Bu hikâye Şiar dergisinin 38. sayısında (Ocak-Şubat 2022) yayımlanmıştır.
Tekerlekli sandalye biraz rahatsız görünüyor demiştim. Ne fark eder ki, demişti, hissetmiyorum.
Aramızda yükselecek olan o aşılmaz duvarın ilk tuğlasıydı belki de bu. Kötü bir niyetim yoktu. Böyle yazınca öyle görünmedi, biliyorum. Dostuma kötü bir kastım olabilir mi ki? Bu, konuşmakta, yeni vaziyete uyum sağlamaktaki acemiliğimdendi yalnızca. Ne yapayım, eli kolu bağlı oturmuş dostum karşımda, ve ben de dostumun karşısında, ayağım tutsa da ondan farksızdım bu musibet karşısında. Doktoru bekliyorduk. Bize vereceği bir ümit kalmamıştı; ama en azından mevcudu muhafaza edebilelim diye dua ediyordum.
Şöyle bir bakmıştı doktor, nasıl şöyle bir bakılırdı ki sakat bir insana; şöyle bir bakılır mıydı yalnızca, dünyalarımız başlarımıza yıkılmışken. İyi görünüyorsunuz demişti o yıkık hâlimize, yaralar toparlanıyormuş. Üzgün müsünüz doktor bey, biz çok üzgünüz. Bir kazadır olmuş, kazadan kaçılmıyor filan mı diyelim? Günde kaç hasta geliyor buraya biliyor musunuz mu diyeceksiniz, hâlinize şükretmelisinizi de ekleyecek misiniz? Acının tazeliği ve apansızlığı şükretmekten geri bırakıyor.
Dostum mütebessimdi ilk zamanlar. Zaten öyledir dostum sair zamanlarda da, güler ve gülümsetir. Ben üzgündüm ya, biliyorum, benden yük almak istiyordu. Sürekli dostumun yanında olmak, ihtiyaçlarını görmek ve nihayet ağlayacağı o günde yanında olmaktan başka arzum yoktu. Derslere git en azından diyordu, bana da anlatırsın. Olmaz diyordum, seni yalnız bırakamam. Ya merak etme, bacaklarım komple iptal değil mi zaten, yok ağrısı filan, e ağrı yoksa ne olacak ki zaten? Olmaz, yine de bırakamam deyip kapatıyordum konuyu. Bırakmayıp da ne yapıyordum, her yaptığım sakil kalıyordu. Kahvaltıda sucuklu yumurta, öğlene doğru komik videolar, öğleden sonra dizi maratonları, akşam yemeğe kıymalı makarna ve her bir güne Bim’de satılan porsiyonluk tatlılardan ibaret bir sürpriz. Konuşamıyordum, konuşabilsem şimdi ne olacak demek istiyordum; ama şimdinin bu acı karşısında durması gerektiğini hissediyordum.
Durmuş gibiydi de. Üniversitenin kapanmasına beş hafta vardı kaza olduğunda, hastane, eve dönüş filan derken bir ay kalmıştı elimizde. Annemlere söylemeyelim şimdi demişti, bu konu açılınca ağlayacakmış gibi olmuştu. Hazır değilim. Kim hazır olabilirdi ki? Değil ailesine, kimseye söylemedik olanları. Ailevi durumlardan dolayı bir süre gelmeyeceğim demişti tanıdıklara. Ben zaten aylağın tekiydim, arayan soranım mı vardı ki doğru dürüst dostumdan başka. Okulda göremeyince yine oyuna dalmış derlerdi.
Kendini suçlu hissetme, diyordu beni mahzun gördükçe. Öyle deme, diyordum ben de, suçluyum. Hayır, diyordu ve ben evet diyordum; en azından diye başlayıp bir şeyler sıralayacak olduğumda da yapma Metin diyordu, yapma. Yapma deyişinde bir öfke sezerdim; her yapma deyişinde olduğu gibi. Oysaki öfkeli bir tabiatı yoktur dostumun. Sakindir; güler ve gülümsetir. Beni biraz rahatlatan da dostumun bu hâli olmuştu ya zaten. Bu yeni düzene uyum sağlamaya çalışırken de böyleydi. Tuvalete oturtmaya çalışırken mesela, oğlum şöyle tut kolumdan, böyle filan derken düşüvermiş ve gülüvermiştik. Biraz da ağlayarak. Kaç kilosun sen ya, zayıf da görünüyorsun, bundan sonra diyete başlayacağız demiştim koltuğa oturturken. Komik olup olmayacağını tartamadan demiştim; ama dostum gülmüştü sağ olsun. Bir bebeğim olmuştu sanki, sandalyeden alıp yatağına yerleştiriyor ve üstünü örtüyordum. Işığı kapatınca yüreğine karanlık çökeceğinden korkuyordum. Kafası dağılsın, gönlü ferahlasın diye boş boş konuşuyordum bir süre. Sonra, çok zor değilmiş, diyordu, ben daha zor olacak sanıyordum. Henüz dışarı çıkmadın ki, diyemiyordum, dar kaldırımlarla karşılaşmadın, karşıdan karşıya geçmedin; metrobüse binmedin, bir markette bir rafa uzanmaya çalışmadın ki daha. Demek de istemiyordum. Artık hepsini ben yapacağım desem, o zaman da biliyordum ki dostum üzülecekti.
İyi günlerimizmiş onlar, nereden bilebilirdik… Daha da fenası geldi. Bir hafta olmuştu eve geleli. Geceleyin, Metin, diye seslenmişti dostum telaşla, kalk, bacağıma bir şeyler olmuş. Karanlıkta bacağına bakarken, bacakta gördüğüm koca bir karanlıktan ibaretti. Gecenin ikisinde hastanenin buz beyaz ışıklarına karıştıktan sonra dahi bacağındaki karanlık değişmedi. Doktor geldi sonra, baktı, şöyle bir bakmadı bu defa; bu sefer daha etraflıca; yavaşça çevirdi elindeki kâğıtları; bu sefer o da üzüldü, sonra götürdü beni dışarı. Dedi ki, kangren. Dedi ki, neden bilemiyorum. Dedi ki, bacağı… Dedi ki, derhal…
Nasıl derim dostuma diye odaya girerken, gözyaşlarım gözümde asılıyken daha, her şeyi anlamıştı dostum. “Üzülme Metin,” demişti, “varken neye yarıyordu ki zaten?” Öyle deyince koyuvermiştim kendimi. Dostum da üzüntüsünü saklamıyordu artık. Ağlamıyordu; ama sesi çatallanmış bir hâlde “Üzülme, hadi…” diyordu. Böyle dedikçe aklıma şakayla karışık metin ol deyişleri geliyordu. Yeri ve zamanı değildi; yine de o şakayı tekrar duymayı çok isterdim.
Ailene söylemeliyiz dediğimde yüzü beyazladı. Sen, dedi, sen söyler misin? Uzattı telefonu. Duyduğum suçluluğa rağmen nasıl da arayıp annesini, nasıl deyip oğlunuzun bacağı kesilip… Annesine diyemezdim, babasına diyebildim. Şey, panik yapmayın; ama hastaneye gelmeniz gerekiyor… Bir kaza oldu da, iyi o; bilinci açık, ama gelmeniz gerek… Hemen geldiler. Dostuma baktım dostum anne babasına bakarken. Üzdüm onları diyen bakışlarını gördüm, gördükçe bakamaz oldum, onlar peki nasıl oldu derken utançtan kendimi dışarı attım. Sonra babası geldi yanıma. Kendini suçlu hissetme dedi. Beni suçlamadı; çünkü henüz suç isnat edilmemişler suçlanabilir; oysaki ben hükmümü giymiştim. Suçluyum, dedim babasına, onu beni alsın diye çağırmıştım, on beş dakikalık mesafeyi yürümeyeyim diye hem de, eğer çağırmasaydım o tır gelip de onu motosikletinden fırlatmazdı gözlerimin önünde. Bomboş sokakta koşuşumu, kavşağa varışımı ve uzaklara savrulmuş dostumu; sarı sıcak ışıkların altında kara kara süzülen kanları, o melun kavşağı ve yatık motoru ve savruk tırı ve kapkaranlık gecede bir başıma büyük bir isyan çıkarma arzumu anlatamadım babasına. Tüm bunlara rağmen yere yığılıp ağlamaktan başka bir şey yapamayışımı da, ameliyattan sonra dostuma ağlayarak ve buketlerce özür dilekleriyle yaklaşırken dostumun bunların hepsini sessiz ol diyerek bir kenara itişini de… Tüm bunlar kalbimden geçerken, yapma, dedi babası, dostumunki kadar keskin olmayan, yumuşak bir sesle. Bilemezdin. Bacağının alındığı ameliyattan sonra da aynı buketler ve gözyaşlarıyla girdim odaya. Bu sefer sus işareti yapmadı dostum, kendi de ağladı. O gün anladım ki insanlar birbirlerinin gözyaşlarıyla temizlenebilirmiş. Örtüyü çekmişti sonra. Kasık bölgesinde bandajlar, aşağısında koca bir boşluk. Bin tiksinti ve bin pişmanlık bin bin batıp çıkmıştı kalbime kalbimden. Tek yapabildiğim gözümü çevirmek oldu. Yokluğun bu kadar görünür olabileceği aklımın ucundan geçmezdi. Duramayacak gibi oldum, kaçacak gibi oldum; ama dostumu daha da üzmek, dostumu yüz üstü bırakmak istemedim. Kapat, dedim, kapat.
Sonra dostum kendi evine döndü anne-babasıyla. Beni hiçbirine girmeyeceğim final sınavlarının ortasında bıraktı. Ev virane olmuştu her gün hastaneye gitmekten başka derdim olmadığı için; çamaşırlardan bir dağ, bulaşıklardan bir kule, evin tozundan da bir sis bulutu. Dostum gidince hissettiğim anlamsızlık, evin darmadağın haliyle perçinleniyordu. Dostumun yokluğu kocaman bir ağrı yerleştirmişti kalbime. Evde kalamayacak gibiydim; ama annemlerin yanına dönmek demek dostumu görmeyecek olmak demekti. İlk birkaç gün uğradım dostumun yanına. Sonra gidemedim anne babasına duyduğum utançtan dolayı. Dostum da hâlimin farkındaydı, sürekli evde tek kalma, annenlerin yanına dön diyordu. Artık bir sorun yok, diyordu, ben de iyileştim, sen de biraz ferahla.
Ne yapayım, birkaç gün debelendim, sonra döndüm annemlere. Onlara da anlattım olanları. Suçluluğumu anlatamadım; üzüntümü tescil ettirmek için gerek yoktu o katmana. Vah vahlandılar çokça, sonra dostumun annesini aradı annem, geçmiş olsun dilekleri, şimdi nasıl sorularına kısa kısa cevaplar geldi karşıdan ve soğuk bir görüşürüz ile kapandı telefon. Herhalde çok üzgünler, dedi annem, yoksa Ayşe benimle böyle konuşmazdı. Demek ki annesi kızgındı bana. Olsundu da.
Her gün nasılsın diye yazıyordum dostuma. İyi çok şükür diyordu. Bazen, diyordu, sadece, bacağım varmış gibi bir ağrı hissediyorum. Hayalet ağrı diyorlarmış, sinirsel bir durummuş galiba. İlginçmiş diyebiliyordum. Yokluğunun ağrısı. Yok ağrısı. Sonra başka konulara geçiyordu. Finalleri sormuştu. Girmedim ya demiştim. Annemlere döndüm unuttuysan ve sonuna bir gülücük. Ay doğru ya deyişi dostumun da, dalgınlık işte. Seneye beraber gireriz demiştim sonra. Seneye, evet, demişti; mesajın her harfi buruktu. Anlıyordum ama bir şey diyememiştim. Eğer beni suçluyormuş gibi bir imadan bağımsız olarak yazabilse, nasıl yaşayacağım bu hayatı böyle yazacaktı muhtemelen. Nasıl gideceğim okula, nasıl yemek alacağım yemekhaneden, artık o bir türlü gelmek bilmeyen asansörleri mi beklemem gerekecek hep, artık koşuya gidemeyecek miyiz beraber, artık motor süremeyecek miyim? Diyemiyordu bunları dostum. Belki de derdini yanmak istediği tek kişi bendim; ama aramızda aşılmaz bir duvar vardı.
Dostum bana bunları soramıyor olsa da, ben sormuş saydım. Ne yapabilirim diye arandım, dostumu hayata nasıl tekrar bağlayabilirim diye araştırdım. İlkin anne babası kendisini okula götürüp getirecek diye söylemişti; ama sonra onlarla konuştum ve her daim dostumun yanında olacağıma dair söz vererek dostumla beraber kalma iznini kaptım. Yaz sonu dostumu gördüğümde, üzeri hüzünle tozlanmış gibi hissettim. Mesajlarında bana açamadığı bütün o soru işaretleri birer kanca gibi kalbine takılmış, yüzünü soldurmuştu adeta. Hâline üzüldüğümü görünce ortamın havasını değiştirmek istedi; otura otura kilo aldım ama bacaklı hâlime kıyasla hâlâ zayıfım deyip güldü. Ben de. Biraz. Artık gülünecek bir tarafı kalmamıştı olanların. Olayların sıcaklığı dinmiş; gerçekler soğuk yüzlerini göstermişti. Yine de yüksünmedim. Yüksünmemeliydim daha ilk andan. Metin Otel’e hoşgeldiniz diyerek her tarafını temizleyip düzenlediğim eve buyur ettim dostumu. Gülümsedi dostum da, hoşbulduk dedi. Dedim ya, güler ve gülümsetirdi.
İlkin her şey iyi gibiydi. Okula beraber gittik, yemekhanede yemek tepsisini taşıdım, derslerde, kafede, kütüphanede, evde her şeyine yardım ettim. Yaşayabildiğini görünce bir güç geldi dostuma da, hatta bir ara o kadar hevesliydi ki daha da yaşamaya; bak dedi, kürek çekmeye gidebiliriz beraber, engelliler için böyle imkânlar varmış. Denedik de. Sevmiş göründü, mutlu gibiydi, yokluğun yükünü üzerimizden atacak gibiydik. Ben dostumla böyle ilgilendikçe, anne-babası da mutlu oldu, çocuklarının hayata bağlanabildiğini gördükçe beni takdir ettiler. Mutlu oldukça yükün yorgunluğunu unutur oldum, alışır oldum, sever oldum.
Sonra başka bir sevgi girdi araya. Sevil’di ismi. Bizim arkadaş grubundandı. Az çok tahmin ediyordum dostumu sevdiğini. Zaten kazayı vesaire öğrendiğinde de en çok üzülenlerdendi. Kimi zaman benim bir işim çıktığında Sevil ne yapıp edip dostumu yalnız bırakmıyordu. Bu günlerin birinde dayanamamış açılmış dostuma. Seni hep seviyordum, demiş; ama bu olaylar sonrasında, sana karşı merhamet duygum o kadar arttı ki demiş, artık tutamıyorum içimde bu duyguları demiş, elini tutmuş. Lütfen, demiş, bize bir şans ver demiş, bu günlerinde yanında olmak istiyorum. Dostum şaşırmış, dostum korkmuş, dostum çekmiş elini. Sevil, demiş, ben hiç tahmin etmezdim demiş, sonra elini ayağını nereye koyacak bilememiş, yürüyebilse kalkıp gidermiş. Ben, demiş bacağının olması gerektiği yere bakarak, şu an böyle bir şeye demiş, hazır hissetmiyorum demiş. Benim bir beklentim yok demiş Sevil, aşk bu, beklentiler yalnızca zehirler. Olsun, demiş dostum, insan illaki bekler. Ben demiş, kendimi zor toparlıyorum demiş, önce bu hâlime alışmalıyım. Dostum kalkıp gidemeyince, öyle olmayan bacağına bakar hâlde, Sevil kalkıp gitmiş gözyaşları içinde.
Üzgündü bunları anlatırken. Sen gel onca vakit ah bir sevdiceğim olsaydı diye hayıflan, o gelsin seni sakat hâlinde bulsun. Olsun, demiştim dostuma, ne fark eder ki? Seni de anlıyorum; ama bir şans versen, diyebilmiştim. Çok da bir şey demek istememiştim; çünkü sözlerimi nereye vardırır bilememiştim. Dostum bir yerlere vardıracak söz duymayınca, sözlerimin yokluğunu bir yere vardırmıştı. Sen de sıkıldın zaten benden değil mi, demişti. Sen de haklısın, demişti. O kadar kapladım ki hayatını demişti. Bencilce bu, demişti. Senin bir sevgilin olsa şimdi, demişti. Ne yapacaksın ki o zaman, demişti. Ben ayak bağıyım sadece demişti ki bu noktada durdurmuştum dostumu. Hayır, demiştim, sen benim dostumsun. Ya da benim olsaydı, demişti bu sefer, kimden bu denli bir fedakârlık bekleyebilirim ki? Ağlamıştı bunu deyince. Keşke, demişti, olmasaydı bu şey, ne kadar zormuş. Bacağı ağrıdı sonra yine, olmayan bacağı. Sancı gibi geldi bu sefer, ağlarken kıvrandı; gözyaşlarına hınç karıştı.
O günden sonra içine kapandı. Ben her zamanki hâlimle dostumun her ihtiyacına koşsam da, artık bana yük olduğu ve sürekli birilerine yük olacağı düşüncesinden kendini alamıyordu. Hayatı böylece yaşamak istemeyişini anlayabiliyordum; ama sırf bu yüzden yaşamak istemeyişini kabullenemiyordum. Yine de salmasına engel olamadım. Benim başında sabahladığım oyunlara sardı. Hem sabahladı hem akşamladı. Dersleri boşladı. Dostuma bir şeyler nasihat etmek istedim; her bir konuşma çabam git gide daha büyük tartışmalar doğurdu. Tartışmalar ağrısını tetikledi hep. Yok ağrısını. Bacağının yokluğundan mı hayattaki yoksunluklarından mıydı ıstırabı bilemedim. Her seferinde kovdu beni odasından ve bir süre sızlandıktan sonra sustu her seferinde.
Dostum ellerimin arasından kayıp gidiyordu. Mâni olamadım bu kayıp gidişe. Anne babası çok geçmeden duruma müdahale ettiler. Dostumu alıp kendi evlerine götürdüler. Psikolojik destek alınca toparladı; ama benimle pek görüşmez oldu. Ben de, ne bileyim, hak verdim. Hak verince de, sessizlik hızla büyüdü. Bana baktığında beni değil de yok olup gitmiş bacağını görüyordu demek. Dostuma kaza öncesindeki güzel anılarımızı değil de acılarını hatırlatmıyor muydum artık sadece? Dostum için öyleydi diyelim, benim için öyle değildi ki. Hâlâ duruyordu o güzel anılar bende, tüm bu acılara rağmen, tüm suçluluğuma rağmen dostumun yüzüne bakabiliyordum hâlâ, eskiden kalma muhabbetimle. Hem dostum bende yok olmuş bacağını görüyorduysa, bana da dostumdan cürmüm yansıyordu, bu da benzer bir yük değil miydi? Keşke bunları dostuma diyebilseydim. Diyemeden kaldı, diyemeyince büyüdü sözler, yankıları yalnızca içimi doldurdu. Bacağının alınmasındaki gibi, ben de kopmuştum dostumdan işte; çünkü kangren yapmıştım dostumda, selameti için ayrılık gerekiyordu. En azından hayatını yoluna koyduğunu takip edebilmiştim internetten. İyi bir iş bulmuş, sonra da evlenmiş. Bana kalansa bir yok ağrısı.
İlk Yorumu Siz Yapın