İçeriğe geç

Çeviri Hikaye – Çitin Öte Tarafı – E. M. Forster

E. M. Forster, 1879-1970 yılları arası yaşamış İngiliz yazar. Çalışmalarında ve hayatında hümanizm vurgusu vardır. İronik anlatılarında sınıf farkına dikkat çeker. Aşağıda okuyacağınız Çitin Öte Tarafı isimli hikaye (The Other Side of the Hedge) 1911 yılında yazılmıştır. Hayatı bir maratondan ibaret gören günümüz insanına sembolik bir eleştiridir. https://en.wikipedia.org/wiki/E._M._Forster

Hikayeye, Milton Crane tarafından derlenmiş 50 Great Short Stories kitabında denk geldim (Kitabın Türkçeye çevrildiğini de ekleyeyim). Aşağıdaki çeviri bana aittir. Elbette İngilizce bilmek ve İngilizceden çeviri yapmak farklı şeyler; aşağıdaki çeviride de bunun eksiklikleri mevcut. Artık dilimiz döndüğünce diyelim. Çeviride kullanılan İngilizce metin: http://www.101bananas.com/library2/otherside.html

Adımölçerim yirmi beşte olduğumu söylüyordu; her ne kadar durmak dehşete düşürücü bir şey olsa da; o kadar yorgundum ki, dinlenmek için kilometre taşına oturdum. İnsanlar alay ederek önümden geçtiler; ama içerleyemeyecek kadar kayıtsızdım. Hatta Bayan Eliza Dimbleby, büyük öğretmen, geçtiğinde, bana azmetmemi öğütlediğinde, sadece gülümseyip şapkamı kaldırdım.

İlk başta, yaklaşık bir iki yıl önce ardımda bıraktığım erkek kardeşim gibi olacağımı düşündüm. Nefesini şarkı söylemekle, gücünü de başkalarına yardım etmekle tüketmişti o. Ama ben daha akıllıca hareket etmiştim ve artık beni yoran tek şey anayolun tekdüzeliği idi – ayağımın altındaki toz ve yolun iki tarafındaki çitler, hatırlayabildiğim en eski zamanlardan beri varlardı.

Birkaç şeyi düşürmüştüm bile – aslında, arkamdaki yola hepimizin düşürmüş olduğu şeyler dağılmıştı; beyaz tozla kaplanıyordu üzerleri, bu nedenle her biri taştan farksızdı. Kaslarım öylesine yıpranmıştı ki taşıdığım şeylerin ağırlığına bile katlanamıyordum. Kilometre taşını yola doğru ittim ve taşın yerine bezgince uzandım; yüzüm ulu ve kavruk çite dönük, vazgeçebilirim düşüncesiyle dua ederek.

Hafif bir rüzgâr diriltti beni. Çitin tarafından geliyor gibiydi; gözlerimi açtığımda, ağaç dallarının ve ölü yaprakların arasından süzülen ışık huzmesini gördüm. Çit her zamanki gibi kalın olamazdı. Zayıf, hastalıklı halimle, öbür tarafa geçmeyi ve ne olduğunu görmek istedim. Etrafta kimse yoktu, varsa denemeye cüret bile etmemeliydim. Çünkü biz yolcular konuşurken başka bir taraf olduğunu kabul etmeyiz.

Kendi kendime bir dakikaya geri dönerim diyerek düşüncenin cezbesine teslim oldum. Dikenler yüzümü çizdi ve kollarımı bir kalkan gibi kullanmam gerekti; ancak ayaklarımla yolumu bulabildim. Yolu yarılamışken geri dönmeyi düşündüm; çünkü taşıdığım her şey kopup düşmüş ve giysim yırtılmıştı. Ama o kadar sıkışmış bir haldeydim ki geri dönmek imkânsızdı artık ve kendimi ileri savurmam gerekiyordu. Her an gücümün yetmeyeceği düşüncesiyle çalılığın içinde can vereceğimi sanıyordum.

Aniden başımı soğuk suyun içinde buldum ve sonsuza dek batacakmışım gibi geldi. Çitin oradan derince bir havuza düşüvermiştim. Sonunda su yüzüne çıktım ve yardım istedim; sonra karşı kıyıda birisinin gülerek “Bir başkası!” diye bağırdığını duydum. Sonra aniden beni havuzdan çekti ve kesik kesik nefeslerle karaya uzattı.

Su gözlerimden akıp gittiğinde dahi sersem gibiydim; çünkü daha önce ne bu kadar açık bir alanda bulunmuştum ne de bu kadar çok yeşillik ve günışığı görmüştüm. Mavi gökyüzü artık bir şeritten ibaret değildi ve göğün altında yeryüzü genişçe, tepe tepe yükseliyordu – temiz, açık payandalar; çukurlarında kayın ağaçlarıyla ve ayaklarında çayırlarla temiz havuzlar vardı. Tepeler yüksek değildi ve manzara insan eli değmiş gibi duruyordu – park veya bir bahçe denebilirdi eğer kelimeler beraberinde bir önemsizlik veya kısıtlama getirmeseydi.

Nefesimi alır almaz; beni kurtaran kişiye dönüp şöyle dedim:

“Bura nereye götürür?”

“Hiçbir yere, Tanrı’ya şükür!” dedi adam ve güldü. Elli veya altmış yaşlarında bir adamdı – tam da yolda güvenmediğimiz yaştaki adamlardan- ama tavrında herhangi bir kaygı yoktu ve sesi on sekiz yaşındaki bir delikanlının sesi gibiydi.

“Ama bir yerlere götürmeli!” diye bağırdım, hayatımı kurtardığı için teşekkür etmeyi unutacak kadar şaşkındım.

“Nereye götürdüğünü bilmek istiyor!” diye bağırdı adam tepe tarafındaki birkaç adama; onlar da gülerek ve şapkalarını sallayarak karşılık verdiler.

Sonra düştüğüm havuzun sağa ve sola doğru kıvrılan bir hendek olduğunu fark ettim. Çit hendek boyunca ilerliyordu. Çit bu taraftan bakınca yeşil renkteydi – kökleri temiz suda görülebiliyordu ve balıklar köklerin arasından yüzüyordu- ve çit kuşburnu ve filbahriyle sarılmıştı. Ama çit bir setti en nihayetinde; işte bu yüzden bir anda yeşilliğin, gökyüzünün, ağaçların, mutlu erkek ve kadınların verdiği haz bir anda kayboldu ve fark ettim ki burası tüm güzellik ve genişliğine rağmen bir hapishane idi.

Sınırdan öteye ilerledik ve sonra çayırların içinden sınıra neredeyse paralel bir yol izledik. Yürümek bana zor geldi; zira ben her zaman yoldaşımın önüne geçmeye çalışırdım ama burada hiçbir yere varılmayacağı için bunu yapmanın bir faydası yoktu. Kardeşimi terk ettiğimden beri kimseyle yan yana yürümemiştim.

Aniden durup kederli bir şekilde şöyle konuşmam güldürdü onu: “Bu kusursuz bir rezalet. İlerleyemiyorsun, gelişemiyorsun. Biz yolcular-“

“Evet, biliyorum.”

“Diyecektim ki, biz sürekli ilerleriz.”

“Biliyorum.”

“Her zaman öğreniyoruz, genişliyoruz ve geliştiriyoruz. Şu kısacık ömrümde bile büyük gelişmelere şahit oldum: Transvaal Savaşı*, Mali Soru**, Hristiyan Bilim***, Radyum****. Bakın, örneğin-“

*Transvaal Savaşı: Büyük Britanya ve Güney Afrika Cumhuriyeti arasında 1880-1881 arası gerçekleşen savaş. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin zaferi ve ikinci bağımsızlığıyla sonuçlanmıştır. https://en.wikipedia.org/wiki/First_Boer_War


**Mali Soru: İngiliz Parlementosu’nda Devonshire Dükü’nün konuşmasının başlığı. http://hansard.millbanksystems.com/lords/1906/feb/22/the-fiscal-question


***Hristiyan Bilim: Hastalıkların dua ve ibadetle tedavi edilebileceğine inanılan dini hareket. https://en.wikipedia.org/wiki/Christian_Science


****Radyum: Marie ve Pierre Curie tarafından 1898’de keşfedilen radyoaktif element. https://en.wikipedia.org/wiki/Radium

Adımölçerimi çıkardım ama hala yirmi beşte duruyordu; bir derece bile fazla değil.

“Ah, durmuş! Size gösterecektim. Sizle yürüdüğüm tüm zamanı kaydetmiş olması gerekiyordu. Ama sadece yirmi beş gösteriyor.”

“Çoğu şey burada çalışmaz.” Diye karşılık verdi. “Bir gün bir adam bir Lee-Metford***** tüfek getirmişti; o da çalışmadı.”

*****Lee-Metford: İngiliz tüfeği. https://en.wikipedia.org/wiki/Lee%E2%80%93Metford

“Bilimin kanunları evrenseldir. Hendekteki su mekanizmayı bozmuş olmalı. Normal şartlar altında her şey çalışır. Bilim ve öykünme ruhu – bunlar bizi biz yapan kuvvetler-.”

Yanımızdan geçen insanların güzel selamlarını almak için yarıda kesmem gerekti. Bazıları şarkı söylüyor, bazısı konuşuyor, bazısı bahçeyle, samanla veya başka temel işlerle uğraşıyordu. Hepsi mutlu görünüyordu; eğer bu yerin hiçbir yere götürmediğini aklımdan çıkarabilseydim ben de mutlu olabilirdim.

Eskrim yaparak üzerimize gelen bir genç adam ürküttü beni; adam bizi geçip biçilmiş bir tarlaya ve sonra da bir göle girdi ve yüzmeye başladı. Gerçek enerjinin ta kendisiydi; ona bağırdım: “Bir kır yarışı! Diğerleri nerede?”

“Diğerleri yok,” diye cevap verdi yol arkadaşım; sonra, kibarca kendi kendine şarkı söyleyen bir kızın sesinin geldiği uzun boylu otların arasından geçerken tekrar söyledi: “Başkaları yok.” Prodüksiyon ziyanından şaşkına dönmüş bir şekilde, kendi kendime mırıldandım: “Tüm bunların anlamı ne?”

Dedi ki, “Kendisi hariç hiçbir şey demek değil.” – ve kelimeleri çocukmuşum gibi yavaşça tekrarladı.

“Anlıyorum.” Dedim sessizce, “ama kabul etmiyorum. Başarı değersizdir eğer gelişim zincirinde bir halka değilse. Ve artık kibarlığınızı daha fazla çiğnememeliyim. Yola bir şekilde geri dönmeli ve adımölçerimi tamir ettirmeliyim.”

“Önce kapıları görmelisin.” Diye cevapladı: “Çünkü kapılarımız vardır hiç kullanmamamıza rağmen.

Kibarca kabul ettim ve çok geçmeden hendeğin üzerinde köprü olan bir noktasına vardık. Köprünün üzerinde fildişi kadar beyaz bir kapı vardı; kapı çit hattındaki boşluğa yerleştirilmişti. Kapı dışa açılıyordu ki hayretle bağırdım; zira kapının ardında bir yol vardı – terk ettiğim yol gibiydi – tozlu zeminiyle, iki yanında göz alabildiğince uzanan kahverengi çatırdayan çitleriyle.

“Bu benim yolum!” diye bağırdım.

Kapıyı kapatıp şöyle dedi: “Ama senin kısmın değil. Bu kapıdan insanlık sayısız yıllar önce çıktı; ilk kez yürüme arzusu kendisine bahşedildiğinde.”

Bunu reddettim; zira yolun benim terk ettiğim kısmından iki milden daha uzakta olmadığımızı gözlemiştim. Ama yılların inadıyla tekrarladı adam: “Aynı yol bu. Bu başlangıç ve her ne kadar dümdüz bizden uzağa gidiyor gibi görünse de; o kadar çok kez ikiye ayrılıyor ki; asla bizim sınırımızdan uzaklaşmıyor; hatta bazen sınırımıza teğet geçiyor.” Hendeğe doğru çömeldi ve nemli kıyısında labirent gibi saçma bir şekil çizdi. Çayır üzerinden geri dönerken, onu hatası konusunda ikna etmeye çalıştım.

“Yol elbette ikiye ayrılıyor; ama bu bizim disiplinimizin bir parçası. Kim yolun genel meylinin ileri olduğundan şüphe duyabilir ki? Bilmediğimiz bir hedefe – belki gökyüzüne dokunabileceğimiz bir dağa, belki de denizin derinliklerine-. Ama ileri gittiği hususunda -kim bundan şüphe duyabilir? Bu düşüncedir bizi başarmak için uğraştıran, her biri kendi şeklince, ve bize sizde olmayan o saiki veren. Şimdi bizi geçen adam – doğrudur iyi koştuğu ve iyi zıpladığı ve iyi yüzdüğü; ama daha iyi koşan, daha iyi zıplayan ve daha iyi yüzen adamlar da var. İhtisas sizi şaşırtacak sonuçlar ortaya çıkardı. Benzer biçimde, şu kız-“

Bu anda kendi sözümü hayret ettiğim için kendim kestim: “Aman Tanrım! Oradakinin Bayan Eliza Dimbleby olduğuna yemin edebilirdim; ayağı da çeşmede!”

O inanmıştı.

“İmkânsız! Ben onu yolda bıraktım ve o Tumbridge Wells’te bu akşamüzeri ders verecekti. Hatta, treni Cannon Street’i saat– ah elbette saatim her şey gibi durdu. O burada olacak son insan.”

“İnsanlar her zaman birbirleriyle karşılaşınca hayrete düşerler. Çitin ötesinden her çeşit insan her zaman gelir – yarışta öne geçenler, arkada kalanlar ve ölüme terk edilenler. Sık sık sınırın yanında durur ve yolun seslerini dinlerim -sen bilirsin ne olduklarını – ve birinin dönüp dönmeyeceğini merak ederim. Hendekten birini dışarı çıkarmak benim için büyük memnuniyettir, tıpkı sana yardım ettiğim gibi. Bizim yurdumuz yavaş yavaş doluyor; her ne kadar tüm insanlık için mukadder olsa da.

“İnsanlığın başka amaçları vardır.” Dedim kibarca, çünkü iyi niyetli olduğunu düşünüyordum: “ve benim onlara katılmam lazım.” Ona iyi akşamlar dedim gün bittiği için ve akşam olmadan yolda olmak için dua ettim. Apansız beni yakaladı ve bağırdı: “Daha gitmeyeceksin!” Onu yakamdan atmaya çalıştım, zira artık ortak ilgimiz kalmamıştı; ve terbiyesi artık beni bezdirmeye başlamıştı. Ama tüm çabalarıma rağmen sırnaşık yaşlı adam beni bırakmadı ve güreş benim ihtisaslarımdan olmadığı için, onu takip etmek zorunda kaldım.

Yalnız başıma geldiğim yeri bulamayacağım doğruydu ve umuyordum ki onun zorla götürdüğü diğer yerleri gördükten sonra beni geldiğim yere bırakır. Ama kararlıydım; bu yurtta uyumayacaktım; güvenmiyordum buraya ve insanlarına da tüm dostluklarına karşın. Aç olmama karşın, onların süt ve meyveden ibaret akşam yemeklerine katılmadım ve bana çiçek verdiklerinde, beni yaparken göremeyecekleri ilk fırsatta çiçekleri fırlatıp attım. Şimdiden sığır gibi uzanmışlardı – kimi tepenin yamacında, diğerleri toplu halde kayın ağaçlarının altında. Turuncu günbatımının ışığı altında, ölü gibi yorgun ve açlıktan bitap bir halde, nahoş rehberimle aceleyle ilerledim, inatçı bir şekilde mırıldanarak: “Bana hayat ver, mücadeleleri ve zaferleriyle, başarısızlıkları ve nefretleriyle, derin ahlaki anlamı ve bilinmeyen hedefiyle!”

Sonunda alanı çevreleyen hendeğin üzerinde bir başka köprüye geldik; çit hizasında bir kapı vardı yine. İlk kapıdan farklıydı bu kapı; boynuz gibi yarı saydamdı ve içe açılıyordu. Kapının ötesinden, azalan ışıkta, terk ettiğim yola benzer bir yol gördüm yeniden – tekdüze, tozlu ve iki yanında göz alabildiğince uzanan kahverengi çatırdayan çitleriyle.

Manzara beni ilginç bir şekilde rahatsız etti, sanki beni irademden mahrum bırakmıştı. Bir adam geçiyordu yanımızdan, akşam için tepelere dönüyordu; omzunda bir tırpan ve elinde bir sıvı bulunan teneke vardı. Irkımızın kaderini unuttum. Gözlerimin önünde uzanan yolu unuttum ve adama doğru atıldım, elinden tenekeyi kaptım ve içmeye başladım.

Biradan daha sert bir şey değildi; ama bu yorgun halimde beni bir anda sarhoş etmeye yetti. Bir rüyadaymış gibi, yaşlı adamın kapıyı kapattığını gördüm ve şöyle dediğini işittim: “İşte burada senin yolun bitiyor. Ve bu kapıdan insanlık – geriye ne kadarı kaldıysa- bize gelecek.”

Hislerim nisyana batıyor olsa da, kavuşamadan genişliyor gibiydiler. Bülbüllerin sihirli şarkısını ve görünmez samanın kokusunu ve solan gökyüzünü delen yıldızları idrak ettiler. Birasını çaldığım adam beni yavaşça yere bıraktı uyuyup ayılayım diye, ve, beni yere bırakırken gördüm ki, o benim kardeşimdi.

Kategori:2016çeviriGenelhikaye

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir