İçeriğe geç

Şatafatsız Bir Son

Aylardan mayıstı. Rüzgâr, diri ve yeşil yaprakları ve kara bulutları sertçe savururken, Beykoz sırtlarında bir kız yürüyordu yalnız başına. İpek eldivenleriyle uzunca elbisesini kenarlarından tutmuştu ıslanmasın diye. Az biraz serpiştirmişti yağmur; çer çöple kaplı toprak yol hafif nemliydi. Rüzgârın uğultusu kesildikçe kuşların işveli cıvıltıları işitiliyordu. Esinti hafifçe üşütmüştü kızı, keşke üstüme bir şal alsaydım diye düşündüyse de birazdan bitecek olan yürüyüşünü kesmek istemedi.

Yürüyüşünün sonunda babasının ona özel yaptırdığı çardağa varmıştı. Bu ahşap çardaktan Boğaz’ı genişçe seyir imkânı vardı. Her ikindi vakti bu çardağa yürüyüp oturmayı âdet edinmişti. Çardağın tahta direkleri arasından gemilerin geçişini seyrediyor ve akşamında babasına kaç tane gemi gördüğünü anlatıyordu. “Bugün bir tane gemi gördüm babacığım.” diye söze başlıyor ve gemiyi görebildiği bütün ayrıntılarıyla tasvir ettikçe, babasının yüzünü memnuniyet dolu bir tebessüm kaplıyor ve “Aferin kızım,” diyordu, “bugün yine ödevini lâyığıyla yapmışsın.” Bunun üzerine kızı çok mutlu oluyor ve bu müsamere günler boyu tekrarlanıyordu. O gün gördüğü gemiye göre baca sayısı ya da yelken direklerinin kaç tane olduğu konuşuluyor; laf arasında kayıklara da yer ayrılıyordu.

O gün üşümesine rağmen haddinden fazla beklediyse de bir kayık dahi geçmedi Boğaz’dan. Bir terslik mi vuku bulmuştu acaba? Endişelendi kızcağız; akşamında babasına kesinkes sormalıydı bu hususu. Gemiler olmayınca çardakta oturmak nafile göründü kızcağıza; denize boş boş bakmanın hiç hoş olmadığını fark etti. Hem o gün deniz de pek nemrut bir hâl içindeydi; kabaran dalgalar cıva damlatılmış süt rengindeki denizin üzerinde balgamı andırıyordu. Kızcağızın bu düşünceyle midesi bulandı; zira balgam kelimesini duyar duymaz fenalaşırdı. Annesinin bitip tükenmeyen öksürükleri gelirdi aklına; o öksürükler en sonunda annesini boğuvermiş ve kendisinden alıp götürmüştü. Doktorun babasına dönüp soğuk bir yüzle “Maalesef hanımınız Hakk’ın rahmetine kavuştu.” deyişi ve babasının nedamet dolu alafranga gözyaşlarıyla siyah kumaş pantolonunun dizlerinin üzerine çöküşü… Ah, bunları hatırlamasa daha iyi olacaktı. Demek, gemi olmayınca; aklı böyle fena anılara döndürüyordu onu; babasının da dediği üzere, meşgale insanoğluna bahşedilen en mükemmel bir nimetti. Bu sözden hareketle, kızcağız çardaktan kalkıverdi ve köşkün yolunu tuttu. Yolu yarılamıştı ki karşı tarafa koca bir yıldırım düştüğünü gördü ve ardından gök korkunç bir gürültüyle feryat ediverdi. Kızcağız gelecek felaketten endişelenerek elbisesini kenarlarından iyice kaldırdı ve ökçeli pabuçlarıyla hafifçe koşmaya başladı. Tam da köşkün girişine varmıştı ki yağmur bardaktan boşanırcasına yağmaya başlayıverdi. Çok ıslanmadan köşke varabildi neyse ki; bu telaş nedense kendisini memnun etmişti.

Hizmetçileri ona bir ıhlamur kaynattı ve kızcağız köşkün salonundaki koltuğunda bir yandan kitabını okurken bir yandan da ıhlamurunu yudumladı. “Ah Fatma Hanımcığım, bu ne kadar da güzel bir ıhlamur böyle! Ellerinize sağlık.” demeyi de ihmal etmedi. Fatma Hanım’ın böyle iltifatlardan pek hazzettiğini biliyordu; binaenaleyh ne zaman Fatma Hanım kendisine bir şey getirse kızcağız benzer iltifatları tekrar ederdi.

O gün akşama kadar gök gürledi; yağmur dinmek bilmedi. Babası eve geldiğinde, kızcağız büyük bir sevinçle ona sarıldı: “Ah babacığım! Gelemeyeceksiniz diye çok endişelendim.”

“Ah kızım, öyle şey olur mu hiç? Sen böyle şeylerle endişelenmeyesin.”

“Ah babacığım, öyle olur mu hiç? Siz bu eve gelemeseniz ben yerimde duramam vallahi. O kadar kötü yağmur yağıyor ki gelirken bir kaza olur diye pek korktum!”

“Kızım benim, bak sağ salim evimizdeyiz; hadi bunları konuşmayalım artık. Gel, yemek yiyelim; hem çok acıktım.”

Sofraya oturdular. Fatma Hanım çorbaları getirdi ve sonra salatayı ortaya koydu. Kızcağızın babası çorbayı içtikten sonra tam da salatadan yiyecekti ki kızcağız sordu: “Babacığım, bugün bakındım ikindi vakti yine çardağımdan; lakin bir tane kayık dahi geçmedi Boğaz’dan.”

“Kızım fırtına çok fena bugün görüyorsun ya. Hiç gemi geçmedi bu yüzden.”

“Babacığım, gemi geçmeyince aklıma anneciğim geldi. Belki sizle bunu paylaşmamam gerekirdi; ama paylaşmak istedim.”

“Ah kızım, olur mu öyle şey, paylaş tabii ki. Ama bak, üzmeyesin kendini böyle şeylerle rica ederim. Geçmişte kalmış şeyler bunlar.”

“Ah babacığım; biliyorum ve ben de bu hüznün izlerini silmek için gayret ediyorum; lakin kalp bu, bilirsiniz.”

“Kızım benim, kalp elbette sevince olduğu kadar hüzne de muhtaçtır; bilirim. Lakin ben sana kıyamam; seni bir prensesten de âlâ görmek isterim.”

“Teşekkür ederim canım babacığım benim.”

Kızcağız o akşam uyumadan önce yatağında ballı ılık sütünü içerken babasıyla konuştuklarını düşündü: Hakikaten babası onu bir prenses gibi yetiştirmişti; lakin böyle yetişmesi ne kadar münasipti? Bu köşkte, günlerini aşk romanları okuyarak, gemi gözleyerek ve çiçek yetiştirerek geçirmekten elbette hoşnuttu; amma güzel ve doğru arasında bir farkın olduğunu okuduğu nice romanda da görmüştü. Aklına kimi zaman izdivaç hayalleri düşüyor ve bilhassa bu zamanlarda bu şekilde yaşamını ziyan ettiğini düşünüyordu. Babası ile bu hususları konuştuğunda babası ona tebessümle yaklaşıyor ve bu düşüncelere ehemmiyet vermemesi gerektiğini söylüyordu. Acaba babası kendisini evlendirmeyi düşünmüyor muydu? Evlenmezse eğer ve düşünmek istemiyordu ama babası da vefat ederse, o zaman nasıl yaşardı? Babasının mirasıyla böyle bir hayatı ölene kadar devam ettirebilir miydi bilemiyordu. Babası hep zengin olduklarını söylemişti kendisine, lakin bunun miktarı hakkında hiçbir tafsilata girmemişti.

O gece düşünde büyükçe bir gemi gördü. Babasının bir kitapta gösterdiği gemilerdendi bu; alabildiğine uzundu. Bu gemilerle okyanus aşılırmış diye anlatmıştı babası. Düşünde, kendisi bu gemiye binmişti; babasına güverteden el sallıyordu, deniz o fırtınalı gündeki gibiydi ama dalgasızdı. Gökyüzü nurdanmışçasına bembeyazdı; ya da aklı düşünde göğü döşemeye zahmet etmemişti. Geminin kırmızı bacaları kara kara tüterken, babası yavaşça uzaklaştı kendisinden ve kızcağız babasının ufukta bir nokta haline gelinceye değin el sallamaya devam ettiğini gördü. Sonra kızcağız yanına döndü ki, karşısında alafranga giyimli bir beyefendi! Beyefendi elini uzattı kızcağıza, “Gel hayatım,” dedi, “devam edelim.”. Bunun üzerine kızcağız aslanın tuzağına düşmüş bir ceylan gibi ürktü; “Nedir bu?” dedi, “Kimsiniz siz?” diye ekledi.

Aylardan mayıstı. Rüzgâr, diri ve yeşil yaprakları ve kara bulutları sertçe savururken, Beykoz sırtlarında bir kız yürüyordu yalnız başına. İpek eldivenleriyle uzunca elbisesini kenarlarından tutmuştu ıslanmasın diye. Az biraz serpiştirmişti yağmur; çer çöple kaplı toprak yol hafif nemliydi. Rüzgârın uğultusu kesildikçe kuşların işveli cıvıltıları işitiliyordu. Esinti hafifçe üşütmüştü kızı, keşke üstüme bir şal alsaydım diye düşündüyse de birazdan bitecek olan yürüyüşünü kesmek istemedi.

Yürüyüşünün sonunda babasının ona özel yaptırdığı çardağa varmıştı. Bu ahşap çardaktan Boğaz’ı genişçe seyir imkânı vardı. Her ikindi vakti bu çardağa yürüyüp oturmayı âdet edinmişti. Çok geçmeden nişanlısı da geldi yanına. “Ahu gözlüm,” dedi, “üşür gibisin. Ceketimi vereyim sana.” Beyefendi nazikçe ceketi nişanlısının sırtına attı. Kızcağız “Mersi.” dedi ve gülümsedi. Beyefendi “Hayatımın anlamı,” diye başladı; “gel artık naz etmeyi bırak; nikâhımızı kıyalım ve yuvamızı kuralım. Ben böyle senin yanında ve hem sana bir o kadar da uzakta kaldıkça deli divane oldum. İşlerime bakamaz oldum; senin zeytin gözlerini ararım her dem. Uyku uyuyamaz oldum güzel yârim; senin sesinden ninniler beklerim bülbül seslim. Yemekten içmekten kesildim Leylâ’m; sana kavuşamamaktan çöllere düşeceğim diye korkarım gül yüzlüm.”

“Ahmet Beyciğim bu sözleriniz beni pekâlâ hoşnut etmekte ve aynı vakitte üzmekte. İstirham ediyorum ki böyle şeyler söylemeyiniz. Bilirsiniz ki babamın sözünden çıkmam namümkündür. Babacığım bir süre nişanlı kalıp birbirimizi tanımamızı tensip buyurmuştur. Rica ederim bu bahsi kapatınız.”

“Nurum benim, siz eğer babanıza beni münasip gördüğünüzü ve izdivaç konusunda kararlı olduğunuzu arz ederseniz o da inanıyorum ki tez vakitte mürüvvetinizi görmek isteyecektir.”

“Peki Ahmet Beyciğim; madem böyle söylersiniz; bu akşam babamla konuşayım.”

“Ah benim biricik sevgilim; ne mutlu ettiniz beni bir bilseniz! … Şu güneş gibi, parıl parıl içim!”

“Ah evet bugün de hava pek bulutlu. Zannederim ki yağmur yağacak.”

Çardağın tahta direkleri arasından gemilerin geçişini seyrettiler ve akşamında kızcağız babasına ikindi vakti konuşulan hususlardan bahsetti. “Bugün Ahmet Beyciğim ile konuştuk ve izdivaç konusunda hemfikir olduğumuzu gördük.” diye başladı ve mağrur bakışlarla babasından evlenmeleri hususunda onay beklediklerini söyledi. Babasının yüzünü memnuniyet dolu bir tebessüm kapladı ve “Aferin kızım,” dedi; “senin de gönlün razı olduğuna göre artık, evlenmenize bir mani kalmamıştır.” Bunun üzerine kızı çok mutlu oldu ve bu müsamere günler boyu tekrarlandı. Nişanlısının hâline göre esvap rengi ya da kol düğmelerinin kaç tane olduğu konuşuluyor; laf arasında pabuçlara da yer ayrılıyordu.

En sonunda nişanlısı gelmez oldu. Sonra, kızcağız bir gün uyandığında yüzüğünün de kaybolduğunu gördü.

Aylardan mayıstı. Rüzgâr, diri ve yeşil yaprakları ve kara bulutları sertçe savururken, Beykoz sırtlarında bir kız yürüyordu yalnız başına. İpek eldivenleriyle uzunca elbisesini kenarlarından tutmuştu ıslanmasın diye. Az biraz serpiştirmişti yağmur; çer çöple kaplı toprak yol hafif nemliydi. Rüzgârın uğultusu kesildikçe kuşların işveli cıvıltıları işitiliyordu. Esinti hafifçe üşütmüştü kızı; keşke üstüme bir şal alsaydım diye düşündüyse de birazdan bitecek olan yürüyüşünü kesmek istemedi.

Yürüyüşünün sonunda babasının ona özel yaptırdığı çardağa varmıştı. Bu ahşap çardaktan Boğaz’ı genişçe seyir imkânı vardı. Her ikindi vakti bu çardağa yürüyüp oturmayı adet edinmişti. Çok geçmeden evladı da geldi yanına. “Anacığım,” dedi evladı, “üşür gibisin.” “Yok evladım, yok.” dedi kızcağız. “Gel hadi gemileri izleyelim.” Çardağın tahta direkleri arasından gemilerin geçişini seyrediyorlar ve akşamında kaç tane gemi gördüklerini anlatıyorlardı. “Bugün bir tane gemi gördüm dedeciğim.” diye söze başlıyordu evladı ve gemiyi görebildiği bütün ayrıntılarıyla tasvir ettikçe, dedesinin yüzünü memnuniyet dolu bir tebessüm kaplıyor ve “Aferin torunum,” diyordu, “bugün yine ödevini lâyığıyla yapmışsın.” Bunun üzerine kızı çok mutlu oluyor ve bu müsamere günler boyu tekrarlanıyordu. O gün gördükleri gemiye göre baca sayısı ya da yelken direklerinin kaç tane olduğu konuşuluyor; laf arasında kayıklara da yer ayrılıyordu.

Kızcağız ve evladı o gün üşümelerine rağmen haddinden fazla bekledilerse de bir kayık dahi geçmedi Boğaz’dan. Bir terslik mi vuku bulmuştu acaba? Endişelendi evladı; akşamında dedesine kesinkes sormalıydı bu hususu. Gemiler olmayınca çardakta oturmak nafile göründü kızcağıza ve evladına; denize boş boş bakmanın hiç hoş olmadığını fark ettiler. Hem o gün deniz de pek nemrut bir hâl içindeydi; kabaran dalgalar cıva damlatılmış süt rengindeki denizin üzerinde Ahmet Bey’in işlemeli beyaz gömleklerini andırıyordu. Kızcağızın bu düşünceyle midesi bulandı; zira Ahmet kelimesini duyar duymaz fenalaşırdı. Ahmet Bey’in bitip tükenmeyen iltifatları gelirdi aklına kızcağızın; o iltifatlar en sonunda Ahmet Bey’i boğuvermiş ve kendisinden alıp götürmüştü. Babasının kendisine dönüp soğuk bir yüzle “Maalesef Ahmet Bey Hakk’ın rahmetine kavuştu.” deyişi ve kendisinin nedamet dolu alafranga gözyaşlarıyla gülkurusu elbisesinin dizlerinin üzerine çöküşü… Ah, bunları hatırlamasa daha iyi olacaktı. Demek, gemi olmayınca; aklı böyle fena anılara döndürüyordu onu; babasının da dediği üzere, meşgale insanoğluna bahşedilen en mükemmel bir nimetti. Bu sözden hareketle, kızcağız ve evladı çardaktan kalkıverdi ve köşkün yolunu tuttu. Yolu yarılamışlardı ki karşı tarafa koca bir yıldırım düştüğünü gördüler ve ardından gök korkunç bir gürültüyle feryat ediverdi. Kızcağız gelecek felaketten endişelenerek elbisesini kenarlarından kaldırdı ve ökçeli pabuçlarıyla hafifçe koşmaya başladı. Tam da köşkün girişine varmışlardı ki yağmur bardaktan boşanırcasına yağmaya başlayıverdi. Çok ıslanmadan köşke varabildiler neyse ki; bu telaş nedense kendilerini memnun etmişti.

Hizmetçileri onlara bir ıhlamur kaynattı ve kızcağız köşkün salonundaki koltuğunda bir yandan evladına masal okurken bir yandan da ıhlamurunu yudumladı. “Ah Fatma Hanımcığım, bu ne kadar da güzel bir ıhlamur böyle! Ellerinize sağlık.” demeyi de ihmal etmedi. Fatma Hanım’ın böyle iltifatlardan pek hazzettiğini biliyordu; binaenaleyh ne zaman Fatma Hanım kendisine bir şey getirse kızcağız benzer iltifatları tekrar ederdi.

O gün akşama kadar gök gürledi; yağmur dinmek bilmedi. Babası eve geldiğinde, kızcağız ve evladı büyük bir sevinçle ona sarıldılar: “Ah babacığım! Gelemeyeceksiniz diye çok endişelendim.”

“Ah kızım, öyle şey olur mu hiç? Sen böyle şeylerle endişelenmeyesin.”

“Ah babacığım, öyle olur mu hiç? Siz bu eve gelemeseniz ben yerimde duramam vallahi. O kadar kötü yağmur yağıyor ki gelirken bir kaza olur diye pek korktum!”

“Kızım benim, güzel torunum, bakın sağ salim evimizdeyiz; hadi bunları konuşmayalım artık. Gelin, yemek yiyelim; hem çok acıktım.”

Sofraya oturdular. Fatma Hanım çorbaları getirdi ve sonra salatayı ortaya koydu. Kızcağızın babası çorbayı içtikten sonra tam da salatadan yiyecekti ki torunu sordu: “Dedeciğim, bugün bakındık ikindi vakti yine çardaktan; lakin bir tane kayık dahi geçmedi Boğaz’dan.”

“Torunum fırtına çok fena bugün görüyorsun ya. Hiç gemi geçmedi bu yüzden.”

“Babacığım, gemi geçmeyince aklıma nişanlım geldi. Belki sizle bunu paylaşmamam gerekirdi; ama paylaşmak istedim.”

“Ah kızım, olur mu öyle şey, paylaş tabii ki. Ama bak, üzmeyesin kendini böyle şeylerle rica ederim. Geçmişte kalmış şeyler bunlar.”

“Ah babacığım; biliyorum ve ben de bu hüznün izlerini silmek için gayret ediyorum; lakin kalp bu, bilirsiniz.”

“Kızım benim, kalp elbette sevince olduğu kadar hüzne de muhtaçtır; bilirim. Lakin ben sana kıyamam; seni bir prensesten de âlâ görmek isterim.”

“Teşekkür ederim canım babacığım benim.”

Kızcağız o akşam uyumadan önce evladına yatağında ballı ılık sütünü içirirken babasıyla konuştuklarını düşündü: Hakikaten babası onu bir prenses gibi yetiştirmişti; lâkin böyle yetişmesi ne kadar münasipti? Bu köşkte, günlerini aşk romanları okuyarak, gemi gözleyerek ve çiçek yetiştirerek geçirmekten elbette hoşnuttu; amma güzel ve doğru arasında bir farkın olduğunu okuduğu nice romanda da görmüştü. Aklına kimi zaman ölüm hakikati düşüyor ve bilhassa bu zamanlarda bu şekilde yaşamını ziyan ettiğini düşünüyordu. Babası ile bu hususları konuştuğunda babası ona tebessümle yaklaşıyor ve bu düşüncelere ehemmiyet vermemesi gerektiğini söylüyordu. Acaba babası öldürmeyi düşünmüyor muydu? Ölmezse eğer ve düşünmek istemiyordu ama babası da vefat ederse, o zaman nasıl yaşardı? Babasının mirasıyla böyle bir hayatı ölene kadar devam ettirebilir miydi bilemiyordu. Babası hep zengin olduklarını söylemişti kendisine lâkin bunun miktarı hakkında hiçbir tafsilata girmemişti.

O gece düşünde büyükçe bir gemi gördü. Babasının bir kitapta gösterdiği gemilerdendi bu; alabildiğine uzundu. Bu gemilerle okyanus aşılırmış diye anlatmıştı babası. Düşünde, kendisi bu gemiye binmişti, babasına güverteden el sallıyordu, deniz o fırtınalı gündeki gibiydi ama dalgasızdı. Gökyüzü nurdanmışçasına bembeyazdı; ya da aklı düşünde göğü döşemeye zahmet etmemişti. Geminin kırmızı bacaları kara kara tüterken, babası yavaşça uzaklaştı kendisinden ve kızcağız babasının ufukta bir nokta haline gelinceye değin el sallamaya devam ettiğini gördü. Sonra kızcağız yanına döndü ki karşısında alafranga giyimli bir beyefendi gördü. Beyefendi elini uzattı kızcağıza, “Gel hayatım,” dedi, “devam edelim.”. Bunun üzerine kızcağız aslanın tuzağına düşmüş bir ceylan gibi ürktü; “Nedir bu?” dedi, “Kimsiniz siz?” diye ekledi.

Aylardan mayıstı. Rüzgâr, diri ve yeşil yaprakları ve kara bulutları sertçe savururken, Beykoz sırtlarında bir kız yürüyordu yalnız başına. İpek eldivenleriyle uzunca elbisesini kenarlarından tutmuştu ıslanmasın diye. Az biraz serpiştirmişti yağmur; çer çöple kaplı toprak yol hafif nemliydi. Rüzgârın uğultusu kesildikçe kuşların işveli cıvıltıları işitiliyordu. Esinti hafifçe üşütmüştü kızı, keşke üstüme bir şal alsaydım diye düşündüyse de birazdan bitecek olan yürüyüşünü kesmek istemedi.

Yürüyüşünün sonunda babasının ona özel yaptırdığı çardağa varmıştı. Bu ahşap çardaktan Boğaz’ı genişçe seyir imkânı vardı. Her ikindi vakti bu çardağa yürüyüp oturmayı âdet edinmişti. Çardağın tahta direkleri arasından evlatların geçişini seyrediyor ve akşamında babasına kaç tane evlat gördüğünü anlatıyordu. “Bugün bir tane evlat gördüm babacığım.” diye söze başlıyor ve o evladı görebildiği bütün ayrıntılarıyla tasvir ettikçe, babasının yüzünü memnuniyet dolu bir tebessüm kaplıyor ve “Aferin kızım,” diyordu, “bugün yine ödevini lâyığıyla yapmışsın.” Bunun üzerine kızı çok mutlu oluyor ve bu müsamere günler boyu tekrarlanıyordu. O gün gördüğü evlada göre baca sayısı ya da yelken direklerinin kaç tane olduğu konuşuluyor; laf arasında kayıklara da yer ayrılıyordu.

O gün üşümesine rağmen haddinden fazla beklediyse de bir evlat dahi geçmedi Boğaz’dan. Hışımla ayağa kalktı kızcağız. İvedilikle köşke doğru koşmaya başladı. Hem o gün deniz de pek nemrut bir hâl içindeydi; kabaran dalgalar cıva damlatılmış süt rengindeki denizin üzerinde evladını andırıyordu. Köşke çabucak varmıştı kızcağız; mermerden basamakları emin adımlarla çıktı ve sola döndü. Hizmetçileri ona bir masal kaynattı ve kızcağız köşkün salonundaki koltuğunda bir yandan ıhlamuru okurken bir yandan da evladını yudumladı. Kızcağız babasının çalışma odasına girdi. “gel artık naz etmeyi bırak; nikâhımızı kıyalım ve muradımıza varalım. Ben böyle senin masalında ve hem sana bir o kadar da ıhlamurda-” Kızcağız kahverengi ciltli defteri açtı ve sayfalara göz gezdirdi:

“Zevcemin ölümünden sonra onun bu hâline daha fazla katlanabilir miyim bilemiyorum… Bugün bana gemilerden bahsetti; zannederim ki kendine hoş bir meşgale bulmuş lakin kendimde devam edecek gücü bulamamaktayım… Ah kızım, hanımım vefat etti bari sen bana merhem olsaydın ya… Ah, bir çıkamadın o günden hâlâ…”

Aylardan mayıstı. Rüzgâr, diri ve yeşil yaprakları ve kara bulutları sertçe savururken, Beykoz sırtlarında bir kız yürüyordu yalnız başına. İpek eldivenleriyle uzunca elbisesini kenarlarından tutmuştu ıslanmasın diye. Az biraz serpiştirmişti yağmur; çer çöple kaplı toprak yol hafif nemliydi. Rüzgârın uğultusu kesildikçe kuşların işveli cıvıltıları işitiliyordu. Esinti hafifçe üşütmüştü kızı, keşke üstüme bir şal alsaydım diye düşündüyse de birazdan bitecek olan yürüyüşünü kesmek istemedi.

Yürüyüşünün sonunda babasının ona özel yaptırdığı çardağa varmıştı. Bu ahşap çardaktan Boğaz’ı genişçe seyir imkânı vardı. Her ikindi vakti bu çardağa yürüyüp oturmayı âdet edinmişti. Çardağın tahta direkleri arasından zevcelerin geçişini seyrediyor ve akşamında babasına kaç tane zevce gördüğünü anlatıyordu. “Bugün bir tane zevce gördüm babacığım.” diye söze başlıyor ve o zevceyi görebildiği bütün ayrıntılarıyla tasvir ettikçe, babasının yüzünü memnuniyet dolu bir tebessüm kaplıyor ve “Aferin kızım,” diyordu, “bugün yine ödevini lâyığıyla yapmışsın.” Bunun üzerine kızı çok mutlu oluyor ve bu müsamere günler boyu tekrarlanıyordu. O gün gördüğü zevceye göre evlat sayısı ya da bileziklerinin kaç tane olduğu konuşuluyor; laf arasında esvaplarına da yer ayrılıyordu.

“Kızım!” diye bağırdı babası.

“Ah babacığım! Gelemeyeceksiniz diye çok endişelendim.”

“Ah kızım, öyle şey olur mu hiç? Sen böyle şeylerle endişelenmeyesin.”

“Ben iyi değil miyim babacığım?”

“Yok yok yook, öyle şeyler olur mu canım kızım benim?”

“Ah babacığım; biliyorum ve ben de bu hüznün izlerini silmek için gayret ediyorum; lakin kalp bu, bilirsiniz.”

“Kızım benim, kalp elbette sevince olduğu kadar hüzne de muhtaçtır; bilirim. Lakin ben sana kıyamam; seni bir prensesten de âlâ görmek isterim. Sakın ola bir daha kendine kıymaya kalkmayasın. Elbet bir gün Rabbim her birerimizin canını alacak; amma sen kendi ellerinle yapmayasın bunu. Duyuyor musun beni kızım? İntihar şatafatlı bir son gibi görünebilir insana ve anlıyorum seni; kendine hak görüyorsun belki bu dünyadan göçüp gitmeyi. Duyuyor musun beni kızım? Evet, sebebin var, haklısın canım kızım benim bir yandan; bu hâlde günler, aylar, hatta ve hatta yıllar geçirmek düşüncesi çok canını acıtır bilirim. Lâkin Allah’ın takdirinden fazlası var mı bize kızım, yok. Duyuyor musun beni kızım?”

O gün üşümesine rağmen haddinden fazla beklediyse de bir nişanlı dahi geçmedi Boğaz’dan.

“Duyuyor musun beni kızım?”

Bu köşkte, günlerini ıhlamur okuyarak, pabuç gözleyerek ve esvap yetiştirerek geçirmekten elbette hoşnuttu;

“Bırak gitsin yaşamak. Duyuyor musun beni kızım?”

Kızcağız kahverengi ciltli defteri açtı ve sayfalara göz gezdirdi:

“Bugün izdivaçtan bahis açtı ve hatta bunu sonsuza kadar zengin kalamayacağını; bir gün benim öleceğimi sebep göstererek istediğini söyledi. Bu kadar etraflıca konuşabilmesinden pek müteessir oldum; Doktor Ahmet Bey’e de haber verdim görmesi için. Kendisini bir damat adayı olarak tanıtmasını istirham ettim; neyse ki kabul etti… Ahmet Bey umutsuz konuştu benle; idrakinin hâlâ düzelmediğini izah etti… Kızım Ahmet Bey’i bırakmıyor; biz de mecbur bu oyunu sürdürdük bir müddet; belki sonunda anlar da devam eder diye. Mamafih o rüzgârlı mayıs ikindisi değişmiyor; ertesi gün gelmiyor.”

Aylardan mayıstı. Rüzgâr, diri ve yeşil yaprakları ve kara bulutları sertçe savururken, Beykoz sırtlarında bir kız yürüyordu yalnız başına. İpek eldivenleriyle uzunca elbisesini kenarlarından tutmuştu ıslanmasın diye. Az biraz serpiştirmişti yağmur; çer çöple kaplı toprak yol hafif nemliydi. Rüzgârın uğultusu kesildikçe kuşların işveli cıvıltıları işitiliyordu. Esinti hafifçe üşütmüştü kızı, keşke üstüme bir şal alsaydım diye düşündüyse de birazdan bitecek olan yürüyüşünü kesmek istemedi.

Yürüyüşünün sonunda babasının ona özel yaptırdığı çardağa varmıştı. Bu ahşap çardaktan Boğaz’ı genişçe seyir imkânı vardı. Her ikindi vakti bu çardağa yürüyüp oturmayı âdet edinmişti. Çardağın tahta direkleri arasından şatafatların geçişini seyrediyor ve akşamında babasına kaç tane şatafat gördüğünü anlatıyordu. “Bugün bir tane şatafat gördüm babacığım.” diye söze başlıyor ve o şatafatı görebildiği bütün ayrıntılarıyla tasvir ettikçe, babasının yüzünü memnuniyet dolu bir tebessüm kaplıyor ve “Aferin kızım,” diyordu, “bugün yine ödevini lâyığıyla yapmışsın.” Bunun üzerine kızı çok mutlu oluyor ve bu müsamere günler boyu tekrarlanıyordu. O gün gördüğü şatafata göre yaldız sayısı ya da üzerine serpilmiş sim tanelerinin kaç tane olduğu konuşuluyor; laf arasında havai fişeklere de yer ayrılıyordu.

O gün üşümesine rağmen haddinden fazla beklediyse de bir şatafat dahi geçmedi Boğaz’dan. Bir terslik mi vuku bulmuştu acaba? Endişelendi kızcağız; akşamında babasına kesinkes sormalıydı bu hususu. Şatafat olmayınca çardakta oturmak nafile göründü kızcağıza; denize boş boş bakmanın hiç hoş olmadığını fark etti. Hem o gün deniz de pek nemrut bir hâl içindeydi; kabaran dalgalar cıva damlatılmış süt rengindeki denizin üzerinde şatafatı andırıyordu. Kızcağızın bu düşünceyle midesi bulandı; zira şatafat kelimesini duyar duymaz fenalaşırdı. Babasının bitip tükenmeyen öğütleri gelirdi aklına kızcağızın; o öğütler en sonunda babasını boğuvermiş ve kendisinden alıp götürmüştü. Doktorun kendisine dönüp soğuk bir yüzle “Maalesef babanız Hakk’ın rahmetine kavuştu.” deyişi ve kendisinin nedamet dolu alafranga gözyaşlarıyla siyah matem elbisesinin dizlerinin üzerine çöküşü… Ah, bunları hatırlamasa daha iyi olacaktı. Demek, şatafat olmayınca; aklı böyle fena anılara döndürüyordu onu; babasının da dediği üzere, meşgale insanoğluna bahşedilen en mükemmel bir nimetti. Bu sözden hareketle, kızcağız şatafattan kalkıverdi ve köşkün yolunu tuttu. Yolu yarılamıştı ki karşı tarafa koca bir şatafat düştüğünü gördü ve ardından gök korkunç bir şatafatla feryat ediverdi. Kızcağız gelecek felaketten endişelenerek elbisesini kenarlarından kaldırdı ve topuklu şatafatlarıyla hafifçe koşmaya başladı. Tam da köşkün girişine varmıştı ki şatafat bardaktan boşanırcasına yağmaya başlayıverdi. Çok ıslanmadan köşke varabildi neyse ki; bu şatafat nedense kendisini memnun etmişti.

Hizmetçileri ona bir şatafat kaynattı ve kızcağız köşkün salonundaki koltuğunda bir yandan şatafatını okurken bir yandan da şatafatını yudumladı. “Ah Fatma Hanımcığım, bu ne kadar da güzel bir şatafat böyle! Ellerinize sağlık.” demeyi de ihmal etmedi. Fatma Hanım’ın böyle şatafatlardan pek hazzettiğini biliyordu; binaenaleyh ne zaman Fatma Hanım kendisine bir şey getirse kızcağız benzer şatafatları tekrar ederdi.

O gün akşama kadar şatafat gürledi; şatafat dinmek bilmedi. Babası eve gelmediğinde, kızcağız büyük bir sevinçle Ahmet Bey’e sarıldı: “Ah-met Beyciğim! Gelemeyeceksiniz diye çok endişelendim.”

“Leylâ Hanım, öyle şey olur mu hiç? Siz böyle şeylerle endişelenmeyesiniz.”

“Ah-met Beyciğim, öyle olur mu hiç? Siz bu eve gelemeseniz ben yerimde duramam vallahi. O kadar kötü yağmur yağıyor ki gelirken bir kaza olur diye pek korktum!”

“Hayatım benim, bak sağ salim evimizdeyiz; hadi bunları konuşmayalım artık. Gel, yemek yiyelim; hem çok acıktım.”

Sofraya oturdular. Fatma Hanım çorbaları getirdi ve sonra salatayı ortaya koydu. Ahmet Bey çorbayı içtikten sonra tam da salatadan yiyecekti ki kızcağız sordu: “Ahmet Beyciğim, bugün bakındım ikindi vakti yine çardağımdan; lakin bir tane şatafat dahi geçmedi Boğaz’dan.”

Kızcağız kahverengi ciltli defteri açtı ve sayfalara göz gezdirdi:

“Ah öyle meyus bir hâldeyim ki… Kızımdan önce vefat edeceğim hakikati yüreğimi dağlıyor. O bensiz nasıl yaşayacak, ne yiyip ne içecek? … Sen olmasan belki de bu dünyanın şatafatına kanardım canım kızım benim. … Belki sen yine bu defteri eline alıp sayfalarına o melun mayıs ikindisinden kaçmak umuduyla göz gezdirirken bunları anlarsın, ha kızım? Duyuyor musun beni kızım?”

Aylardan mayıstı. Rüzgâr, diri ve yeşil yaprakları ve kara bulutları sertçe savururken, Beykoz sırtlarında bir kız yürüyordu yalnız başına. İpek eldivenleriyle uzunca elbisesini kenarlarından tutmuştu ıslanmasın diye. Az biraz serpiştirmişti yağmur; çer çöple kaplı toprak yol hafif nemliydi. Rüzgârın uğultusu kesildikçe kuşların işveli cıvıltıları işitiliyordu. Esinti hafifçe üşütmüştü kızı, keşke üstüme bir şal alsaydım diye düşündüyse de birazdan bitecek olan yürüyüşünü kesmek istemedi.

Yürüyüşü yere yığılmasıyla nihayete erdi.

Kategori:2016Genelhikaye

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir