıkmadık gitti.” Güneş cevap vermiş, “Ben seni kavururum elbet; ama bak şu tarlana orada neler kavururum da onlardan yersin, hem de geçinirsin.” “Hak veririm sana güneş kardeş,” demiş ihtiyar kadın, “senin haksız olduğun gün mü oldu asırlardır da bugün haksız olacaksın?”. “Olsun,” demiş güneş biraz sıkkın, “güneş olmak o kadar parlak olmayı gerektiriyor ki… Geceler yıldızları görürsün de, hele yeşil yıldızı; ama gündüz yok olur her biri.” “Elbet biliriz bunları, artık bana vereceğin yeni bir şey kaldı mı?” deyince ihtiyar kadın, gücenmiş güneş: “O öyle demek değildir; sen demek istersin ki senin benden alacağın yeni bir şey kalmamıştır. Yoksa bende vermek hiç durur mu?” “Ben vermezsin demedim,” demiş ihtiyar kadın, “aynını verirsin. Yazın domates, kışın patates; ha daha vardır; görmüştüm pazarda böyle koca beyaz çiçek gibi bir şey ve turuncu yuvarlak elma gibi bir şey; ama ne fark eder ki? Elhamdülillah tabii, küçümsemek değil bu haşa. Neyse artık bitirelim konuşmayı, bak geldim tarlama aksatmayayım çalışmayı.”

ve Öfke

Havva annesine seslendi kapı eşiğinden: “Anne, ben çıkıyorum. Asiye ile çarşıda gezip geleceğiz biraz.” Annesi “Dur kızım geliyorum.” deyip çabucak indi; o esnada eşarbının öne gelmiş kısmını arkasına attı ve kızını kolundan tutup tembihledi: “Birkaç saate gel, dellendirme babanı sonra. Dur bakayım, hah, tamam, hadi, selametlen.”

İçeriden Celal’in sesi duyuldu, derin bir nefes verişinin sesi. Annesi ve Havva bir an salondan tarafa baktılar. “Celal de iyice sıkıldı artık.” dedi annesi. “Sus anne, duyacak.” dedi Havva, sessizce.

Celal duymuştu. Sonra kapı çekildi.

CESET

otobanda gidiyorduk kimi seksen kimi kırk kimi yüzkırk sonra yavaşladık ve bulutlandık iş çıkışı deyip sıkıldık ve iyice yavaşladık. tam ferahlayacaktık, sonra onu, yol kenarında…

Dalgıçla Buluştuğunda

Not: Bu hikaye, Dalgıçla Buluştuğumda isimli hikayenin devamı niteliğindedir; önce onu okumanız tavsiye edilir.

Gördü herkes; biliyor. Olsun ya, kader bu ya, böyle olacakmış. Ben yine de inatla geliyorum her gün. İşten sana gelmek zaten on sekiz dakika. Bir yarım saat oturuyorum ve sonra gidiyorum. Hep iş çıkışı geliyorum; güneş battı batacak; yollar doldu, taşacak. Güneş o an bir dağın ardına düşmüş oluyor; o yüzden iyice karanlık oluyor evin. O günden beri konuştuğun gün olmadı. Hep sessizce hıçkırdın mükemmel bir hüzünle. Gözyaşların siyah mürekkep; yüzünde aktıkça parıldıyor. Ama o karanlıkla aydınlık arasındaki odanda bunların hepsi muğlak; uyanamadığın bir uykusuzluktaki zaman kadar anlamsız. Yüzün belki en ölü renginde; nefesin mezarlıklar gibi kasvetli.

Dolgu

Kapı aralıktı. “Merhaba Orkun Bey.” diyerek içeri girdi hanımefendi. “Ben 16:30 randevunuzum da, asistanınız yoktu dışarıda. Gelebilir miyim?”

“Oh, tabii ki, buyurun.” dedi dişçi. Dolgun bir sesi vardı. Hanımefendi çantasını girişteki sandalyeye bıraktı ve dişçi koltuğuna kuruldu. “Bir saniye bekleyin lütfen, hemen geliyorum.” dedi dişçi. Masasındaki randevu listesinden kadının ismine baktı göz ucuyla.

Bütün Sesler

Musa Erdoğdu

12 Nis 2015

Hatırın bir miladı vardır. Şimdiden geriye adım adım giderken, parçalarına ayrılan bir uzay aracı gibi suskun bir çekimsizlik içinde savrulur hatıralar; dönüp bakınca anlarız ki onlar bizden pek uzak zamanlarda ve pek uzak mekânlardadırlar. Bir nehri geçerken üzerinden seke seke atladığımız taşlar gibi, zaman ekseninde ilerleyişlerimiz sıçramalara dönüşür. Ve büyük patlama gibi insanın aklının alsa dahi aslında alamadığı o milada yaklaştığınızda acayiplikler meydana gelir: Keskin renkli görüntüler, ayırıcı sesler ve hoş dokular kesikli bir hâlde, bir süreksizlikte, bütününün bizden uzaklaştığı parçalar hâlinde çıkar karşımıza. Bu süreksizlik düzleminde en büyük mesele, çok sivrilen hatıraların olup olmadığıdır. Eğer çok sivrilmiş hatıralar varsa bir uçdeğerin yaptığı gibi etrafındaki her şeyi bastırır; bir beyaz cüce gibi küçük ve yoğun olan “milat” da, verideki bu uçdeğerlerden dolayı görünmez hâle gelir.

Trol

Bir kadın oturuyordu sahildeki bir bankta. Telefonunun çalışından irkilmesi, uzaklara dalışının emaresiydi. Sonra kendine geldi çabucak ve hattın öteki tarafındakine kısa cevaplar verdi: “Alo. Evet. Sahildeyim. Tamam. Geliyorum.”

Telefonu gelişigüzel çantasına atışı gibi gelişigüzel kalktı banktan. Heyecan ve korkusunun tecellisi olan bu gelişigüzellikten sağlam adımlar atarak sıyrılmaya çalıştı. Yazık bana, diye düşündü, yazık bana. Onu görmekten korkmamalıyım artık; yol kat ettim diyordun, hadi ispat et! Yol kat edemeden iki kere çarpıldı: Biri bir insan bedeni olmalıydı, diğeri ise denizin soğuk yüzüydü. Denizin vücudunu titreten gürültüsü doldu kulaklarına ve hücreleri şoktan donamamışken henüz gözlerini kapatmayı akledebildi ve göremez hâlde su yüzeyini bulmaya çalıştı bir yandan da kolundan kaydığını hissettiği çantasını kendine çekmeye çalışırken.

Soğuk Rüya

Puslu yerlerden geliyorum. Soba sıcağı. Üstümde kalınca bir yorganı bütün haşmetiyle idrak ediyorum ilkin. Kalp atışlarım ve nefesim geliyor sonra. Gözümü açamayacak kadar yorgunum. Uzakta adımlar var. Adımlar pıt pıt gidip geliyor. Tahta kaşık yoğun çorbayı karıştırıveriyor. Bir öksürük tutturuyorum. Adımlar hızla yaklaşıyor, ben de o esnada gözlerimi açıyor ve

SÜPERNOVA

Durgun bir akşamüstünde yavaş adımlarla parkı arşınlıyordu. Parkta tozlanmış bir huzur vardı: Günbatımında parlayan polenler etrafta uçuşuyor, yaşlı teyzeler banklara ikişerli üçerli oturmuş dedikodu yapıyor ve anneler de oyun alanındaki çocuklarını izliyorlardı. Anneler birbirleriyle çocukları üzerinden samimiyet kurma gayreti içinde görünüyorlardı. Çocukların gürültüsü bile parka hâkim olan tozlu huzuru silkeleyemiyordu. Garip bir şekilde çocuklar da sanki bu tozlu huzur tarafından uyuşturulmuş gibiydi. Bağırıp çağırıp koşsalar da gürültü belirli bir eşiğe kadar çıkıyor ve ötesine geçemiyordu. Ağaçların konumundandır belki diye düşündü yavaş adımlarla parkı arşınlayan yaşlı ve yavaş adam. Parkın normal yürüyüş yolunun yanında bir de koşu parkuru vardı tartan zeminden. Yaşlı adam bu parkurda yürüyordu. Yanından geçen genç koşuculara kamburundan dolayı yere dönük başını kaldırıp bakıyordu ara ara. Bir zamanlar kendim de böyle olabilirdim ama olmadım diye iç geçirdi. Kamburum olsa da çok şükür hâlâ bastonsuz yürüyebiliyorum diye teselli etti kendini. Gerçi oğulları sürekli söylüyordu baston alsın diye çünkü bastonsuz çok yavaş yürüyordu. O da onlara öyle demeleri üzerine şu hikâyeyi anlatıyordu: Gâvurlar bir gün bir kabile halkının yaşadığı bir adaya gitmiş ve bu gâvurlar kabile halkından kendilerini adadaki volkanın zirvesine çıkarmasını istemiş. Kabile reisi de iki üç yiğit delikanlı ayarlayıp gâvurlara rehber etmiş. Hızlı hızlı çıkmaya başlamışlar volkana, derken bir süre sonra yorulup mola vermişler. Dinlenmişler etmişler ama gâvurlar bakmış ki bu kabiledekiler de dinlenmiş gözükmelerine rağmen hâlâ oturmuş halde bekliyorlarmış. En sonunda gâvur-tabii gâvur dediğin sabırsızdır zaten- dayanamayıp sormuş dinlendik devam etmiyor muyuz diye. Adamlar da ruhlarımızın buraya gelmesini bekliyoruz demişler. Yaşlı adam da herkese bu hikâyeyi anlattıktan sonra ben ruhumla beraber yürüyorum diyerek baston almayı reddediyordu.

Derken bir bomba patladı.