İçeriğe geç

ve Öfke

Havva annesine seslendi kapı eşiğinden: “Anne, ben çıkıyorum. Asiye ile çarşıda gezip geleceğiz biraz.” Annesi “Dur kızım geliyorum.” deyip çabucak indi; o esnada eşarbının öne gelmiş kısmını arkasına attı ve kızını kolundan tutup tembihledi: “Birkaç saate gel, dellendirme babanı sonra. Dur bakayım, hah, tamam, hadi, selametlen.”

İçeriden Celal’in sesi duyuldu, derin bir nefes verişinin sesi. Annesi ve Havva bir an salondan tarafa baktılar. “Celal de iyice sıkıldı artık.” dedi annesi. “Sus anne, duyacak.” dedi Havva, sessizce.

Celal duymuştu. Sonra kapı çekildi.

***

“Asiye, gel baksan ya şuna.”

“Ayyy, ne güzel bir elbise değil mi ya?”

“Ömrümüz billah giyemeyiz ki… Anca evde.”

“Evlenince kocana giyersin kııız.”

“Ah keşke… Babam verecek beni elin yobazına.”

“Öyle deme, belli mi olur, hem yeni nesiller biraz daha şey, şey yani daha müsamahakâr.”

“Sen de az yobaz değilsin be Havva, müsamahakâr da neymiş…”

“Amaan be sen de. Yoruldum valla alışverişten, gel şu pastanede oturup bir limonata içelim.”

“Buyrun, hoşgeldiniz.” dedi çıtı pıtı bir garson.

Havva masaya bakarak konuştu: “Biz iki limonata alalım lütfen.”

“Tamam hanımefendi.”

***

“Baba, iki limonata doldursana bana ya.”

“Oğlum işim var, tatlı kesiyorum şurada; sen doldur götür.”

Adem sipariş veren kızı gözledi limonata makinesinin ardından. Kızın yüzü camdaki kırılma nedeniyle orantısız görünse de; sade ve ufak olduğu belliydi. Nasıl da edepliydi ki, kendisinin yüzüne bakmamıştı siparişi verirken ve işveli konuşmamıştı siparişi verirken ve lafı uzatmamıştı siparişi verirken. Belki de kız başlarına dışarı çıkmalarını yadırgaması gerekirdi; ama, işte, artık kendileri eski nesil gibi değillerdi ki. Daha müsamahakârdılar. Neyse, dedi. Hem bak, kız ne güzel tesettürlü; makyaj dahi yapmamış. Diğer karşısındaki biraz daha gevşek duruyor mesela; rengârenk giyinmiş; konuşurlarken biraz daha gür sesle gülüyor, masada ileri geri hareket ediyor ve el kol hareketleriyle bir şeyler anlatıyordu. Oysa diğer kız öyle değil.

“Buyurun.”

“… sen de Havva cidden şeysin yani, neden abinle ilgili öyle konuşuyorsun ki? Ah, teşekkürler.”

Demek ismi Havva idi. Demek bir de abisi var idi. Eee, dedi kendi kendine, sana ne? Şimdi kızın ismini biliyorsun diye gidip arayıp tarayıp kızı istemeye mi gideceksin? Allah’ım, neler saçmalıyorum ben. O, sadece, biri. Tanımıyorsun etmiyorsun. Ona ne kadar edepli diye sözler dizerken kendin edepsizlik yapıyorsun. Öbür kızı daha edepsiz diye düşünerek yaptığın edepsizliği saymıyorum bile. Tövbe estağfirullah. Allahümme ecirna min şerri nisa.

***

“Havva, ne yapıyorsun sen burada?”

“A, abi! Ben, demiştim ya, çıkıyoruz diye Asiye ile. Şimdi de bir limonata içip dönüyoruz.”

Asiye de Havva ile ayağa kalkmıştı; ama Celal’den öte tarafa bakıyordu. Celal bir an Asiye’ye baktı, sonra hışımla kafasını çevirdi ve “Tamam.” dedi. “Benim şehirde işim var; anama da söyledim. Sen de çok uzatma. Hadi.”

Celal gitti. Sonra yavaşça oturdu Asiye ile Havva.

“İşte bunu diyorum sana Asiye. Bak, gördün mü? Bal gibi de biliyordu çıktığımı. Annem tamam demiş, zaten bir çarşı gezip dönüyoruz hemen; dışarıda kala kala belki iki saati bulamayacak. Ama sanki o babamdan anamdan da büyükmüş gibi şey yapıyor.”

“Kızım, o senin abin. Tabii ki korumacı olacak. Hele böyle bir ortamda… Benim de bir abim olsaydı, bazen gerçekten insan birinin korumasına ihtiyaç duyuyor.”

“Aman sen de, bırak.”

“Ya, o, abin, şimdi, işsiz ya hani. Hani biraz ondan da herhalde, sinirlidir biraz daha. Hem böyle insan işsiz güçsüzken dine diyanete biraz daha sarılır oluyor içine kapanmaktan; daha da kuralcı oluyor. Biraz daha anlayışlı ol derim ben.”

Havva kabullenmediğini belirten bir sessizlikle yetindi. Bunun üzerine Asiye konuyu değiştirmek için “Nereye gidiyor ki acaba?” diyebildi.

“Camiden biriyle tanıştım bir şeyler diyordu; belki onla alakalıdır. Çok konuşmaz ki abim.”

***

“Biz hesabı alacaktık.”

“Tabii. İki limonata, beş lira ediyor.”

“Yok Havva olmaz hayatta ben öde-“

“Buradan alın. İyi günler.”

“Of Havva ya, hep böyle yapıyorsun. Bu biriken limonata paralarıyla ben sana elbise alırdım…”

Gitmişlerdi. Edeplerinin farkını bir daha göstermişti kızlar. Masalarına hesabı istememişlerdi; hayır, o halde bağırmaları gerekirdi. Sessizce gelmişler ve kasada, ki kasanın yakınında babası da duruyordu ki bu iyi bir şeydi, hesabı ödemişlerdi. Havva arkadaşının itirazlarına cevap vermekle uğraşıp laubali bir konuşmanın oluşmasını da önlemişti. Çünkü mesela Havva Asiye’ye cevap verseydi ve sonra Asiye tekrar Havva’ya cevap verseydi Adem’in “Kimden alayım?” diye sorması gerekecek ve sonra onlar belki de gülüşerek buradan alın diyecekti. Bu da, olmazdı.

Derken ikindi ezanı okunmaya başladı.

***

“Allah kabul etsin Celal evladım, hah, gel bakalım, nasılsın?”

“Allah razı olsun Cemil amcacığım, elhamdülillah, sizler de afiyettesiniz inşaallah?”

“Çok şükür, çok şükür evladım. Yaşayıp gidiyoruz işte. Gel bakalım, geçelim bizim yazıhaneye.”

“Senle hep camide karşılaşmak gerçekten de hoşuma gidiyor evlat. Bizim eskiler buluşacağı zaman namaz çıkışlarında buluşurlarmış. Tabii öyle telefon filan yok ki elde insanlar araşıp anlaşsınlar; en uygun mekân camii tabii; çünkü o zaman şimdiki gibi değil ki, erkekler camiye illa ki gelirdi.”

“Çok haklısınız Cemil amcacığım; şimdi, tabii, öyle değil.”

“Ama tabii sizleri buna göre yargılayamayız; müsamahakâr olmak lâzım; eskinin düzeni namaza göreydi. Şimdi namazımızı düzene göre ayarlamaya çalışıyoruz; ah ki ne ah geldiğimiz şu hale. Allah nasip etse de tekrar o yaşayışa dönsek.”

“İnşaallah Cemil amcacığım.”

“Ah, selamünaleyküm Bekri evladım, bize iki tane Türk kahvesi getiresin. Sen nasıl içersin Celalciğim?”

“Ben sade alayım.”

“Aferin delikanlı. Kahveyi kahve gibi içenlerdensin demek! İki tane sade kahve getir Bekri evladım sana zahmet. … Ah, ah, evet, şimdi tabii geldiğimize göre yazıhanemize, şimdi gelelim asıl meselemize, değil mi? Gençsiniz siz, biz artık ağırdan almaya alıştık amma siz sabırsız olursunuz!”

“Estağfirullah Cemil amcacığım-“

“Yook, yok, evladım, kötü bir şey söyledim zannetme! Belki de hevesli demem gerekirdi! Güzel bir şey bu.”

“Allah bu hevesimizi hayırda sarf edenlerden etsin.”

“Amiiin, amiiin! Ne de güzel buyurdun! O zaman lafı fazla uzatmayalım. Eveeeet, bakalım, şimdi, Celalciğim, söylemem gerekirse fabrikada acele bir eleman ihtiyacımız yok. Birkaç mühendis belki olurdu; keşke tahsilini bırakmasaymışın. Tabii, artık denecek bir şey yok; ama istersen, sana yemeğiyle ve bin iki yüz maaşıyla öyle getir götür filan yapacağın, ne iş olursa koşturacağın bir iş verebilirim! Bakarım ki iyisin, o zaman şöyle sigortalısından daha iyi bir şeyler düşünürüz belki. Bunları da seni çok sevdiğimden yaparım evlat ha, bilesin! Hah Bekri, gel, kahveleri bırakasın şöyle. Başlayınca senin elinden de içeriz evlat!”

Bin iki yüz. Bin ikiyüz. Binikiyüz. Binikiyüz. Birikiyüz. Birikiyüz. Bir ikiyüz.

“Allah, Allah sizden razı olsun Cemil amcacığım. Ben, ben, sizle görüştüğümden, hiç bahsetmedim de kimseye; şimdi, bu teklifi aileme danışmadan kabul etmem-“

“Evlaaat, evlat! Hevesli olacaksın bu devirde! Ekmek aslanın ağzında değil midesinde artık! Bir de kanaatkâr olacaksın! Yüzünden okunuyor, besbelli hoşnut olmadın ama karar da veremiyorsun! Burada bana bir cevap vermezsen teklifim yok hükmündedir bilesin. Şimdi iç kahveni, düşün etraflıca ve kararını ver!”

Kahvesinden bir yudum aldı Celal. Acıydı. Oysaki Celal kahveyi çok şekerli içerdi. Sırf şu adamın suyuna gitmiş olmak için sade istemişti. İşte, dedi, zengin dincilerin ikiyüzlülüğü dedi, kendi cepleri para doluyken başkalarına kanaatkâr olmayı öğütlüyorlar! Kalk Celal, kalk ve git. Hayır, dur. Dur kahvenden biraz daha iç. Dur biraz daha Allah aşkına dur dur dur ne olur dur. Bu adama iş sormak için bir aydır yol yaptın; şimdi hepsini heba etme! Etme Celal etme! Bak, hem, iş, yükselirsin belki sonra, belki adam burada senin sadece kanaatkârlığını ölçüyor veya ne kadar alçalabileceğini; hem tasavvuf ehli de böyleymiş ya hani geçen sohbette anlatılmıştı Aziz Mahmut Hüdayi varmış mesela o Bursa kadısıymış ama o ihtişamlı kıyafetiyle sokaklarda ciğer satarmış ya nefsini terbiye için Celal işte sen de dur Celal, dur. Bir-iki-yüz ha, bir-iki-yüz ha! Allah, Allah… Baksana şu adama; ziyafetten ziyafete koşturmaktan iyice semirmiş ve yüzünde tiksinç pembe bir gülümseme ve başı da kelleşmiş ve kocaman gıdığı ve göbeği pantolonundan taşan ve şehre iniyor kesin kendine uygun beden bulmak için ve işte bunlar hep belki de içindeki insafsız canavardan sızanlar işte iki yüzü var ya hani maşallahlı yüzü ve bir de kapitalist insafsız yüzü-

Kahve bitti. “Tamam Cemil amcacığım. O zaman elbette kabul ediyorum. İnşaallah güveninizi boşa çıkarmayacağım.”

“Âlâ, âlâ! Senin gibi birini fabrikamda görmek beni çok memnun edecek! Hem belki, senin vesilenle çalışanlar arasındaki dini bilinci de artırırız da daha da dini bütün bir fabrika oluruz inşallah!”

“Allah bizi o yolda aracı kılarsa ne mutlu bize Cemil amcacığım. Artık, hani, patronumsunuz bir ölçüde; size Cemil Bey mi demeliyim?”

“Ah, Celalciğim, ne kadar da ince düşünüyorsun! Kendi aramızda ben hala senin Cemil amcan olarak kalmak isterim; ama tabii fabrikada Cemil Bey demen daha münasip olur. Arkandan dedikodu çıkar sonra maazallah, hoş olmaz ikimiz için de!”

“Tabii, anladım. Peki o zaman, ben-“

“Şimdi sen Celal iki alt katta Muhsin Bey’e uğra sana şu yazıyı vereyim de bekle bir… Hah, al bu yazıyla in bakalım Muhsin Bey’e o da seni bir görsün maaşını da ondan elden alırsın. Haftaya pazartesi de başla inşallah!”

“Peki Cemil amcacığım, Allah razı olsun tekrar-“

“Yok yok evladım el öpme olur mu yok Allah senden de razı olsun senin gibi mübarek bir insanın rızkını kazanmasına vesile olacağım belki Allah bunu günahlarıma kefaret sayar.”

“Estağfirullah Cemil amcacığım. Tekrar Allah razı olsun.”

“Senden de, senden de. Haydi Allah’a emanet ol!”

Yazıya baktı Celal: “Muhsin Beyciğim, sana Celal’i gönderiyorum. Getir götür işlerine bakacak. Bir ikiyüz maaşı olacak elden verilecek. Haftaya pazartesi başlayacak.”

***

“Selamünaleyküm.”

“Aleykümselam evladım, gel, daha yeni yiyorduk biz de. A, a, o elindeki ne evladım?” dedi annesi.

Gülümsedi Celal ve pek de heyecanlıydı: “Tatlı aldım da gelirken. Ben, bugün… iş buldum.”

“Ah, aman Allah’ım! Rabbim sana çok şükürler olsun! Gel, gel sarılayım bir sana oğlum! Çok şükür bir iş bulduun, çok şükür ya Rabbi!”

Babası temkinli yaklaştı:

“Evladım gel anlat nedir ne değildir nereden buldun sen işi? Herkes kan ağlarken hele?”

İlla kursakta bırakacaklardı.

“Abi, çok sevindim, hayırlı olsun.”

“Şey, şehirde bilirsin belki bir kumaş fabrikası var Kum A. Ş.. Cemil Bey var sahibi. Hani şu Müsamaha Camii’ni yaptıran Cemil Bey…”

“Sen, sen ne dedin?”

“Cemil Mahmutoğlu, baba. Camide tanıştık. Ben, o, yani, o yere düşüyordu az daha camiden çıkarken onu kurtarmıştım. Sonra benimle muhabbet etti; ben de ona böyle anlattım işsizim diye ilk başta yanaşmadı o bana iş teklif etmeye ben de sordum yok mu fabrikanızda iş diye-“

“Sus, yeter. Yarın gidip istemiyorum o işi diyeceksin.”

“Ama bey, neden-“

“O adamın ne halt olduğunu bilmiyor musunuz? Adam şu Fethullahçı mı paralelci mi işte her neyse onlardan! Hiç mi duymadın be Celal? Beni el âleme rezil mi edeceksiniz?”

“Baba, ben-“

“Sus! Daha laf istemiyorum! O iş reddedilecek!”

“Gidip gâvurun şirketinde işe başlasam etmezdin bu lafları!”

“Sen bana karşı mı geliyorsun bir de? Seni bir mahvederim görürsün! Babanın sözüne karşı geliyor bir de. Edepsiz!”

“Bey, iş bulunmuyor bu devirde, bak, çocuk bulmuş ne güzel; hem biraz çalışsın bak biz de sıkışığız biraz destek olur-“

“Halime! Bu evde ne zamandan beridir benim sözüme karşı gelinir oldu? O iş reddedilecek dediysem reddedilecek! Beni el âleme maskara yapmayın! Hem bir duysa benim müşterilerim oğlumun paralelcilerle çalıştığını hepsi gider anlıyor musun? Hepsi! Bir daha belediyeden de zinhar iş alamayız! Bilmez bilmez konuşmayın! Bak, Celal, iş arıyorsun uzun süredir; ama olmaz! Hem, de hele, kesin aç karnına çalıştıracaktır ne kadar verdi?”

“Bir iki yüz.”

“Hah, al işte! Kayıt dışı çalıştıracak adam seni bu mu iş dediğin? Hadi ben battım bittim diyelim; bir-iki-yüzle bu evi döndürür müsün sen Halime Hanım, söyle bakalım! Bu eve iki buçuk girse dahi borçluyuz Halime Hanım! Oğlunun bir iki yüzüyle mi dönecek bu ev? Oğlunun bir iki yüzüyle mi borçlar ödenecek?”

“Baba, tamam, özür diler-“

“Özür mözür istemez! Hataymış, olmuş. Yarın git reddet yeter. Lafı sözü çıkmadan bitir şu işi.”

Annesi kalktı, tatlıyı dolaba kaldırdı.

***

Çünkü Celal çünkü hep yanlış yapar Celal küçükken de hep hata yapardı dört soruluk test vardı dördünü de yanlış yapmıştı dört yanlış bir doğruyu götürmeliydi ama Celal’in doğrusu yoktu götürecek Celal işte Celal budur hep Celal hata yapar ve cezasını çeker küçükken Celal’i babası döverdi bir kere hatta o kadar kötü olmuştu ki kemerle dövmüştü babası ama aslında şimdi düşününce Celal de hak veriyordu artık çünkü yani neyse boş verelim nahoş olaylardı pek hatırlamak istemiyordu o gün yandıktan sonra acı içinde anlamıştı ve her şeyden uzaklaşmış ve içine kapanmıştı Celal çünkü Celal bunu hak ediyordu yoksa Celal sapardı yollardan aydınlıktan karanlıklara dalardı Celal içine kapanık olmalıydı çünkü Celal yoksa kötü oluyordu Celal Celal’in orta yolu olmuyordu yol orta olsa kesin sağa veya sola dönüyor ve onu istikametten ayırıyordu o yüzden Celal kapanmalıydı içine ve hayatı en az ihtiyaçlarıyla yaşamalıydı işte o yüzden zaten üniversite okumaya gerek yoktu iş bulunurdu bir şekilde çünkü – ama Allah kahret- kahretmesin yoktu iş yoktu işte yoktu yoktu yoktu hele kendilerininki gibi göç veren bir şehirde yoktu işte iş yoktu – çünkü işte ve Celal artık yetmişti bu bir imtihan mıydı evet geri dönmeli en düşük ihtiyaçlarla yaşamaya işte beş vakit namazı kılmaya orucu tutmaya sadaka vermeye arada bir ve işte sabretmek vardı iş aramak sabır işiydi işte ve bir de iyilik yapmak vardı ama bu düşük ihtiyaçlarla yaşarken iyilik yapmaya insanın içi kalmıyordu hele hele İstanbul’a gidip az çok bir düzen kurabilmiş arkadaşlarının mutlu hayatlarını gördükçe internette onların evlilik fotoğraflarını gördükçe mesela ve yüzlerce beğeni alıyordu ya o fotoğraflar işte içine çok oturuyordu oysaki kendisi işte bak evet kendisi de beğen tuşuna basıyordu mecburen ama bu düşük ihtiyaç halinde yaşamak çok zordu insanın gerçekten de bir şeyi olmuyordu oysaki çağımızda insanlar sahip oldukları kadar varlar onunsa bir işi yoktu bir eşi yoktu bir arabası yoktu bir akıllı telefonu yoktu güzel bir profil fotoğrafı bile yoktu hayır olmasın olmamasına ama bu bir bakıma münzevi hayatı değil sevecek takdir edecek müsamaha gösterecek biri bile yoktu Allah vardı ama o da aslında olması gerektiği kadar… yoktu.

***

Sıkkın sıkkın annesinin getirdiği çaydan yudumladı Celal. Loş ışık altında çay yeterince kırmızı görünmüyordu. Solukluk her şeye sinmişti işte. Televizyonun ışığı dahi evin loş aydınlatmasından daha kuvvetliydi; gözü yoruyordu ve aynı zamanda uyuşturuyordu da. Hiç kimse bunu umursamıyordu, kimse bundan tiksinmiyordu. Herkes televizyona bakar haldeydi diken üstünde bir sessizlik içinde. Belki de yalnızca kendisi o dikenin üstünde. Bardaklar çay tabaklarından kaldırılıyor ve bir hüpürdetme sonrası geri konuyor ve bu seslere endişeli çekirdek çıtlamaları eşlik ediyordu. Celal’in izlediği tek dizi vardı o gün televizyonda; ona göre bu dizi çok iyiydi çünkü edepli bir aşk hikâyesiydi; başroldeki kız tesettürlüydü ve aşk hikâyesi dense de aslında öyle denemezdi tam olarak; çünkü adam bu kızla evlenmeden öyle flört edip laubali olmamıştı; hatta işte dizi de görücü usulü evlenen bu insanların da birbirlerine nasıl kanlarının ısındığını ve âşık olabildiklerini anlatıyordu. Bir de açık saçık bir kadın vardı dizide; bu o adamın eski eşiydi ve sürekli adamın evliliğini zedelemeye çalışıyordu. Bir de bu adam şirketinde çok başarılıydı bir de adamın çalıştığı şirkette bunu kıskanan bir adam vardı. Geçen bölümde kötü kadın bu adamla anlaşıp bu adama bir iş yemeği ayarlatmış; iş yemeğine sadece kendisi gitmiş; öte yandan da adamın dilinden eşine mektup yazıp adamın eşinin bu lokantaya gelmesini istemişti de böylece adamın eşi, kocasını eski eşiyle beraber basmıştı. Şimdi, yeni bölüm, adamın eşinin edepli gözyaşlarıyla açılmıştı: O diğer bozuk dizilerde olduğu gibi kadın bağıra çağıra ağlamıyordu, gidip kocasına sövüp etmiyordu; hayır, gözlerinden edeplice iki damla yaş süzülüyordu ve sonra kadın dönüp gidiyordu. Sonra adam eski eşine bakmış ve “Seni Allah’a havale ediyorum.” deyip gitmişti. Diğer dizilerde olsa beddualar ya da küfürler sıralanırdı; ama işte bu dizi İslam’ın insanların hayatına getirdiği farklılığı gösteriyordu zarifçe. Gerçi açık kadın filan vardı bu dizi çok İslami denemezdi ama işte artık televizyonda çoğu şeye müsamaha gösterir olmuşlardı.

“Amaaaan, şimdi üç bölüm bu kızın ağlama zırlamalarını çekeceğiz demek ki.” dedi annesi çitlemeye devam ederken. İşte, diye düşündü Celal; dizideki inceliği göremiyorlar. Bu diziyi de diğerleri gibi sanıyorlar. İzledikçe annesi haksız çıktı; kadın tam valizini toparlayıp gitmeye yeltenmişken kocası ona yetişti ve ona her şeyi tek tek anlattı. Kadının gözlerine öyle bir baktı ki adam seni seviyorum derken, Celal’in bile içi gitti. Adam ayaklarına kapandı eşinin, yalvarıyorum dedi ne olur gitme dedi ben seni çok ama çok seviyorum dedi. Celal ağlamak istiyordu; ne kadar da güzeldi bu sahne ve kadının duruşu ne kadar da asildi böyle bir durumda bile. En sonunda, kadının, adamın seviyesine eğilip, “Sana inanıyorum. Sana güvenmediğim için sen beni affet!” deyişi yok muydu hele? Ve sarılmışlardı hasretle; Celal’in gözleri dolmuştu; hüngür hüngür ağlamak istedi; aman Allah’ım bu nasıl bir teslimiyetti, nasıl da güzeldi! Keşke, diye içinden geçirdi, benim de ileride böyle bir eşim olsa. O öyle yerini bilse ve bu sayede ben de keşke ona yerini bildirmek için kaba saba bir adama dönüşmesem… Sonra kurduğum hayale bak deyip kendine kızdı, işsiz güçsüzün tekiydi sonuçta.

“Hanım bak yanıldın; aynı bölüm içinde çözdüler.”

“Sen dur daha dur, şimdi daha o şirret kadın gelip bunun aklına girecektir. Onu böyle çabuk bıraksa dizi biter, hah.”

Dizide, ertesi gün, adamın eski eşi, şimdiki eşine postayla o akşamki yemekten samimi fotoğraflar yollamıştı. Bu fotoğraflar çekilirken adamın eski eşi bilerek adamın boynuna atılmıştı. Fotoğraf öyle bir açıdan çekilmişti ki adamın yüzündeki şaşkınlık ve isteksizlik görülmüyordu. Bu posta üzerine kadın kocası eve geldiğinde bunlar ne ha diye bağırıp çağıracağına sessizce ben sana hâlâ güveniyorum; ama bugün postada böyle fotoğraflar geldi dedi. İşte, akıllı kadının, edepli kadının hali bir başka oluyordu. Adam bir kez daha her şeyi eşine tane tane açıklamış ve eşi de olduğu gibi kabul etmişti. Sonra, tam da birbirlerine sarılıyorlarken, ekran karardı ve SON yazısı belirdi.

“Haydaaaa, final miydi bu?”

“Ben hiç öyle bir şey duymamıştım ki.”

“Allah Allah, dur bakayım internetten… Aaa, anne gel bak cidden de sonmuş bu! Bak bak ne diyor, dizideki adam hani evliydi ya bu başroldeki kadınla; git sen onu dizideki kötü kadınla aldat!”

“Ayyy, tövbe ya Rabbim o nasıl şey öyle dur getir bakayım!”

“…Yapımcı şirket bu bilginin yayılmasını engellemeye çalıştıysa da başarılı olamadı. En sonunda yazılı açıklama yapan şirket, aldatma olayının gerçek olduğunu açıkladı. Bu koşullar altında diziye devam edilemeyeceği için, önceki bölümde oluşturulan düğüm final bölümünde kolay bir şekilde çözüldü ve evli çifte en azından dizide mutlu bir son yazıldı. Boşanma davasının açıldığı ve anlaşmalı bir şekilde ayrılık olacağı konuşuluyor.”

“N-nasıl ya?” diyebildi Celal en sonunda. Ekranda SON yazısını gördüğünden beri boğazında bir yumru vardı. Üzülmüştü çünkü şu günah kutusundaki en masum işti biten. Böyle bir skandalla sonlanmasıysa daha da üzücüydü. “Yani, eşi tesettürlü dindar kadın, nasıl olur da öbürü gibi birine meyleder ki?”

“Aman be abi, sen o başroldeki kadını kapalı mı sanıyordun cidden? Kapalı değil ki o. Manken o kadın hiç duymadın mı sen?”

Celal’in yüreğine köz basılmış gibi oldu. “Manken demek…” dedi.

Bir ikiyüz daha.

***

“Bey, bu düğün var demiştin gidecek miyiz ona?”

“Elbet gideceğiz Halime o nasıl laf şimdi?”

“Şey, Celal ben bu iş için mi ney adamla konuşmaya gideceğim dedi de gelmem düğüne dedi çıkarken de o halde biz ikimiz mi gitsek?”

“Niye ikimiz canım Havva’yı tek başına evde bırakmayalım.”

“Yok bey gelir Celal biz akşam çıkmadan herhal.”

“Olsun, olsun. Havva da gelsin. Böyle düğünlerde nişanlarda görünsün artık, yaşı geliyor. Şurada imam hatipten mezun olmasına birkaç ay kaldı; sonra kısmet bulamazsa şimdi üniversite filan diye tutturur; bu ara sen kısmet filan o işlere biraz baksan iyi olur. Gerçiii, karşı taraf şu paraleller dikkat et bizim taraftan kişiler bul.”

“E oğlunu çalıştırmazken düğünlerine mi gideceksin şimdi?”

“E bu başka o başka. Hem bizim taraf mühim insanlar, yanlarında olmak iyi olur.”

Havva endişeyle dinledi konuşulanları odasından. Aslında duydu dense yeridir; babası bilhassa sesli konuşmuştu zira. Oysaki Havva’nın hayalinde gidip din kültürü öğretmeni olmak vardı; gerçi babası okumasına o kadar da karşı değildi ama kısmet bulursa evlenmesini yeğliyordu Havva’nın. Havva ise evlilik konusunda ne düşünse ki, ne hissetse ki… O kadar büyüdüm mü ki diye ara ara kendine soruyor; ama cevabı olmayan bu soru kalbinin ortasında duruyordu.

***

Celal dizi skandalından kendini sıyıramamıştı, Cemil amcanın yanına giderken dahi aklındaydı. Geleceği için ilham kaynağı idi o dizi; çünkü oradaki adam çok zor şartlarda hayata atılıp eşinin verdiği motivasyonla kariyerinde üst noktalara yükselmişti. Celal kendisinden de böyle bir hikâye çıkmasını arzulamıştı, niyaz etmişti. Hatta fabrikadaki işi bir yandan da bu yüzden kabul etmişti; tam da işte o İlhan Bey gibi bir hikâyesi olabilirdi. Öyle bir hikâyesi olduğu takdirde Ayşe Hanım gibi bir eşi de olabilirdi. Ama, işte, her şey yalanmış. Her şeyin iki yüzü varmış. Şimdi de kendisinin olacak.

“Cemil amcacığım, selamünaleyküm.”

“Oooo, aleykümselam Celalciğim, ama neydi, fabrikada artık Cemil Bey diyecektik, değil mi?”

“Ah, evet, tabii, kusura bakmayın Cemil Bey. Ben-“

“Ah yoksa Muhsin Bey ile ilgili bir sıkıntı-“

“Yok efendim öyle değil. Lütfen oturun. Fazla vaktinizi almayacağım.”

“Pekâlâ. Ama yüzüne bakıyorum da hoş şeyler söylemeyeceksin sanırım.”

“B-biraz öyle efendim. Ben, dün, verdiğiniz iş teklifi için size çok teşekkür ederim. Ama, ben, bu teklifi kabul ettim, biliyorum; ama reddetmek durumundayım.”

Cemil Bey biraz durdu. Sonra kendini toparladı ve yaslandığı koltuğundan kendini doğrultup Celal’e doğru eğildi:

“Bak evladım, ben sana burada o acı kahveyi içerken teklifi iyi düşün dedim. Sen de kabul ettin. Şimdi gelmiş bana çalışmayacağım diyorsun. Bu şey çocuk oyuncağı mı canım?”

“Cemil Bey, efendim, ben, bana kalsa ben yine burada çalışmayı çok istiyorum. Ama, ailem, istemedi.”

“Allah Allah, bu devirde iş bulmak kolay mı ki öyle kolayca ailen istemiyormuş?”

“Yok efendim, bu, sebep yani, özel sebeplerden, ailevi, dolayı…”

“Bırak evladım, bırak. Bıraktın da zaten. Ama bundan gayrı ancak camide selamını alırım; onu da Allah rızası için yaparım! Beni sükût-u hayale uğrattın.”

“Bakın, Cemil Bey, öfkenizi anlıyorum; hak da veriyorum, özür dilerim. Ama, ben, dedim ya size işte, ailevi sebeplerden dolayı, gerçekten benim elimde değil-“

“Celal Sarıdoğan. Ailevi sebepler deyip işi muğlaklaştırma! Hakkında bilgim yok mu sanıyorsun? Bura küçük yer evlat, herkes herkesi tanımasa da tanır. Matbaacı baban belediyenin işlerini kaybetmesin diye benim paralel fabrikamda çalışmanı istemiyor değil mi?”

“Cemil amcacığım, ben-“

“Tamam, kes! Zaten böyle olacağını babanın ne halt olduğunu öğrendikten sonra tahmin etmiştim. Çık şimdi. Defol!”

Bir ikiyüz daha.

***

“Kızım sana babamlar konuşurken duydum diyorum ya! Mezun olayım evlendirecekler!”

“Ooooo, kız evlenecen diye ne bu dehşet! Valla ana-babalarımızı değiştirsek mi ne yapsak? Benimkiler hiiiiç oralı değiller valla.”

“Asiye, şurada ciddi bir şey konuşuyorum senle. Ben evliliğe hazır mazır değilim.”

“Ahahaha, Havva, neyine hazır olacakmışın Allah aşkına sen? Evliliğin hazırlığı mı olurmuş? Çeyizin dertse söyle yardım edelim de, Halime teyzem halleder onu sen rahat ol.”

“Asiye, yok öyle bir şey değil benim bu dediğim. Bak, yani, bilmiyorum nedenini tabii de, ben şimdi ev-le-ne-mem! Bu, bu başka bir şey.”

“Bence çok büyütüyorsun kafanda Havva. Bakarsın, istemiyorsan da talipleri reddedersin. Çok reddedince gelenin de kalmaz zaten. Hem her aile böyle yapıyor işte; alttan alttan olursa diye deniyor. Bilmez gibi konuşma. Reddet işte istemiyorsan.”

“Hee babamlar da öyle öküzün trene baktığı gibi bakacak değil mi? Annem de babam da zorlayacak sıkıştıracak çok fena. Neden evlenmiyorsun diyecekler ne diyeceğim onlara? Şimdi bir de çok iyi kısmetler denk gelir kusur filan da bulamam kesin, yandım ben.”

“Amaan sen de, uydurursun bir şeyler. Daha fol yok yumurta yok, fazla endişeleniyorsun valla. Hem o kadar iyi kısmet gelirse de evlen bir zahmet!”

***

Celal odadan çıktığında elleri titriyordu. Allah kahrets- kahretmesin! Hayır Celal, beddua yok, hayır Celal beddua yok; işte sen böyle düşük ihtiyaçlar sıfır vizyonlar yaşayayım dersen gelir herkes seni ezer çünkü niye hiçbir şeyin yok sen rezil rüsva adamın tekisin elinde hiçbir ama hiçbir bir şey yok zaten bu gidişle değil Ayşe Hanım gibi kısmet bulmak o şirret Fatma gibi kızlar bile yüzüne bakmaz zaten sen sen işte sen Allah Allah kahretmesin Allah’ım yardım et Allah’ım ne bu böyle içinde olduğum boşluk bu imtihanımın parçası mı sabır ver bana ya Rabbi resmen tuzağa düşmüş gibiyim ne bir iş bulabiliyorum iş bulmadan zaten eş de bulamıyorum yeter yetti artık yetmedi mi iş aradığım gazetelerden internetlerden yetmedi mi göçüp İstanbul’a İzmir’e yerleşen arkadaşlarımın mutluluklarını sahtecikten beğenip yorum yazmalarım yetmedi mi ben bak ne zamandır bir şey yüklemedim oraya zaten artık o gidenler de arayıp sormaz oldu ben oraya bir şey yüklesem bile zaten beğenecek kaç kişi çıkar ki işte ben yok hükmündeyim madem yok hükmündeyim Allah’ım beni büyük kötü günahlara filan yönelmeden al şu canımı da bari belki cennetine girecek kadar ibadet iyilik biriktirmişimdir şimdi en azından cehenneme gidecek olsam da şimdi elimdekilerle belki cehennemde kalacağım süre azalır aman Allah’ım neler düşünüyorum ben Allah’ım aman- ben başım kötü oldum dur oturayım şuraya biraz-

“B-Bana bir limonata.”

-ama Allah’ım ama ya işte zor Allah’ım değil mi iş dediğin işte hayatı kaplayan bir şey insanlar sekiz-beş oradalar işte benim hayatımda o büyük zaman dilimi ayırmam gereken şey yok olmayınca da çok boş oluyor Allah’ım midem bulanıyor işte hep vesveselerim de bu boşluktan zaten bu boşluktan bir kurtulabilseydim Allah’ım ah, ah, ah ki ne ah ama işte kim önemser ki kimse herkes işine bakıyor kahretsi- kahretmesin ama herkes işine bakıyor ben de iş bulsam işime bakacağım kim işsiz kim değil ne uğraşacağım-

“Buyur abi.”

“Eyvallah. Ya, kardeşim, gelip bir otursan ya beş dakika?”

“Efendim?”

Celal etrafına bakındı. “Bak, boş pastane, otur ya bir iki dakika bana limonata getiren delikanlıyı tanıyayım hem ben de konuşurum biraz hasbihal ederiz.”

“P-peki abi.”

Celal elini uzattı. “İsmim Celal.”

“Ben de Adem.”

“Adem kardeşim demek burada garsonsun kimlerdensin nelerdensin anlat hele.”

“Abi bu pastane babamın benim-“

“Haa, ne güzel. E sen okumuyon mu?”

“Abi yok, lisedeydim de, bıraktım son senede.”

“E niye öyle yaptın ki hele son senede?”

“Abi zaten pek parlak öğrenci değildim; e babamın işlerini de artık öğrenip devralmam gerekecek bir noktada; ben de hem garsonluk hem çıraklık yapıyorum bir noktada.”

“Maşallah, maşallah. Ne güzel işin var maşallah bak, benim işim yok mesela. Az önce de bir işi reddettim sırf adamlar paralel diye. Lanet olası paraleller. Ha-ha-ha!”

Celal derin bir nefes verdi. Limonata önünde duruyordu. Hayaldi. Saçmalamıştı. Biraz saçmalamaya, biraz kendini boş vermeye ihtiyacı vardı galiba. Biraz kendine müsamaha gösterse, olmaz mıydı? Ya da kendisinin göstermesinden ziyade, başkalarından mı görmeye ihtiyacı vardı? Belki de tek ihtiyacı görülmekti. Herkese gösterilenin binde biri kadarcık da mı olmazdı? Hadi o olmadı diyelim, en azından, açılacak, konuşacak birinin varlığına çok ihtiyacı vardı. Çok dolmuştu artık; bu dertlerden kurtulamayacak olsa da en azından birilerine anlatabilmeliydi, anlatabilmeliydi ki biraz hafiflesin; hem görsünler baksınlar bak bu çocuk sıkıntı çekiyor desinler ve hatta işte dua etsinler onun için.

Limonatayı bir dikişte bitirdi Celal. Hesabı bardağın altına koyup gidecekti ki telefonu çaldı.

“Alo? Efendim baba? Evet reddettim. Laf etti üç beş sonra da çıktım. Evet baba. Evet baba. Yok düğüne gelmeyeceğim ben baba. Hayır istemiyorum. Moralim bozuk. Bir de düğünü çekemem Kutlubağların. Ya baba zaten yakınım da değil evlenen çocuk abartma siz gidin işte üç kişi gidiyormuşsunuz zaten ne şey var yani. Hah, bakar mısın, para bardağın altında kalkıyorum ben. Yok baba garsona dedim. Hadi tamam mı, siz gidin; ben kahveye filan takılırım biraz belki birileri olur akşam, hadi görüşürüz, görüşürüz, Allah’a emanet, tamam.”

“Alo? Anne, babamla konuştum da şimdi- evet anne işi bıraktım- evet anne adam laf et- evet anne kabul etti yine- evet anne ya neyse babam diyor ki- heh evet düğün altıdaymış beşte hazır olsunlar diyor tamam mı onu diyeyim dedim hem diğerini de söyleyeyim dedim tamam peki- yok hayır gelmeyeceğim eve kahveye giderim biraz oradakilerle takılırım- hadi Allah’a emanet- ne Havva’yı mı alayım okuldan neden ki- ne sevgilisi ne demek- anne cevap ver nasıl olur öyle sevgili filan ne- ortada bir şey yok mu e o zaman nasıl- yok anne ben geçen gördüm rahat ol sen oturuyorlardı Asiye mi ne işte o arkadaşıyla yani şey yok öyle sık çıkıyor diye sevgilisi filan var diye düşünme hem yapmaz Havva öyle şey bilirsin hadi görüşürüz almıyorum Havva’yı tamam mı- tamam hadi görüşürüz.”

***

Kutlubağların düğünü! Kutlubağların düğünü! İşte, evet, bu, tessadüfler, hayır, doğrusu, bu tevafuklar demeli, belki de o şeye işaret ediyordur ha? Yani, ikisinin de, hem Havva’nın hem de onun o düğüne gitme ihtimali ne olabilirdi ki? Tamam, küçük yerdi burası; ama olsun, yine de, ikisi de, işte, o düğüne gideceklerdi. Gerçi kadın erkek ayrı düğün olacaktı; ama olsundu; öyle ya da böyle aynı mekânda bulunacaklardı işte; belki orada Allah nasip eder de tanışırlardı, hani şu dün biten dizinin başında da ana karakterler görücü usulü tanışmadan önce kazara tanışmışlardı ya, kız yere düşüyordu az daha da adam tutmuştu onu kolundan ya belki öyle bir şeyler olurdu kim bilir! Bu heyecandan yerinde duramadı. Pastanenin vitrin camında kendi yüzüne baktı. Saçı sakalı düzelttirse iyi olurdu. Babasının yanına gitti, berbere gitmek için izin istedi; önlüğünü atıp çıktı.

***

Uzun zamandır düğüne gitmemişti Havva. Şimdi, gittiğinde sırf bu sebepten bile ilgi üstünde olacaktı, emindi. Bir anlamda vitrindeki en yeni hanım adayı olacaktı. Kesin şimdi sorular soracaktı teyzeler, sonra maşallahlarla süslenecekti ve nazarlar değmesin diye okunup üflenecekti. Annesi kendisini evlendirmeye ne kadar meyilliydi bilmiyordu; ama meyilliyse şimdi ballandıra ballandıra anlatırdı da anlatırdı. Herhalde babası böyle borçluyken evden bir boğazın eksilmesini isteyecektir annesi; hem zengin bir kısmetin kendilerine yarayacağını da bilir. Üstelik birkaç ay düğün hazırlıkları için ideal bir süreydi. Yazın düğün de iyi olurdu. Ney, nasıl, bu kadar çabuk mu, oldu bitti mi? Of, dedi içinden; ya zengin bir sünepeye gidersem ya da zengin ve çok yobaz olduğu için beni eve kapatıp çıkarmayan bir adamın evine gidersem ya da fakir bir sünepeye gidersem ya da fakir ve çok yobaz olduğu için beni eve kapatıp çıkarmayan bir adama gidersem? Hiçbir ihtimal güzel değildi. Güzel ihtimaller bu yerden uzaktaydı; bu yüzden herkes göç ediyordu zaten ve bu yüzden de burada kötü ihtimaller kalıyordu bak mesela dizideki İlhan Bey de orta halli bir şehirden İstanbul’a göç ediyordu tamam elbette ki başlarda zorluk çekmişti adamcağız çok ama sonra işte yolunu bulmuştu güzel bir iş eş ve hatta güzel bir arabası bile olmuştu selfie çekecek mutlulukları bile olmuştu eşiyle oysaki şimdi bu rezil yerde kendini alacak kısmeti değil selfie fotoğraf bile çektirmezdi bile belki.

***

“Selamünaleyküm.”

“Aleykümselam.”

“Ooo hoş geldin Celal, ne zamandır uğramaz olmuştun kahveye, hasret kaldık valla. Nasılsın iyi misin?”

“Çok şükür be Ahmet abi, ne olsun aynı işte. Sen bana bir maden suyu getircen mi ya yemek oturdu mideme.”

“He he he, kebapları götürdün mü?”

“Yok abi ya pide yiyeyim dedim de adam ne kadar yağlı yapmışsa artık valla şehirde rastgele bir yerde yedim bir daha da yemem.”

“Adamlar lezzetli olsun diye basıyorlar yağı bilmiyon mu sen? Şehirde öyle dışarıda bir şey yenmez valla ben sana diyeyim Celal. Dur sodanı getireyim de biraz oturalım.”

Kahveci sodayı kapıp oturdu Celal’in yanına:

“Yusuf, sen bakarsın kahveye! Eh be Celal, ne oldu senin şu iş aramalar, bir netice yok mu?”

“Yok abi ya, ne işi… Bir yerde buldum güya da; o adam da paralelmiş. Babam bir esti gürledi ki sorma.”

“Oğlum sen nereden buluyon elin paralelini?”

“Ya abi sorma adam yaşlıca bir amca, camide çok fena yere düşüyordu tuttum ben de; sonra minnet etti filan birkaç kez daha görüştük filan, adam fabrikatörmüş işte ben de işsizim deyince sağ olsun teklif yaptı ama yani sigortasız elden bir iki yüz verecek falan…”

“Ah be oğlum, eh baban da haklı tabii. İş yaptığı adamların neredeyse hepsi malum.  Neyse be evladım, canın sağ olsun. Bu ara herkesin işi kesat, herkes birbirine borçlanıyor; valla herkes diken üstünde. Bu devirde sana değil sadece kimseye iş yok.”

“Öyle, biliyorum Ahmet abi de, işte kimseye yokken yine bana da olmamış oluyor. Eh, iş yokken nereye evleneceksin filan… Boşlukta gibiyim.”

“Ah be Celal. Şimdi, arkadaşların da gitmiş olmasaydı biraz onlar moral olurdu sana ama onlar da gittiler buralardan. Haberin neyin var mı ne yapıyorlarmış?”

“Ne yapsınlar abi, bir kısmı işte iyi kötü bir düzen kurmuş; evlenmişler filan. Bir kısmı çalışmış üniversiteye girmiş, öyle.”

“Sen de sınavlara hazırlansan be Celal, ha? Belki bir bölüm filan tutturursun da en azından bir diploman olur, ha?”

“Ya, bazen düşünüyorum da abi, bak ben bıraktım okulu üç sene oldu neredeyse. O zaman daha doğru dürüst anlamaz etmezdim; şimdi kafam onlardan uzaklaşmış gitmiş nasıl çalışayım?”

“Ama bak öyle deme, bizim komşunun kızı vardı Ayşe diye aile evlendirelim dedi kız bir sene kısmet bulamadı o esnada da çalıştı çalıştı iki senelik bir yer tutturdu. Öyle mükemmel filan yapmana gerek yok ki; zaten bizim şehrin üniversitesinin puanları da pek yüksek değil. Düşün bunu sen bence.”

“Bilmiyorum ki Ahmet abi, hiç halim yok işte.”

“Ah Celal, bu kadar kötü düşünme. Biraz kendine karşı esnek ol, müsamaha göster. Kendini çok kötü görüyorsun. Maşallah aslan gibi delikanlısın sen!”

“Ya öyle olsam da neyim ki işte abi? İşsiz, güçsüz, nasipsiz bir adamım işte.”

“Bak öyle deme ümitvar ol şükret sen dindar çocuksun Celal. Öyle şükretmezsen elindeki de gider maazallah.”

“Biliyorum da abi, işte…”

“Dur bakayım, şey, sen geliyon mu Kutlubağların düğüne?”

“Yok abi ben gelmeyeceğim.”

“İşin mi var?”

“Yok da-“

“Olmaz, o zaman geleceksin gideceğiz beraber. Bu ne böyle içini karartmışın karartmışın; biraz insan görür muhabbet edersin açılırsın. Bak burada sen bir saat daha otur sonra kahveyi kapatacağım sen ben Yusuf gideriz ha?”

“Abi ben çok istemi-“

“Yok yok Celal, gel. Hem zaten takımını da giymişin, bir şey yapmana gerek kalmamış.”

“Kimin kızını almışlar biliyor musun?”

“Yok davetiye filan da gelmedi ki bana. Bizim esnaf dedi herkesi çağırmış bizim Kutlubağ.”

“P-peki Ahmet abi. İyi o zaman ben tutmayayım sen işine bak, biraz gazete karıştırayım ben de.”

“Hah şöyle! Bak ne güzel oldu!”

***

Dur bak kendine Adem, hah, güzel oldu maşallah, dur bakayım şu gömlek evet iyi duruyor dur biraz daha belimin içine sokayım biraz geniş durmuş kıvrılmış alt tarafları, hah, şöyle, evet, dur bakayım kravatı da şöyle son kez düzelteyim, evet, hah bir de, ya, şu ceketi giymesem mi ki şu koltuk altı tarafındaki küçük leke çok batıyor gözüme dur bakayım ya evet işte koyu takım böyle açık olsa hiç görünmezdi of neyse zaten kapalı yerde düğün çıkarırım ceketi görünmez etmez kemeri de şöyle ortalayayım hah iyi oldu benim parfümüm neredeydi dur bakayım Almanya’dan getirmişti arkadaşım hem de çok güzel demişti ki arkadaşım bu parfümün reklamında Alman futbolcular oynamış aman neyse tamam şöyle sıktım oh güzel hazırım yoksa boş yere mi şey ediyorum bilemiyorum ki ama görürsem kesin- yok ne kesini kesine bağlama yok tamam aman aaa yeter.

***

Havva düğün salonuna girerken ötede bir çocuk gözüne çarptı. Koyu renk takım elbisesi vardı çocuğun; sanki daha önce bir yerlerde görmüştü ama çıkaramıyordu; düşündü ama bulamadı. Bir anlık duraksamadan sonra annesinin çekiştirmesiyle içeri yürüdü. Düğünde beyler üst kattaki salonda, hanımlar ise alt kattaki salondaydı.

“Cümleten selamünaleyküüüüm” diye masaya yöneldi Halime Hanım. Masadan aleykümselamlar yükseldi, herkes sırayla kalktı öpüştü. Havva’ya her biri maşallah kızım ne zamandır görmemiştik seni ne kadar da büyümüşsün güzel kız olmuşsun dedi. İstisnasız herkesin söylediği bu söz, yeni gelin adayı karşılama merasiminin bir parçası olmalıydı. Merasim masaya oturulduktan sonra teyzelerin çeşitli sorularıyla devam etti. Kimi mutfakla aran nasıl diyor, kimi imam hatipte neler öğrendiniz diyor, kimi üniversite okuyacak mısın diye soruyor, kimi annene yardım ediyor musun evde diyor ve Havva’nın hanımlık testi sonucu bu sorularla şekilleniyordu. Havva sorulara olumlu cevaplar verdiği takdirde takdir edici bir hmmmın ardından birkaç maşallah geliyor; orta şekerli bir cevap sadece maşallah ile, kötü cevap ise sadece hmm ile karşılanıyordu. Bu sorular bittikten sonra ise, diğer masalarda kısmet arayanlar var ise geliyorlar ve masadaki başka birini bahane ederek önce onla kısa bir hasbihal ediyorlar; sonra ilgisini direkt kıza yöneltip sen kimlerdensin diye sorduktan sonra Havva’nın annesi Havva’yı tanıtıyor; kadınlar cevabı aldıktan sonra anne ve kızı özenle süzüyor ve sonra memnun oldum iyi günler deyip masalarına dönüyorlardı. Bu şekilde Havva’ya iki tane talip gelmişti bile. Havva’nın içi daraldı, heyecanlandı. Kur’an tilaveti biter bitmez tuvalete koştu.

***

Bana, bana, bana baktı değil mi o? Allah’ım yoksa gerçekten de yakışıklı mıydım yoksa gerçekten de aramızda bir elektrik mi var ki bana baktı yoksa bana bakmadı da bu benim kurmacam mı tövbe ya Rabbim bir de Kur’an okunurken böyle şeyler düşünmek tövbe tövbe tövbe… A-ama işte düşünmeden olmuyor ki direkt bana baktı ya kesti demek mi oluyor bu yoksa edepsizce mi davranmış oldu aslında tövbe tövbe aman Allah korusun öyle bir şey olmasın ben, şey, of, fena, neden böyle oldum ben neden bu kadar kurar oldum hiç evlenmeyi de düşünmezken hem hazır da değilim ki daha doğru dürüst işim de yok hem babam beni nasıl evlendirsin elde avuçta para bile yok hem daha ben askerliği de yapmadım bir de o var verirler mi ki askerlik yapmamış çırak bozması bana kızlarını o aile he hey hem de o abisi mesela en başından engel olur herhalde korumacı birine benziyordu o gün gelmişti ya hani kıza sormuştu ne yapıyorsun diye kızların ikisi de ayağa kalkmıştı belli ki korkuyorlardı ondan aman benim heyecandan midem mi bulandı ne oluyor hem tuvaletim de geldi şu tilavet bir bitse de gitsem.

***

Of gelmemeliydim bu düğüne of of resmen kurbanlık koyun gibi soruyorlar ediyorlar bakıyorlar yiyecekmiş gibi öyle ki bir erkek bile bana öyle bakmadı bu şey böyle çok kötü hissettiriyor bu analar mı İlhan Bey gibi evlatlar doğuracakmış da büyütecekmiş ama yok işte istemeye geldiklerinde takacaklar kravatlarını her biri gelecekler saçlar jöleli tıraş sinekkaydı ve ellerinde çiçek ve çikolata ve babasının anasının yanında boynu bükük mahcup oturacaklar sonra babası diyecek ki sebeb-i ziyaretimiz malum diyecek Allah’ın emri peygamberin kavliyle kızımız diyecek kızımız ben nereye kızınız olmuşum ki oysa daha vermemiş babam beni ama bunlar umursanmayacak hayır bunları kimse umursamaz hatta sonra işte oğlumuza istiyoruz diyecekler ne zaman o oğlunuz bizim oldu bilmeyeceğiz hiçbir zaman ama sonra babam da usulen modern babalığa heveslenip zoraki dönecek bana diyecek sen ne dersin kızım diyecek ben de boynumu büküp diyeceğim ki siz nasıl uygun görürseniz babacığım diyeceğim damadın- hayır nereden damat oluyor be- damadın yüzü kızaracak böyle lay lay lom şeyler ilk başta beni aşkına inandıracak da sonra sıkılacak benden ve hayat da sıkacak onu ve hayat onu sıktıkça gelip benle o sıkıntılarını paylaşacağına hani İlhan Bey kovulduğunda Ayşe Hanım’ın onu teselli edişi gibi teselli etmek isterdim ben tabii çok güzel olurdu ama o gelip ne yapacak erkeğim ben diyecek reisiyim evin diyecek her şeyi tek başına yüklenmeye kalkışacak mal gibi sonra da gelip evde saçma sapan bağırıp çağıracak belki iş o raddeye gelecek ki bana el kaldıracak benim de inadım inat değil mi zaten kesin dik başlılık yaparım aslında yapmamak lazım ama işte of resmen soğudum evlilikten vallahi de billahi de tallahi de o dizideki gibi mucize bir adam gelmedikçe yanaşmam evliliğe parası pulu olsun değil hayır kalbi olsun ama nerdeeee

***

A-Aman, aman Allah’ım dedi Adem. Bu, bu oydu! İşte, tevafukların zirve noktası, Allah’ın kendilerini denk getirmek için gösterdiği özen, işte sonunda hepsi meyvesini vermişti! Bu meyve, öyle ki bu meyve iri, sulu ve kıpkırmızıydı bu meyve; elma gibi, üzerinde yeşil küçük noktalar vardı ki bu noktalar elmayı daha parlak gösteriyordu; bu meyve bir ağaca asılıydı ağaç ancak insan boyunda ve etrafa saçılıyor dalları ama o kadar çok da değil dalları ve narin ve yaprakları da az ağacın şu güzel şekilli elma ağacı yapraklarından ve sanki etrafları sırf sonsuz yeşillik ve koyu mavi bir gök var güneş batmamış ama ortada da yok ve işte karşı karşıyalar birbirlerine bakıyorlar ortalarında da ağaç.

***

“M-m-merhaba. Tu-tutuva-let neredeydi acaba biliyo-yor musunuz?”

“Şey, tuvalet, ilerleyin göreceksiniz sağ tarafa ok vermişler.”

Evet, işte bu en mahrem anda bile, o en mükemmel anda bile, kız kendine mukayyet oluyordu; belki evet o da çok istiyordu ama Adem’e bakmıyordu. Yoksa Adem’i hiç umursamıyordu da mı bakmıyordu? Hayır, hayır sil bunu kafadan. Başla! Ama Adem? Hadi, hadi, hadisene! Bir daha olmaz! Ya şimdi, ya da asla!

“Şey, ben, pardon.”

Havva gitmeye yönelmişti, durdu. “Efendim?” dedi.

Havva o anda hatırladı bu çocuğun kim olduğunu.

“Ben, şey, siz, pardon, isminiz neydi?”

“Bunu neden sordunuz?”

Oooooof bu bunu beklemiyordu, ne cevap verseydi ki? Aslında, evet, edepli bir kızdan bu beklenirdi. Ama, o buna hazır değildi ki.

“Şey, siz, geçen, siz sanki, bir arkadaşınızla, pastaneye gelmiştiniz, şu-ismi-şey-olan Tat Pastanesi olan pastaneye siz gelmiştiniz değil mi?”

“E-evet.”

“Şey, ben, ıhm, hmm, pardon, gıcık tuttu, öhm, evet, şey işte orada şey de geçen, hah, şey, aaa, şey hesabı siz hani vermiştiniz ya-“

“Evet?”

Bu soğuk evet karşısında ne kadar ilerleyebilirdi ki? Korktu, üzüldü; her şey karardı, soldu ve öldü ama olmaz ölmeden ölmek son bir nefes gerek:

“Şey, o, hesapta, şey, yok ben şey size yalan söyleyemem olmaz doğru olmaz şey ben isminizi şeyden öğrenmek istedim de aslında biliyorum isminizi de sizi-ben gördüm ve sonra çok şey bilmiyorum kalbimde Allah affetsin bir muhabbet besledim size karşı ve ama işte yani şey-nasıl-sizi-hiç, tanımıyorum ki ben nasıl yaklaşırım bilemiyorum ben ben o yüzden de ben şey en azından isminizi öğrenmiş olurdum da hani usulen aslında yani isminizi biliyorum demiştim şey yani soy isminiz lâzım aslında şey için sizi sordururdum büyüklerimden filan onlar vasıtasıyla belki siz de ister sonra-“

***

Çocuğa bak ya, bir garson süprüntüsü gelip bana bir de yol yapıyor. Garsonsun sen neyine güvenip de bu lafları ediyorsun bana? Tıfıl çirkin bir şeysin, yüzüne bile bakamıyorum. Üff, şu konuşmasını bitirsin resmen daha da rezil oluyoruz her saniye-

***

“Celal, evladım sen çık; ben Yusuf gelsin onunla beraber çıkayım.”

“Tamam Ahmet abi. Hadi görüşürüz.”

Celal içeri yöneldi. Gecikmişlerdi kahveyi kapatalım filan derken. KUTLUBAĞLAR VE MAHMUTOĞLU DÜĞÜN yazıyordu girişte bir kartta ve bay bölümü üst kat diyordu ve hanım bölümü giriş kat diyordu; ilerledi birkaç adım daha sonra ileride bir çocukla bir kız gördü.

Bir iki yüz daha.

***

O, o, o, o Havva mı lan-o?! Havva Havva valla Havva o hem de üstünde benim askerdeyken izne gelmişken getirdiğim kıyafet o Havva o Havva o peki karşısındaki kim o o o o kim o ne yapıyor o ikisi yoksa o o yoksa annemin dediği yoksa o mu yani var mı o yani Havva’nın şeyi mi var Havva’nın şeyi mi Havva’nın sevgilisi mi var Havva’nın hem de Hav-va’nın sev-gi-li-si-mivar Havva’nın hem de hem de o çocuk da bir saniye o çocuk da şey işte evet, bak işte o çocuk da o evet bugün o oturduğu pastanedeki çocuk o paçavra-garson mu o o hem de o demek ki o aslında orada Asiye ile değil oturmuyor orada gidip orada o çocuğu mu görüyordu lan yoksa lan yoksa cidden de Havva böyle ikiyüzlü mü lan yoksa yeter lan artık yeter cidden yeter olmaz artık yeter Allah’ım yeter bu yeter daha ikinci yüzünü görmediğim kim kaldı Allah’ım yeter bu olay burada derhal bitecek yeter görecek o çocuk neymiş namusa leke sürmek görecek!

Koş.

Koş.

Koş-koş.

Koş. Koş. Koş. Koş.

Koooooooooooooş

“Abiiii!”

Ve yumruk. Çocuk yerde. Ve öfke. Abi dur. Ve bir yumruk daha. Abi ben- Ve öfke. Ve abi Allah rızas- Ve bir yumruk daha. Abi dur o bir şey- Ve öfke. Ve sen nasıl kardeşime leke sürersin lan ha?! Ve öfke. Ve nefes durmuş ve gözleri dönmüş ve kalbi atıyor ve öfke nefesinden kanına kanından etine etinden yumruklarına sirayet ediyor. Ve öfke çünkü ihanet. Ve öfke gözü karanlık. Ve öfke kalbi cayır. Ve öfke çığlığı deprem. Ve o çocuğun yüzünden başka yüzler çıkıyor ve babası çıkıyor onu döven onun yüzünden ve Cemil bey amcacığı çıkıyor ona bir-iki-yüz maaş veren lanet olası paralel onun yüzünden ve Havva çıkıyor onun yüzünden fingirdek namusunu vitrine çıkarmış onun yüzünden ve o hayalindeki eşi Ayşe Hanım çıkıyor ve bir anda türbanını çıkarıyor Ayşe Hanım ve altına da bir de mini etek onun yüzünden ve İlhan Bey çıkıyor altında arabası ve çekti selfisini ve koydu iki yüz beğeni aldı ve duydunuz mu işinde terfi aldı onun yüzünden hepsi hep hep onun yüzünden. Ve al al al al aklın başına gelsin al ve Celal dur ne yapıyorsun yardım edin birileri gelsin dur evladım dur dur Yusuf yardım et ve bana bak sen öldün artık sen yaşamıyorsun artık sen var ya sen ve Celal kes sesini dur daha ne olduğunu bilmeden mahvettin çocuğu ve abi bak yok ben valla tanımıyorum bu çocuğu bana sadece tuvalet nerede diye sordu ve bırak! bu işte o pastanedeki çocuk tanımadım mı sandın bir de gitmiş arkadaşıyla da sırf şeyden o hani anlamayayım diye ben de malım ya gerizekalıyım ya anlamayacağım ve öyle olsa bile neden böyle yapıyorsun Celal evladım bak sakin ol lütfen olmaz ve ne sakini ne sakini! resmen çocuk onu kirletiyor abi nasıl durayım sakin ve abi valla yok öyle bir şey sana yemin ederim sakin ol artık abi abi bak abi lütfen sana yalvarıyorum lütfen o sadece bak tuvaleti sordu diyorum sana ya yok aramızda bir şey olamaz da-

Adem bayıldı.

Akıbetleri

Celal: İki ay sonra belediyede iş buldu. İş bulduğunun ertesi senesinde yapılan seçimleri muhalefet partisi kazanınca o da işinden oldu. Babasının yanında çalışmaya başladı ve altı ay sonra sessiz sedasız evlendi. Düğün fotoğrafını yirmi iki kişi beğendi.

Havva: Olanlardan sonra evlilikten iyice soğudu. İki sene sonra üniversite kazandı ve din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni oldu. Herkesin evde kaldı gözüyle baktığı yaşlarda bir matematik öğretmeniyle evlendi.

Adem: O günkü olaydan sonra Cemil Mahmutoğlu mahcup oldu ve ona bir iki yüz maaşlı bir iş ayarladı. Sonra Adem’in yıldızı parladı ve hızla yükseldi. Sonra dizideki Ayşe Hanım gibi güzel bir kısmet buldu. Sonra fabrika kapanınca biraz sıkıntı çekti. Az maaşlı ama buna da şükür diyebildiği bir iş buldu sonra. Çocuklarının din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni Havva oldu.

Cemil Mahmutoğlu: Adem’i işe aldıktan sonra fabrikasına bereket geldi; daha da büyüdü. Paralel yapı operasyonuyla göz altına alındı. Çok geçmeden serbest bırakıldı. Ancak gözaltı ve sonrasındaki itibar kaybı nedeniyle fabrikası iflas etti. İflastan iki yıl sonra vefat etti.

Asiye: Havva’dan önce evlendi. Celal ile.

Celal’in babası: Matbaa işi muhalefet belediye seçimlerini kazanınca büyük yara aldı. Sonra oğlunun şehirde yeni müşteriler bulmasıyla işler eski rayına oturdu.

Adem’in babası: Pastaneyi tek başına yürütmek zor gelince dükkânı devretti. Oğlu ona baktı. Son günlerinde rahat etti.

Kahveci Ahmet Abi: Kahve yaptı, çay yaptı, oralet yaptı.

Yusuf: Arada kaynadı.

Muhsin Bey: Neyse ki muameleleri başlatmamıştı.

Halime Hanım: Katlandı.

Kategori:2015Genelhikaye

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir