İçeriğe geç

Dolgu

Kapı aralıktı. “Merhaba Orkun Bey.” diyerek içeri girdi hanımefendi. “Ben 16:30 randevunuzum da, asistanınız yoktu dışarıda. Gelebilir miyim?”

“Oh, tabii ki, buyurun.” dedi dişçi. Dolgun bir sesi vardı. Hanımefendi çantasını girişteki sandalyeye bıraktı ve dişçi koltuğuna kuruldu. “Bir saniye bekleyin lütfen, hemen geliyorum.” dedi dişçi. Masasındaki randevu listesinden kadının ismine baktı göz ucuyla.

“Peki İnci Hanım,” diyerek az ötedeki sandalyesini aldı ve dişçi koltuğuna yaklaştı.

“Evet.” dedi hanımefendi, ismiyle hitap edilmesinden hoşlanmıştı.

“Nedir şikâyetiniz?”

“Basit bir çürük olduğunu düşünüyorum Orkun Bey.”

“Peki, bakalım o zaman. Müsaadenizle, koltuğunuzu ayarlayayım. Işığımızı da açalım. Tamamdır.”

Hanımefendinin dediği üzere, çürüğü gördü. Sonra çürükten başka şeyleri de. Hanımefendinin zarif ismiyle tezat oluşturan bir profil. Beş-altı dolguyu seçebiliyordu ve kadının çocukluğunda kesinlikle diş teli takması gerekiyordu.

“Evet İnci Hanım, sol arkada gerçekten de bir dolgu daha yapmamız gerekiyor.”

“Peki o zaman, yapalım.”

Başladı. Başlarken asistanı kapıda belirdi. Dişçi dişle uğraşını kesmeden “Neredeydin?” dedi. Sesinde üşüten bir otorite vardı. “Ben, hava almaya-“

“Çık da çıkmadan söyle. Hanımefendiyi beklettik.”

Zayıfça asistan yavaşça içeri girdi ve “Kusura bakmayın hanımefendi, özür dilerim.” dedi. Kadın, malum, bir şey diyemedi, gözlerini tamam der gibi kırptı. Dişçi umursamadan devam etti. Kadının gözlerinde deminki azarını takdir eden memnuniyeti görmüştü.

İşini hastasına değer veren bir dikkatle ve hayran bıraktıracak bir kayıtsızlıkla yapıyordu. Kim bilir yaptığı kaçıncı dolgusuydu… O biliyordu, bu yaptığı bin yedi yüz seksen dokuzuncu dolgu idi. Bütün yaptığı işlemlerin kaydını tutardı o. Kaç kere yaptığını, ters giden bir şeylerin olup olmadığını; ve ayrıca sürekli hastalarının özel dosyaları vardı ve tabii ki özel indirimleri ve randevu avantajları. Sadece bir dişçi olmasına rağmen bu denli başarılı olmasının sırrı da buydu. Her hasta bir kayıttı nihayetinde; ama her hasta bir kayıttan ibaret değersizliklerine düşmeden önce baş üstünde taşınması gereken hükümdarlardı. Onlara değer vererek bütün gemleri esasında kendisinin elinde tuttuğu bir muayenehanede onlara göstermelik bir hükümranlık sunuyordu. Hastalar bu yalancıktan otoriteyi biraz umursamaz bir memnuniyetle -umursamaz, çünkü sonuçta bu sadece bir dişçi muayenesiydi- biraz da eğlenceli bularak kabul ediyorlardı. Bu muteber konum hastaları tatmin ederken dişçi de gemleri elinde tutan asıl insan olduğunu bilmenin bencil keyfini sürüyordu. Bu keyif kendisini sadece kendisine değil, aynı zamanda başkalarına da daha büyük bir insan olarak gösteriyordu.

“Tükürün.”

Hasta tükürdü. Ah, işte, ne kadar da güzeldi! Tükürün dedi ve hasta hiç itiraz etmeden, kendini hükümdar sanmasına karşın, bir an bile iradesine set çekildiğinden şüphe etmeden tükürmüştü! Hatta bir keresinde bir adama hiç gerekmediği halde tükürmesini söylemişti ve o da tükürmüştü ya, hiç unutmuyor o anı. İnsanların iradelerinde mutlak bir egemenliğe sahip olmak fazlasıyla hoşuna gidiyordu. Şu insanlar, şu kendini üstün sanan insanlar, ağızları açık bir halde benim müdahalemi beklerken nasıl da komik görünüyorlar şu parlak ışığın altında! Ağızlarının içindeki mide bulandırıcı gölgeler, sahip oldukları tüm güzellikleri, dolgunlukları, üstünlükleri yok ediyor.

“Isırın.”

Bu kısmı da çok seviyorum. Bir köpek gibi bu kâğıdı ısırtmak, şu kendini pek bir medeni sanan insanların böylesine ilkelleşmesi, hayvanlaşması! Resmen karşımda aciz yaratıklara çevriliyorlar!

“Orkun bey, ne kadar dolgun bir sesiniz var! Yoksa dolgu yapa yapa mı böyle dolgun bir sese sahip oldunuz? Ha ha ha ha!”

Bu şakayı da yirmi sekizinci duyuşum olmalıydı.

“Ah, teşekkür ederim İnci Hanım. Sesime, tonlamama önem veririm. Diksiyon kurslarına gitmişliğim de vardır!”

“Konuşmanız ve nefesiniz öyle düzenli ki zaten hemen anlaşılıyor! Kendinize özen gösteriyorsunuz anlaşılan.”

“Teşekkürler, İnci Hanım.”

Ah, işte ancak böyle şakalarla benim seviyeme indiğinizi düşünün siz daha! Siz güya-hükümdarlar bana ulufe niyetine muayene ücreti ödediğinizi sanıyorsunuz ama böylesine vasıfsızken neye hükmedeceğinizi sanıyorsunuz? Anlamıyorum hiç sizleri, neden hiç çabalamıyorsunuz ve basit insanlar olarak kalıyorsunuz? Dişlerinizdeki dolgular olmasa hiçbir dolgunluğunuz, ele gelirliğiniz yok! Aklınız kıt, vücutlarınız anıt mezar, kariyeriniz koca plazada bir metrekare yer kaplamaz, dişleriniz kaba taş, ruhunuz sığ bir bataklık… Neyle mutlusunuz siz? Bakın da bana ilham alın! Aklım dolgun, vücudum dolgun, ruhum deli dolu, maaşım dolgun, sesim dolgun, dişlerimde tek dolgu dahi yok! Sizin sahip olduğunuz tek dolgunluktan uzağım, bu da aramızdaki farkı yeterince belli ediyor. Ha ha.

“Tamamdır. Geçmiş olsun.”

“Ah, sağ olun Orkun bey, eliniz çok hızlı! Önceki dolgularım o kadar uzun sürmüştü ki!”

Hangi dişçi benim kadar dolgunmuş şaşarım.

“Borcum ne kadar?”

“Ödemeyi asistanım alacak İnci Hanım. İyi günler.”

“Teşekkürler.”

Ödemeyi ben alacakmışım gibi. Münasebete girecekmişim gibi! Ben öylesine düz bir insan mıyım İnci Hanım? Tedavi bitti; artık bir kayıttan fazlası değilsiniz.

“Orkun Bey, bugün son hastanızdı bu. Müsaadenizle çıkabilir miyim?”

“Çık, çık.”

“İyi akşamlar Orkun bey.”

Sanki cevap verecekmişim gibi. Acaba o aklı almış mıdır neden onu işe aldığımı… Hah, anlamamıştır herhalde. O kadar boş ve basit ki benim dolgunluğumla mükemmel bir tezat oluşturduğunun ve beni daha ön plana çıkardığının farkında değildir herhalde! O şimdi kıytırık bir otobüsün son durağında inip de yirmi dakika yürüyerek eve varırken ben dolgun arabamla dolgun müzikler son ses müstakil evimin garajına gireceğim. Dolgun koltuklarıma yığılıp kocaman televizyonumun karşısında altyazısız yabancı dizi izlerken o kıytırık bir Türk dizisini izle-

Lan! Tam, tam da olacak şey şimdi! Of, bu ne kazası şimdi ya? Ne yaptın birader ya? Evet, halk ağzı konuş ki zaten dolgun araban var diye sana sataşmasınlar züppe deyip. Huylarına git. Basit. İnsanları hastaların gibi yönlendir.

“Allah’ım, ne yaptım ben?”

Ooo, iyi, genç. Hah, sanki babandan anahtarı çalmışın da geziyormuşun gibi geldi bana delikanlı. Hem Allah’ım dediğine göre gerisi gelir artık.

“Birader, ne yaptın ya? Görmüyor musun beni?”

Zaten o arkadan çarpmış. Direkt bir-sıfır.

“Abi, ben, ben bunu nasıl öderim? Bu aracın bir çiziği kaç milyardır? Allah kahretsin beni!”

“Hey hey hey hey delikanlı, sakin ol bakalım. Araçları kenara çekip konuşalım, olur mu?”

Birkaç fotoğraftan sonra kenara çektik araçları. Nasıl da üzülmüş görseniz.

“Neyse, bak, delikanlı, acelem var. Çabuk cevapla sorularımı. Senin ehliyetin yok, değil mi?”

Çocuk yere battı neredeyse, henüz orada değildiyse bile. “Yok abi, yok.”

“Bak şimdi, bu iş çok uzar. Ben uzamasın istiyorum. Sen şimdi benim bu aracın parasını ödeyemezsin. Ya da baban seni kurban eder filan anca öyle ödersiniz. Ama ben şimdi seni bırakıp gidersem de olmaz, bana tonla masraf çıkardın. Ödeyemem diye değil tabii de, biliyorsun ya, adil değil.”

Beyaz Kartal’a şöyle bir baktım. Acaba kaç kardeştiler? Aaaah, ah, araba sürüyorum diye geçiniyor.

“O yüzden, ya sen şimdi şu aracı alır, şöyle geri geri geldikten sonra şu duvara vurursun-“

“Ne, abiiii, ne diyon sen?”

“Ya da ben işte şikâyet ederim seni filan hem benim arabanın masrafı üstüne kalır bir de ehliyetsiz araç sürmekten artık başına neler gelir bilmem. Ha, benim dediğimi yaparsan baba arabayı vurdum dersin, babandan azar dinlersin bir de şunun işte üç beş kuruş masrafı…”

“Abi, abii lütfen, bak, affet, valla, ben, abi, Allah rızası için, abii, bak beni lütfen bırak bak zaten arabanda çok hasar yok, abi-“

“Yok, katiyen olmaz. Bak delikanlı, sana fırsat veriyorum. Normalde böyle bir fırsat yoktu bile. İnsaflı günümdeyim. Ama, acelem var. O yüzden ya şu arabayı duvara toslarsın da ikimiz de en az hasarla buradan ayrılırız, ya da sen benim zamanımı çalarsın bir de üstüne hayatını mahvedersin.”

“Ya, ya, abi-” Ooooof bir de ağlamaya başladı. Lan beş dakika önce kesin bir kızı gezdirmiştir artist artist de şimdiyse hüngür hüngür.

“Seç. Çabuk. Ağlama karı gibi.”

“Abi, abi, abi.”

“Hadiiiiii… Offff, bak beş dakika oldu. Zamanım değerli benim. Şu aracı vur duvara da bitirelim şu işi.”

“Abii-” Ağladı biraz daha. Sustum. Parasını peşin ödediğim akıllı telefonuma düşen onlarca bildirimi umursamazca tek hamleyle sildim. Öylece bekledim. O da ağladı. Razı gelme sürecine girmişti sonunda.

“P-p-peki abi.”

“Oh be, hele şü-. Bak şimdi, aracın önü harap olacak anladın mı? Öyle çarpmanı istiyorum! Cesur ol!”

Çocuk burnunu çekti. Pis. Arabaya geçti. Geri geri gitti. Son kez merhamet istercesine baktı. Umursamadım bile. Sonra gaza bastı. Gitti, gitti, gitti. Vurdu. Çat pat vumburlop. Bu ses efektlerim her zaman beğenilmiştir. Çocuk. Çocuk neden çıkmıyor? Lan! Aptal. Kemerini takmadan sürmüş arabayı duvara. Vurmuş kafayı bayılmış. Kan da mı akıyor? Aman, neyse, az. Oooooo, neyse bir ambulans arayıp sıvışayım en iyisi. Çocuk ötemez zaten. Ambulans aradım diye de susar.

Şimdi siz bana kötü adam diye bakacaksınız; pek de umurumda değil. Siz ne kadar havalı bir iyilik yaptığımı anlayamıyorsunuz: O çocuk arabamın borcunu ödeyemeyecekti elbette. Diğer kısımsa adaletin tecellisi. Emniyet kemerini taksaydı zaten adalet daha adil tecelli ederdi ama cehalet adaleti saptırıyor, ne yaparsınız. Siz inanmayın bana, tamam, ben yola koyuluyorum.

Velet de ne trafiğe bıraktı beni. On beş dakikada nasıl tüm yollar kilitlenir? Hayır zaten avam yollardan gitmiyorum ama kestirme yollar da mı tıkanır? Her yol ele düşmüş. Fakirler gelip doluştu ya şu şehre ona yanıyorum. Neyse. Şimdi huzur dolalım. Yemeğimi mikrodalgaya atayım, o esnada hızlı bir duş ve sonra kanepede yemek ve dizi! Şahane! Bu avamlığı haftada bir gün yapmadan edemiyorum. Tabii avamlar gibi internetten indirip de şey etmiyorum. Param bol, buna gidene mi takacağım sanki? Hah! Hem diğer gecelerdeki masraflarımla kıyaslarsak en kolpa gecem de bu oluyor zaten.

O değil de çocuğu beklesem mi diye düşündüm biraz duşta sizin yüzünüzden. Amaan, ambulans gelmiştir herhalde, beş dakika mesafede de hastane var. Belki benim arkadaşa denk düşer. Ha ha, ne komik olur… Sonra zaten boş verdim, aynada kendimi gördüm; lan iyiyim dedim. Anlayamazsınız. Pizzam hazırdı. Tabii avam pizzası filan sanmayın da; aman neyse, lüks hayatımı anlatmak da sıkıcılaşıyor bir süre sonra. Bildiğim bir şey, bilmediğiniz bir şey.

Dizi de bayağı heyecanlı ne yalan söyleyeyim. Zaten üç bölüm üst üste izledim anca durdum. Adamlar başarılı işte. O etrafımda olsa diye hayal ettiğim dolgun insanlar bunlar işte. Ne kadar da başarılılar. Acaba çocuğa ne oldu? Aman, neden taktım bu kadar şu çocuğa? Dizideki çocuğa ne olacak asıl? Sevgilisinin intikamı ve dostunun intikamı arasında kaldı! Peki o çocu- Amaaaan be. Tüm günümün keyfini katlettiniz. Bir de arabayı şimdi yarın servise götüreceğim filan iyice baş ağrısı.

Ölmemiştir değil mi ya? Az kan akıyordu. Yani, şakağına ince bir şey iniyordu da, inceydi bayağı. O kadar kan görmüş insanım, tartabilirim herhalde. Yine de… Bir baksam mı haber şeylerine belki bir şeyler çıkmıştır. En kötü ihtimalle bir kaza haberi olarak çıkar. Dur bakayım. Şuradan şeye, evet bir de şuna gireyim… Yok. İyi. Biraz sosyal medyaya bakayım bari. Of bıktım şu bildirimlerden artık zaten. Kaç şekil bildirimi kapattım yine çığ gibi yağıyor. Dur bakayım bir şeyler yazayım: Yolların ustasıyım, dolguların hastasıyım! Hahahaha, oha lan, beş dakikada sekiz yüz kişi paylaştı! Bu viral hesabım da çok iyi tuttu haa, hahahahaha. İçimdeki bir tutam yavanlığı da iyilik olsun diye böyle harcıyorum işte.

Bugün ev günüm olduğu için fazla oturmayacağım. Yarın sabah koşusu günüm olduğu için erkenden yatayım. Biliyorum bunlar sizler için hayal gibi şeyler; ama işte biz dolgun insanlar böyle böyle dolgun oluyoruz. Şimdi dolgun yatağımda dolgun yorganımı üstüme azıcık çekerek yatıyorum. Vücudum yeterince dolgun olduğu için genelde üşümem.

Sabah beşte zıpkın gibi uyandım. Kafamda dünden kalan soru işaretini temizlemem lazımdı. Hemen telefonumdan haber sitelerine baktım yine. Haber, haber, haber, laklak, laklak, a, kaza! Benim kaza değil. Başka kaza! O da değil. Başka kaza! O da değil. Yok. Ooo, yalnız adam güzelim arabayı hiç etmiş. Yazık. Tabii bir de arabaya sahip olmaktan öte onu taşıyacak şekilde kullanmak da var. Dünkü çocuk bu konuda iyiydi aslında.

Nedense aklımdan çıkmadı çocuk. Koşuda ikide bir telefonumu cebimden çıkarıp haber sitelerine baktım. Şu telefonuna bağımlı aptallar gibi olmuştum. Neyse, bari çıkarmışken birkaç şey yazayım da avam paylaşıp eğlensin.

“Orkun bey, iyi misiniz?”

Ben! Ben! Ben iyi miymişiymişim?! “Bunu neden sordun?”

“Dalgın gibisiniz de.”

Sorusuna soruyla cevap verip şüphelerini doğrulamıştım. Şimdi bu bana bir üstünlüğü olduğunu sanacak. Sesimi toparladım iyice:

“İyiyim, git sen.”

Bu kötü oldu. Kesin şimdi bir şeyler olduğunu düşünecek. Nasıl oldu ki? Nasıl bu kadar kendimi ele vermiş olabilirim? Bugün o kadar güzel giyindim, dişlerimi güzelce fırçaladım ve saçlarımı öyle güzel düzelttim ki bana bakan bir insan iyi misiniz diye değil çok çok iyi misiniz diye sorabilirdi ancak. Belki hatta soruyu değiştirir ve neden bu kadar çok iyisiniz derdi. Ben de ona alamet-i farika gülümseyişimle bakar ve “Hah.” derdim.

“Şey, aslında-“

Daha gitmemiş miydi? Hayır, umarım başka şeyler görmemiştir!

“Ben, sizden bugün öğleden sonrası için izin isteyecektim.”

Tamam, egemenliğimi konuşturabileceğim bir alana girmiştik. Önceyi unutalım.

“Nedenmiş o?”

“Şey, dün, yeğenim, bir kaza geçirdi de…”

Yeğeni, dün, kaza? Yoksa!

“Yeğenin mi?”

“Evet, biliyorum sevmiyorsunuz izin vermeyi, ama…”

Merhamet etme. Merhamet etme. Yoksa gerçekten de iyi olmadığıma inanacak.

“Neyse ne. Benim de işlerim vardı. O zaman öğleden sonraki randevuları iptal et, ben de çıkayım sen de.”

“Ciddi misiniz? Teşekkür ederim!”

Al işte. Benim de işlerim var ne demek ya? Orada var diyeceksin, var değil! O -dı eki öyle bir mahçuplaştırıyor ki koca cümleyi! EZİK. Oysaki ben o cümleyi burayı bile pek önemsemediğimi, daha da ötesi onu önemsemediğimi göstermek için söylemiştim! Ama, peki nasıl şimdi ağzından laf alacaktım ki o çocuk o mu diye?

“Ciddi mi durumu?”

“Yani, evet efendim. Yoğun bakımda. Hemen şu yakındaki hastanede.”

Yakındaki hastane mi? O hastaneye kaza yapan başka birinin gelme ihtimali ne olabilirdi ki? Bula bula şu paçavranın yeğenini mi bulmuştum?

“Neyse, daha işimiz var. Öğlene kadar. Sen git. Hastaları almaya başla.”

Mükemmeliyetimin içine bir çürük gibi yayılmıştı şu çocuk. İşime odaklanamadığım oldu yıllar sonra ilk defa. Her zamanki hastam Nuriye Hanım bana laf etti. Ona annemmiş gibi davrandığım için pek bir şey de diyemedim, çocukluğa vermeye kalkıştım ama bayağı azarladı. Hah! Haklı da, ne diyebilirim ki, benim gibi mükemmel bir dişçinin ufak hatalar yapması dahi kabul edilemez!

Hastalar nasıl geçti bilemedim. Kahretsin. Her muayene arasında haberlere baktım. Yoktu bir şey ama bu beni tatmin etmiyordu. Son hasta da gittikten sonra asistanım çıkmak için izin istedi. “Çık sen.” dedim. Geçmiş olsun da diyecektim bir an az daha.

“Teşekkür ederim efendim.” deyip gitti.

Sonra ben de çıktım. Spor yapayım dedim. Gittim ama nedense içimden gelmedi. Yarıda kestim. Avamın ismini telaffuz edemeyeceği bir yerde yemek yedim. Şu öğle vakitleri şu yerler çok sakin ve güzel olacak eğer şu kokonalar olmasa. Öyle bir gülüyorlar ki bir daha gülmesinler diye her birinin çenesini uyuşturmak istiyorum. Ama yok, yeter, sürekli telefonda elim. Zaafıma kızdım. Tüm bu boş ver deyişlerim nedense içime ulaşmıyordu. Çok dolgunum diyedir belki! HA- … Rezil, bu espri bile ulaşmadı.

Kimsesiz bir öğlende yapılacak en iyi şey limitini düşünmediğiniz bir kartla alışveriş yapmaktır. Bu kelimeleri siz beni hayal edebilin diye söylüyorum; yoksa bunları böyle kendime konuşan bir manyak olduğumu düşünmeyin. Gezdim de gezdim, yeni sezon ve %0 indirimli ürünleri büyük bir gururla satın aldım. Torbalarımı akşamüstü yapmacık ve haz dolu bir yorgunlukla koltuğa atıp favori kahvecimde soya sütlü lattemi -latte çünkü o diğer şekerli çöpler avam için- içerken de hala bir haber yoktu. Neyse ki en dost dostum Berkay aradı da akşam dışarı çıkmaya sözleştik. Bilirsiniz işte diyeceğim ama bilmeyeceksiniz büyük ihtimal biz dolgun insanların kurduğu dostlukları.

Akşam Berkay ile pahalı; ama egzotik olsun diye fakir konseptli bir hamburgercide yemek yedik. Ona kendimi çok iyi hissetmediğimi söylemiştim; bu yüzden sadece o gelmişti; biraz içip konuşacaktık. Berkay o hastanede doktordu. “Ya,” dedim daha yemek yerken, yemek yerken çünkü meselenin benim için önemsiz olduğunu göstermek için yemek yerken böyle ciddi bir şeyden gayrıciddi bir şekilde bahsedebilmeliydim, “benim asistanın da yeğeni mi ne kaza yapmış da sizin hastanedeymiş. Duydun mu hiç?”

“Hmm, evet ya geçen ben nöbetteydim de akşam konuşuyorlardı bir çocuk hakkında, o mu ki? Böyle kaza mı yapmış ne, acayip de bir kazaymış, sanırsın ki gitmiş bilerek duvara toslamış.”

Hiç ifademi değiştirmeden gayet gevşek bir şekilde gülebilmeyi başarmıştım, yani, umarım. “Ee ne oldu bari iyi mi?”

“Ya valla yoğun bakımdaydı da en son ne oldu bilmiyorum yani. Ehliyetsiz araba sürersen olacağı bu işte.”

“Diyene bak; sanki sen babanın cipi az kaçırmıyordun.”

“Eee, şimdi o farklı Orkun; onu süren kimse ölemez. Belki öldürür.”

Güldük. Bu Berkay’ı bu yüzden seviyorum işte; ama sanırım siz yine anlayamazsınız. Sonra geçtik her zamanki mekânımıza. Sokak arası bir yer, dışarıdan çok basit görünüyor ama içi öyle dolgun ki; o yüzden de olabildiğince sakin. Sahibinin caz zevki EF-SA-NE. Arada küçük konserler de organize ediyor. Acayip kafa bir yer; neyse ki meşhur değil daha.

“Abi,” dedi Berkay, “Yani böyle düşünüyorum da artık benden bu her gün bir macera adamlığı geçiyor galiba ya. Evleneyim, çoluk çocuğum falan olsun diyorum.”

“Ooooooo, nerelere gitmişin oğlum sen benden habersiz? Bildiğin aile kuruyor adam! Bu ara güzel ilişkilerin olmadı ondandır. Güzel günlerimize bir dönelim de düşünecek misin bakalım bunları?”

“Ya yok oğlum öyle bir şey değil ya. Şimdi yine, küçük kaçamaklar filandır ileride, yapılır belki de, galiba çapayı atıp sabit duracağın bir yer olmalı. Böyle her şey çok anlamsız oluyor.”

“Anlamsız mı? İlginç konuşuyorsun bugün bir sen. Oğlum hayatımızda her şey tıkırında, hayatın bir anlamı varsa anca anca bizedir o. Bize bile anlamsızsa diğerlerine filan nedir düşünemiyorum.”

“Ya, öyle de, şey, dediğim, galiba her bir boku yedik gibi hayatta anlatabiliyor muyum? Yani bunu en iyi senin anlaman lazım, kaç yıllık dostuz. Artık bir şey kalmadı gibi.”

“Sen diyorsun ki bu kadınlar hep aynı, sıktı değil mi? Haklısın onda bak. Aynı hep. Aynı. O zaman evliliği de bir değişiklik diye istiyorsun sen.”

“Bilmem ki, galiba.”

“Berkay valla düşündüğün şeyin farkında değilsin. Lan oğlum şu Fikret’e bak, adamın bebeği olduğundan beri şaftı kaydı resmen ya! Yüzünü gören cennetlik diyeceğim ama o sirke satan suratla da bilemiyorum yani. Bu devirde öyle aile kurmak falan onca yıl inşa ettiğin ehl-i keyf hayatını bok kokan bezlerle takas etmektir anca, diyeyim sana.”

“Olsun abi, böyle de nereye kadar ki…”

“Aman be Berkay, valla ben sen benim moralimi düzeltirsin diye çağırdım da sen benden betermişsin be!”

“Belki de o kadar benzeriz ki kardeşim aynı sıkıntı daraltmıştır içimizi, ha?”

“Yok yok, sen uçmuşsun. Getir kardeşim. Oh, hah şöyle. İçelim de aklın bir reset olsun.”

Pek akıllı telefonum cebimde olduğunun farkında olduğu için seslice çalmaya başladı. Telefonu elime aldığımda da sesi daha düşük seviyede çalmaya başladı. Akıllı telefonum. Asistanım arıyordu. Yoksa, diyerek açtım telefonu. Ov. Evet galiba. Ağlamaklı bir ses vardı öte tarafta. “Orkun Bey,” dedi güç bela. “Yeğenimi kaybettik.”

Şok olmuştum ama şu anda tüm bunları içimde tutmalıydım. “A, a, ben, çok üzüldüm.” Dolgun sesimle güzel dublaj yapılmış yabancı filmleri aratmıyordum. “Yapabileceğim bir şey var mı?”

“Şey, yarın… cenazesi olacak da… ben.”

“Tamam, ben idare ederim. Yarın cenazeye gelirim, nerede olacak?”

“Dolgucu Ahmet Usta Camii’nde.”

“Tamam, hadi kapat, başınız sağ olsun.”

Merhametli ve merhametiyle üstün bir mertebeye erişmiş karakterimi başarıyla oynadıktan sonra Berkay’ın yanına içimdeki şok patlamasını daha fazla hissederek döndüm.

“Orkun, ne oldu beyazladın bi’?”

“Berkay ya, şey, şu asistanın yeğeni demiştim ya. Ölmüş.”

“A a, çok üzüldüm. Başı sağ olsun.”

“Olsun. Hadi kalkalım.”

Eve nasıl geldim bilmiyorum. Berkay’a fazla şey belli etmemişimdir umarım. Arabada birkaç yavan espri bile yaptım çok bir şey anlamasın diye. Ancak, şimdi, evde, kendimi çok kötü hissediyorum. Yine de, hâlâ tam olarak cevabı bilmiyorum ki. Benim kaza yaptırdığım kişi asistanımın yeğeni miydi? Birden aklıma dahiyane bir fikir geldi. Sosyal ağda kesin bu asistanım vardır. Hayır, tabii ki de benim arkadaş listemde değil. Ama ararsam bulurum herhalde. Umarım gizleyecek çok şeyim var havasındaki eziklerden değildir. Ah, evet, işte, hem de açık profili. Bak yazmış hemen. Bla bla bla vefat eden yeğenimin cenazesi yarın öğle namazından sonra Dolgucu Ahmet Usta Camii’nden kaldırılacaktır ve seni çok özleyeceğim Ahmet Buğra. Dur bakalım evet isme basarsam veee evet açıldı. O. Oydu. O rezil beyaz kartalın önünde piksel piksel ve flaşlı rezil bir fotoğrafı vardı. Kısa kollu beyaz bir gömlek giyiyordu ve altında da buz mavisi kot pantolon vardı. Ama oydu işte. Kahretsin. Ama onun suçuydu ki zaten. Ben ona emniyet kemerini takmadan var gücünle duvara tosla mı demiştim? Hayır, dememiştim. Ben ona önünü pert edecek şekilde duvara tosla demiştim. Ah, avamlık.

Oooooooof, şimdi ben iyiyim aklım kabul etti suçsuzluğumu da şu kalbimin vicdan şubesi arıza yapıyor. Ürkütüyor beni illa cinayet fikriyle, o iğrenç fotoğraf gözümün önüne geliyor parlak diye bir hayalet gibi böyle şey yapıyor resmen rezil bir hale geliyorum yavaşça şu dolgun hayatımda resmen bir çürük çıktı rezilliğin daniskası aman neyse kimse bilmeyecek diyesim geliyor da kalbim bir şeyler zırvalıyor işte sıkıntım da bu zaten şimdi bu beni hiç uyutmaz da aman be ya-

Şaka maka uyumuşum ya. İyi. Biraz dolgunluğum kalmış. Saat yedi. Çok iyi. Herhalde biraz içtik diye mi ki uyudum bilemedim. Çok da içmedik ki. Neyse ne, sabah olduğuna göre, şimdi, hmm, ne diyordu, öğlenden sonra. Öğlen namazı öğlendedir herhalde. Çok akıllı telefonum 12:12’de olduğunu söylüyor. Şimdi ben ne yapmam lazım, bir abdest almaya bakayım şu çok akıllı telefondan, gerçi boy abdesti daha mı iyi ki acaba, sonuçta boydan boya, hem bu bahaneyle bir duş da alır kendime gelirim.

Tamam, bir şeyler de yiyeyim. Portakal suyunun posasız biraz zararlı olduğunu biliyorum; ama portakal suyu kesinlikle dolgun bir kahvaltının olmazsa olmazı. Başkalarının ne kadar kötü huyları var, benim de en kötü huyum bu olsun. Kalbiniz sizi sıkıştırdığında böyle boş laflarla süreci geçiştirmeye çalışıyorsunuz işte. Aman be. Size anlatmasaydım tüm bunları o zaman vicdan filan şey olmazdı. Şimdi sizin seslerinizi duyuyorum gaipten, beni azarlar, küçümser, kötümser gibi bir hâldesiniz. Bana bunu yapamazsınız. İşte o yüzden şimdi oturup dinlemeye devam edin.

Hastalar nasıl geçti bilemedim. Zaten üç randevu vardı; ama uzun işlemlerdi. Nuriye Hanım sessizliğimi fark etti hemen; bana bak bakayım yoksa sonunda âşık mı oldun sen dedi. Geçiştirdim, ya ne aşkı ya dedim; bizlere uğramayalı çok oldu Nuriye anne onlar. “Ah oğlum, gençsin, güzelsin, işin tıkırında; bul birilerini de vakit geçmeden şöyle güzelinden bir aile kur.” diye daha da sıkıştırdı Nuriye Hanım. Katile kız vermezler ki diyemedim. Aman be, şu ezik cümleye bak; insan vicdan sahibi olmayagörsün, mide bulandırıcı bir hâle geliyor.

Cenaze zamanı. Şu camii de o kadar uzaktaymış ki anlatamam. Bir de avam yollardan gittim biraz; o yüzden neredeyse bir saatte vardım cenazeye. Saate baktığımda 12:16 idi. Beş dakika daha arabada durup öğle namazına gitmeden cenazeye geçebilirdim. Sonuçta, başka gerekliliklerden dolayı buradaydım. Çok akıllı telefonum yol üzerinde cenaze namazı nasıl kılınır anlatmıştı da sağ olsun. Dolgun insanlar olarak eksik görünmek olmaz. Siyah bile giyindim.

Cenaze namazı kılındı. Haklar helal edildi. Kalbim orada yine arıza yaptı tabii; o çocuğun hakkı sana helal olmaz dedi. Aman dedim, helal mi? Ben adil davrandım, o aptalca. Bu kadardı mesele. Ben hatta daha da iyi davranıp cenazesine bile gelmiştim. Anlıyor musunuz şimdi? Yok, hâlâ anlamıyorsunuz.

“Başınız sağ olsun.” diyerek tanımadığım birkaç el sıktım. Sonra benim asistanı gördüm. Transparan siyah bir eşarp geçirmişti başına, demek ki o zengin dizilerini izleyip böyle şeylere özeniyordu. Ona da başın sağ olsun dedim. “Şey, ben, Orkun Bey sağ olun, bu kadar uzakta gelmezsiniz diye düşünmüştüm…”

Doğru düşünmüştü! Bunu nasıl yapmıştım ben? Nasıl bu hataya düşmüştüm? Bir paragraf yukarıda yaptığım vicdan muhasebesinde fark etmeliydim oysaki! Cenazeye gelmek için hiçbir nedenim yoktu! Hatta asistanıma aldığım o üstten bakan tavır düşünüldüğünde kesinlikle gelmemeliydim! Bir çiçek göndermek mesela, evet, bana bu yakışırdı anca, o da belki, yok, o bile aşırılık. Lan alt tarafı asistanının yeğeni ölmüş be, sana ne?! Buraya geldiğime göre bunda bir sebep arayacak artık. Bu kızın karşısında çok fena yenildim! Şüphe onu vicdan beni kemirecek! Allah’ım, ne yaptım ben? İlerledim ve dış ses yankılandı: Hem Allah’ım dediğine göre gerisi gelir artık.

Çok akıllı telefonuma sordum: Dolaylı yoldan cinayetten kaç yıl yatılıyor acaba?

Kategori:2015Genelhikaye

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir