İçeriğe geç

Yıkmak Üzerine

Peyami Safa’ya…

Bir eliyle çekçek valizinin kulpunu tutuyordu, ötekiyle de sırt çantasınınkini. Otelin girişine baktı gerinerek. Yeniden buraya kavuşmanın huzuruna varmıştı bile. Girişe yöneldi. Çekçek valizinin tekerlerinin tıngırtısı eşlik etti. Rüzgâr kuzeyden hafif esiyordu, sıcaklık yirmi iki dereceydi.

Otel on bir katlıydı. Bir de terası vardı. Soluk pembemsi bir rengi vardı. Köşe kolonlara çiçek takları işlenmişti. Pencereler kareydi, içeriyi yansıtmayan cinstendi. Her katta on beş pencere vardı, merdiven boşluklarındaki pencereleri ve öte taraftaki pencereleri de ekleyince toplam üç yüz elli pencere ediyordu. Tabii buna zemin katta bulunan lobinin yüksekçe pencereleri ve bodrum kattan otelin arka bahçesine geçen çıkıştaki sürgülü cam kapılar dahil değildi. Bunları biliyorum, diye düşündü, neden tekrar?

Döner kapının önünde durdu. Kim bilir kaçıncı kezdi bir kapının önünde duruşu… Kapı üç bölmeliydi, oldukça yavaş dönüyordu. Döner kapıdan içeri girdiğinde, kendisini genişçe ve tavanı yüksek bir lobide buldu. Genişçe lobinin zemini, siyah ve krem rengi mermerle kaplıydı. Buzlu cam muhafazaların içinden olağanca sarılığıyla ortama loş bir aydınlık saçan ampuller; tepeden ters bir koni şeklinde inen, uzunca ve altın rengi avizenin etrafına kademe kademe dizilmişti. İleride, solda, siyah deri koltuklar yayılmıştı koyu kahverengi ahşap sehpaların etrafına. Kumaşı andıran bir dokuya sahip gibi görünen, alt yarısı soluk kırmızı ve üst yarısı saman rengi duvar kağıdının üzerinde, göğüs hizası boyunca yatay bir şekilde devam eden bir ağaç dalı deseni ve daldan iki yana salınan küçük ve koyu yeşil yapraklar vardı; bu yapraklara duvarın saman rengi tarafındaki minik eşkenar dörtgenler eşlik ediyordu. Bu dörtgenler tavana kadar uzanıyor, kubbemsi tavanda da çiçekler ve ağaçlarla süslenmiş bir freske kavuşuyordu. Bunları biliyorum, diye düşündü, neden tekrar?

“Hoş geldiniz efendim,” sesiyle irkildi gözleri tavandayken. “Merhaba.” diye karşılık verebildi dalgınlığından sıyrılıp. Resepsiyona buyur edildi; kimliğini verdi. Resepsiyondaki görevli büyük bir eşikten geçmekte olduğunu vurgulamak istercesine ciddi bir sesle şöyle dedi: “Otelimize hoş geldiniz sayın Umut Eroğlu.”

“Hoş bulduk.” dedi Umut Bey o kadar da ciddi olmayan bir tavırla.

“Rezervasyonunuzda 203 numaralı odayı ayırtmış görünüyorsunuz, teyit edebilir miyim?”

“Evet, doğrudur.”

“Birkaç dakika isteyeceğim sizden.”

Umut Bey dirseğini rezervasyonun tezgâhına dayadı ve lobiyi incelemeye devam etti: Sol ve sağ tarafta uzanıp giden koridorları, koridorlar boyu uzanan kırmızı halıları, kırmızı halıların koridor başlangıcındaki merdivenlere ve merdivenlerin yanındaki metalik asansör kapısına uzanışını inceledi. Asansör ile merdivenin arasındaki küçük boşluğa kahverengi bir sehpa ve üzerine de mavili beyazlı bir vazo içerisinde gülkurusu renginde yapma çiçek yerleştirilmişti.

“İşlemleriniz tamam Umut Bey. Otel politikamız gereği sizden haberleşme imkânı sunan veya saati gösteren bütün cihazlarınızı almam gerekiyor, biliyorsunuz. Bu kasaya tüm eşyalarınızı koyun ve kapağı kapatıp dilediğiniz şifreyi girin lütfen.”

Umut Bey teker teker üzerinde ve çantasında ne varsa çıkarıp kasaya yerleştirip şifre girdi. Görevli, kasayı Umut Bey’in göremediği bir yere yerleştirdi ve sonra tezgâh üzerinde duran altın rengi zile avuç içiyle hafifçe vurdu.

“Umut Bey, 203 numaralı odaya yerleşecek.”

“Emredersiniz. Buyurun efendim.”

Sağ taraftaki asansöre yöneldiler. Asansör uzaktan göründüğünden çok daha genişti. Bunları biliyorum, diye düşündü, neden tekrar?

Çıktıkları koridor, zemin katta uzaktan gördüğü koridorun aynısıydı. Tavan biraz basık geliyordu ferah lobiye kıyasla. Aydınlatma bu katta duvar boyunca aralıklarla yerleştirilmiş küçük lambalarla yapılmıştı ve ampullerin etrafına yerleştirilen buzlu cam muhafazalar koridoru loş hale getiriyordu. Soldan ikinci odanın kapısında 203 yazıyordu. Beyaz renkli kapının üzerindeki numara ve tokmak altın rengiydi. Görevli, kartı hızlıca kapıya tuttu ve kapıyı açtı. İçerisinin aydınlığı ilk başta Umut Bey’in gözünü aldı; zira ikindi güneşi odayı boğmuş vaziyetteydi. Kapının önünde durdu. Kim bilir kaçıncı kezdi bir kapının önünde duruşu…

“Buyurun efendim.”

Sonra kamaşma gitti de incelemeye devam edebildi: Odanın tavanı koridorunkinden biraz daha yüksekti. Zemin krem rengi halı ile kaplıydı. Kare şeklindeki odanın sağ orta tarafında otelin girişindeki soluk kırmızı renkte bir nevresimle örtülmüş bir adet çift kişilik yatak; yatağın iki yanında, üzerinde gece lambası bulunan ve altın rengi çekmece tutacakları parlayan koyu kahverengi komodinler; yatağın ayakucunda beyaz ve ucuz görünümlü bir masayla sandalye, masanın üzerinde birkaç şişe su, bir tomar kâğıt, birkaç kalem, telefon ve otel geri bildirim formu duruyordu.

“İyi günler efendim, bir ihtiyacınız olursa numaralar telefonun ahizesinde yazıyor.”

Kapı, içerideki tokmağına rahatsız etmeyin notu asılı olan 203 numaralı kapı, kapandı. Sonra Umut Bey kendini yatağa attı ve bu sefer de tavanı incelemeye başladı: Beyaz renkli tavanın tam ortasında oda girişinden veya yatağın başucundaki düğmeden açılıp kapanabilen beyaz bir lamba vardı. Başucu lambaları dâhil otelin her yerinde sarı aydınlatma tercih edilmişken neden burada beyaz tercih edilmişti? Belki de bir aksaklıktı; kim bilir? Dikkatini ışıktan sonra tavandaki koca B ve Y harfleri çekti. Bunlar, otelin isminin baş harfleri idi. Büyük Yalnızlar Oteli. Otele ciddi ciddi bu ismi koyabildiklerine hayret etmişti Umut Bey ilk duyduğunda; ama artık umurunda olmaya devam etse de hayretinde değildi. Harfler bir kalkan çizimi içine yazılmış ve kalkan iki taraftan zeytin dallarıyla süslenmişti.

Son olarak banyoya bakması gerekiyordu; ama öncelikle üzerinde herhangi bir desen bulunmayan tül perdeyi aralayıp karşısında bütün ihtişamıyla duran Boğaz’ı seyretti. Sonra otelin aşağıda görünen kısımlarına baktı: Otelin havuzu, havuzunun aşağısında bahçesi, bahçesinin aşağısında mini golf sahası görünüyordu; sağ tarafta genişçe restoranı ve restoranın havuzla birleştiği yerde de bar görünüyordu. Birkaç kişi havuzda yüzüyor, birkaçı güneşleniyor ve birkaç kişi de bahçede yürüyüş yapıyordu.

Artık banyoya geçebilirdi. Kapının önünde durdu. Kim bilir kaçıncı kezdi bir kapının önünde duruşu… Banyo baştan aşağı krem rengi mermerle döşenmişti. Sol köşede jakuzi vardı, jakuzinin sağında klozetle jakuziyi ayırması için çıkıntı bir duvar ve duvarın öte tarafında da beyaz bir klozet vardı. Jakuzinin karşısında ve Umut Bey’in yanında ise lavabo vardı; krem rengi dolabın üstündeki kahverengi noktalı krem rengi tezgâha monte edilmişti lavabo çukuru. Musluk tek bir koldan açılıp sağa sola çevrilerek sıcaklık ayarlanıyordu. Bunları biliyorum, diye düşündü, neden tekrar?

Umut Bey’in incelemesi nihayete ermişti, şimdilik. Odaya döndü. Artık bildiğim şeyleri incelemeyi bırakıyorum, dedi kendi kendine. Yatak mis gibi kokuyordu diye düşünecekti ki kendisine kızdı; artık incelemeyi bırakıyorum, dedi tekrar kendi kendine. Sonra ayakkabılarını çıkardı ve odanın yumuşak halısına ayağını bastı. İçinde bir tiksinti vardı bir yandan; ama öte yandan da derin bir rahatlama hissediyordu. Vücudu huzur verici bir akıntıya kapılmıştı adeta. Öte yandan, halıya temas eden ayakları ona toprağa basarmışçasına bir güven duygusu veriyordu. Halının dokusunu daha iyi kavrayabilmek için çoraplarını da çıkardı ve hafif nemli ayağını halının yumuşak soğuğuyla buluşturdu. Ayaklarını hafifçe bastırarak biraz daha gömdü soğuk halıya. Artık halı toprak gibi değil de bir pınar gibiydi. Sonra ceketini çıkardı; bu defa da kendini çarmıhtan aşağı indirilmiş gibi hissetti. Bu soyunma merasimi her bir adımında yeni hissi keşiflere yelken açarak devam etti: Mesela kravatını ağzına yapıştırılmış bir bant gibi addetti, gömleğini çıkardığındaysa boğulacağı bir bataklıktan son anda kurtarılmış gibi olmuştu ve pantolonunu çıkardığında ağır ağır yürüyen bir ihtiyarın bacaklarını atıp genç bir atletin bacaklarına kavuşmuştu adeta. Umut Bey tüm bu giysileri sandalyenin üzerine gelişigüzel koydu ve gözleri kapalı bir şekilde kendini yatağa bırakıverdi.

Derin bir nefes aldı ve sonra o nefesi havayı incitmeye kıyamazmış gibi yavaşça ve sessizce verdi. Uyuyacaktı önce biraz. Uyandığımda bu yeni bir başlangıç olacak diye telkin etti kendi kendine. Geçmişten hareketle, geçmişten uzakta… Nefes alıp verişine odaklandı bir müddet, sonra havalandırmanın belli belirsiz ninnisini dinledi, sonra birinin havuza atlayışının ıslak, enerjik, kırılgan ve huzur dolu sesi çalındı kulağına uykuya dalmadan birkaç dakika önce. Sesler, duymayı bebeklikten beri özlediği birer ninni gibiydi.

Uyandığında güneş batmak üzereydi. Valizini açıp çabucak ilk akşam giyeceklerini buldu ve giyindi. Saate bakayım diye düşündü; ama hemen sonra saat olmadığını hatırladı. Güneşe bakılırsa, artık inebilirim, diye düşündü.

Zemin kata indi ve resepsiyonun oraya vardı. Resepsiyonda oturması gereken masanın numarasının 112 olduğu söylendi. Heyecanı artmıştı. Resepsiyonun ötesinden havuz tarafına çıktı ve oradan da restorana doğru ilerledi. Önünde ve arkasında bir sürü kişi kendisi gibi güzelce giyinip süslenmiş bir şekilde restorana doğru ilerliyordu.

Restorana vardığında çabucak masa numaralandırma sistemini çözdü: İlk rakam masanın bulunduğu düşey sırayı, ikincisi ise masanın bulunduğu yatay sırayı gösteriyordu. 112 numaralı masa haliyle en ön taraftaydı; bu özel akşamda denize en yakın sırada olacaklardı.

Umut Bey masaya ilerlerken masanın dolu olup olmadığı endişesine kapıldı; neyse ki boştu. Bir masaya sonradan oturmaktan hiç hazzetmezdi. Hızla ilerleyip masaya oturdu. Heyecanı iyice artmıştı. Karşısında duran köprüyü seyretti; köprüdeki arabaları, arabalardaki insanları, insanlardaki kalpleri, kalplerdeki tahtları, tahtlardaki boşlukları, zalimleri ve adilleri düşündü. Baktı ki bunları düşünmek pek kısa sürdü; o vakit henüz tamamen karanlığa boğulmamış denizi seyretti; denizdeki balıkları, balıklardaki gözleri, gözlerdeki ferleri, ferlerdeki anlamları düşündü. Baktı ki bu da bitti, bu sefer başını kaldırıp Ay’a baktı: Ay’ın Dünya’sını, Dünya’nın Güneş’ini, Güneş’in sistemini, sistemin Samanyolu’nu, Samanyolu’nun evrenini düşündü. Baktı ki bu da bitti, karşısına baktı bu sefer: Sandalyedeki boşluğu, boşluktaki anlamı, anlamdaki kaymayı düşünüyordu ki, biri geldi.

“Merhaba, İrem ben.” diye tanıttı kendini gelen kişi.

“Merhaba, Umut ben de.” dedi kendine gelen Umut Bey. Yarı oturur yarı ayakta bir hâlde İrem Hanım’ın elini sıktı. İrem Hanım geldikten sonra bir garson en ufak bir gecikme olmamasına çabalar bir titizlikle menüleri getirdi. Diğer masalarda da benzer bir müsamere cereyan ediyordu.

“Önce siparişimizi verelim o zaman.” dedi Umut Bey, İrem Hanım da “Elbette.” diye karşılık verdi. İkisinin de menülerinde birbirinden farklı ama tek seçenek vardı. Zevk sahibi bir edayla isimleri kendilerinden karmaşık yemekler söylediler. “Ah,” dedi İrem Hanım, “ben de balığı çok severim. Ama bugün canım kırmızı et yemek istiyor.”

“Ben de pek severim. Şey, peki, siparişlerimizi verdiğimize göre, artık, tanışsak diye düşündüm.”

“Tabii ki. Ben İrem Aral. Varoluşun engin denizinde İstanbul’da bir damla olarak kendime yer buldum. Babam mimar, annem ise manavdır.”

“Manav demek, ne kadar da ilginç.”

“Ah, tanıştığım herkes böyle söyler. Anne tarafından dedem manavdı; ondan kalan dükkânı annem çevirmeye devam ediyor işte.”

“Peki, anne-babanız İstanbul’da mı?”

“Yok, onlar Antalya’dalar artık. Dedemin vefatı üzerine oraya dönmüştük; onlar da orada kalmayı seçtiler.”

“Anladım. Peki siz, siz niye İstanbul’dasınız?”

“Ben eğitimim için buradayım Umut Bey. İşletme okudum, şimdi de yüksek lisans yapmaktayım.”

“Ne güzel. Başarılar dilerim.”

“Teşekkür ederim. Siz kendinizden bahsetseniz biraz…”

“Ben Umut Eroğlu. Annem, ev hanımıydı, ben küçükken vefat etti maalesef.”

“Ah, çok üzgünüm.”

“Önemli değil. Yani, önemli aslında, ama, anlarsınız ya, değil. Babam aile şirketimizde çalışıyordu. Annemin ölümünden sonra, belki de zaten acımız çok, en azından maddi sıkıntı çekmeyelim diye, babamın işleri rast gitmeye başladı; şirket önüne geçilemeyecek şekilde büyüdü. Ben de zengin bir ailenin çocuğu olarak yetiştim; ama tabii annesizlikten dolayı bir yanım hep eksik kaldı.”

“Siz de babanızla mı çalışıyorsunuz peki?”

“Şirkette çalışıyorum, evet; ama babamla değil.”

“Nasıl yani, anlayamadım tam olarak.”

“Babam maalesef yakın zaman önce felç geçirdiği için artık ömrünün geri kalanı boyunca bir yatağa bağlı şekilde yaşayacak.”

“Çok üzüldüm.”

“Aslında o hayattayken işleri yüklenmiş oldum; bu açıdan iyi oldu. En azından bana tavsiyeler verebilecek bir dili var.”

“O açıdan iyi olmuş denebilir tabii.”

Tam bu anda bir sessizlik gelecekti ki onun yerine garson siparişlerle geldi. Masa iki kişilik masalardan biraz daha büyük olmasına karşın, tüm siparişler anca sığmıştı.

“İçecek bir şeyler ister misiniz?” diye sordu garson. İrem Hanım kola istediğini söyledi. Umut Bey ise “Su.” dedi. Garson, hayretle, “Beyefendi zaten su var masanızda.” dedi. “Ah, tamam, teşekkürler o zaman.” dedi Umut Bey çok daha önemli şeylerle meşgul olduğu için bu önemsiz ayrıntıyı fark etmediğini ima eden bir ses tonuyla. Neyse ki bu ufak tatsızlık İrem Hanım’ın sorusuyla unutuldu:

“Peki, şirketiniz ne üzerine?”

“Yıkmak üzerine. Biz, biraz garip tabii ama, bina yıkıyoruz.”

“Ah, anladım. Ama ilk duyunca, biraz garip geliyor tabii.”

“Kolanız efendim.”

“Teşekkür ederim. Şey, yani, siz o zaman eski binaları yıkıyorsunuz, öyle mi?”

“Bazen eski bazen değil aslında. Çoğunlukla kentsel dönüşüme giren binaları yıkıyoruz; ama aynı zamanda kaçak yapıları yıktığımız da oluyor yeni olsalar da.”

“Kaçaksa kötü bir binadır zaten, öyle değil mi? Herhalde bir müteahhit kaçak bir şekilde güzel bir bina inşa etmez.”

“Elbette; ama inanır mısınız çok acayip işlerle karşılaştığımız oluyor. Bir keresinde yeni bir bina yıkmıştık; çünkü bina kaçak görünüyordu; çünkü rüşvet verdikleri memur rüşveti az bulup adamlara sahte belge düzenlemiş falan da filan.”

“Gerçekten mi? Ne kadar yazık. İnsanlardaki yozlaşma inanılır gibi değil.”

“Herkes kendi işini görmeye bakıyor artık.”

“İnsanların görmek için bakmakla yetinmesi, ne kadar kötü ve isabetsiz, değil mi?”

“E-evet.”

Bu sözden sonra demin gelemeyen sessizlik fırsatını bulmuşken geldi. Umut Bey biraz da balığa odaklanmak için susmuştu. Balığı ayıklarken gözü kenardaki rokaya takıldı; rokadaki acıyı, acıdaki gözyaşını, gözyaşındaki çocukluğunu, çocukluğundaki annesini düşündü.

“Aslında, Umut Bey, biz de buraya bundan kurtulmaya gelmedik mi biraz da? Değil kendi işimizi, kendimizi bile görmemek için biraz da.”

“Haklısınız. Buraya senede en az bir kere geliyorum. Her şeyden uzaklaşmak ve tamamen yeni, tamamen farklı ve, tamamen rahat bir gerçeklikte, zamandan uzakta bir lahzalığına da olsa bulunmak için… Bu otelin tek eksiği ne biliyor musunuz, zaman kavrayışımızı tamamen yok edemiyor. En azından otelin tamamen kapalı bir yerde olması güneşe bakarak saat tayin etme olasılığını da ortadan kaldırırdı.”

“Haklısınız; ama öyle olsa bile en kötü ihtimalle uyuyup uyanıp geçen günleri sayabiliyor olurduk, zamanı tamamen yok etme de nafile bir çaba gibi geliyor bana.”

“Buraya bir haftalığına değil de, birkaç aylığına geldiğinizi düşünsenize! Şahane olmaz mıydı?”

“Evet, haklısınız. Pahalı da olurdu tabii! Yine de bu haliyle bile burası, çok, çok farklı.” dedi İrem Hanım; ama Umut Bey kadar büyük bir heyecanla katılmamıştı bu düşünceye.

Yine sustular. Umut Bey suskunluktan istifade balığın kılçığına, kılçığın kırılganlığına, kırılganlığın hatırlattıklarına odaklanmıştı. İrem Hanım konuşmalarındaki bu ani duruşlardan pek hoşlanmıyordu. Bir tepki vermek zorunda hissediyordu kendini; ama tek yapabildiği kolasından kayda değer bir yudum almaktı.

“İrem Hanım, benim hakkımda konuştuk biraz ve sanırım siz anlamışsınızdır tüm şirket stresinden, hayatımın çeşitli sıkıntılarından uzaklaşmak için bu otele geldiğimi. Peki, siz, siz niye, hem de, bu genç yaşınızda, buradasınız?”

İrem Hanım çatal ve bıçağını tabağa bıraktı; ağzını kibar bir hareketle sildi ve ellerini sürekli hareket ettirerek konuşmaya başladı:

“İnsan, kendisi o kadar iyi olmak için uğraşıyor, hani, didiniyoruz kendimizden iyi bir ben çıkarmak için; ama karşı taraf bunu anlamıyor ya, bu çok zor. Ben mesela, en iyi okullarda okudum, sonra bölümümü birincilikle bitirdim ve bir süre özel bir şirkette çok iyi bir pozisyonda çalıştım. Sonra yüksek lisansa başladım ve eğer tamamlanırsa girişimcilik yapıp çok büyük paralar kazanacağım belki de; ama inanın, insanlar yalnızca sizi kıskanmakla tüketiyorlar ömürlerini. Bir dönüp bakmıyorlar ne kadar iyi bir insan bu diye.”

“Ah, elbette, bilirim. Bizim şirketimizde de mesela, şimdi babamın yaşattığı o altın çağ var tabii o gerçeği reddedemem; ama benim işleri devralmamı şirkettekiler nasıl kıskanıyor bir görseniz… Oysaki ben şirketin büyüme performansını aynen sürdürmesini sağladım! Hem de bunları çok az deneyimle başardım! O yüzden sizi çok iyi anlıyorum.”

“Ah, demek siz de böyle sıkıntılar çekiyorsunuz. Tabii, büyük bir şirketin başına babanızdan sonra geldiğinizde insanların size mirasyedi diye bakması pek doğal. Ama görünüşe bakılırsa, değilsiniz zaten.”

“Keşke insanlar sizin gibi güzelce bakabilseler İrem Hanım, teşekkür ederim. Ama konumuza dönersek, sizin hâlâ neden buraya geldiğinizi anlayamadım.”

“Ben, Umut Bey, burayı bir internet sitesinde gördüm. Ölmeden önce Türkiye’de kalmanız gereken on yedi otelden biri olarak geçiyordu burası. Konseptleri ilgimi çekti ve daha da önemlisi, buraya nasıl insanların geldiğini görmek istedim. Ama en önemlisi, şu bahsettiğim hayat yüzünden çok yalnızlaştım. Tamamen dışına çıkmak istedim o yüzden. Hem, otelin beni rastgele biriyle eşleştirecek olması da beni cezbetti. Keşfetmek hevesiyle geldim.”

“Anlıyorum. Umarım keşfettiğinizden memnun kalırsınız.” dedi Umut Bey.

“Keşfetmenin heyecanı varken keşfettiğimizin önemi olmadığına inanıyorum,” dedi İrem Hanım tebessümle, “değil mi?”

Umut Bey bu sözden fazlasıyla etkilendi ve yüzünde hayretini saklayamadığı bir tebessüm belirdi. Bu kendini fazla ele veren tebessümü ağzını siler gibi yaparak gizlemeyi düşündü; ama bu düşüncesi otelin ruhuna aykırıydı. Açık olacaktı.

“Benim de,” dedi, “vaktiyle böyle bir inancım vardı. Keşfetmekten ağzı yanınca insanın, merakı üfleyerek yiyor.”

“Bu hikâyenizi barda anlatsanız, olur mu?” dedi İrem Hanım ve bunun üzerine yemeklerini bitirip bara geçtiler. Garsonunkini aratmayacak bir dakiklikle, barmen derhal yanlarına geldi ve ne içmek istediklerini sordu. Umut Bey içki mi içecek mi diye düşünürken İrem Hanım içki söyledi hemen. Umut Bey hâlâ tereddütlüydü biraz; ama kendine güvendi ve o da içki söyledi. Kendine mukayyet olamayacağı bir hâl içinde bulunma düşüncesi onu korkutuyordu.

İçkileri geldikten sonra, Umut Bey hikâyesini anlatmak için hazırlandı: Siyah deriden bar taburesinde bacak bacak üstüne attı, İrem Hanım’a doğru döndü hafifçe; sol dirseğini koyu yeşil mermerden tezgâha dayamış, elinde içkisini tutuyordu. Önce annesinin ölümünü, kendininse okuldan sevinçle eve gelişini, bağırarak matematikten yüz aldığını söyleyişini, evi doldurmuş kurabiye kokusunu, mutfakta annesinin cesedini keşfedişini anlattı Umut Bey. “Keşif mi?” dese de İrem Hanım, Umut Bey cevap vermeden devam etti. Cenaze törenini, törendeki imamı, babasının gözyaşlarını, annesinin üzerine atılan toprağı anlattı.

“Anneniz neden ölmüş peki?” diye sordu İrem Hanım.

“Kalp kriziymiş. İnanır mısınız? Ben hâlâ inanamıyorum.” dedi Umut Bey.

Sonra yatılı liseye gidişini, lisedeki matematik öğretmenini, bir gün evde babasıyla matematik öğretmenini beraber keşfedişini anlattı. İrem Hanım yine keşif kelimesine takacak oldu; ama bunun beyhude olduğunu anladı. Onun yerine başka soru sordu:

“Peki, babanızın matematik öğretmeniyle ilişkisine ne oldu?”

“Evlendiler. İnanır mısınız? Ben hâlâ inanamıyorum.” dedi Umut Bey.

Sonra liseyi son senede terk edişini, babasından ve cici annesinden uzaklaşmak için yurtdışına gidişini, yurtdışında dil kursunda ilk defa âşık oluşunu, çok sonra âşık olduğu kızı başkasıyla keşfedişini anlattı. İrem Hanım yine keşif kelimesine taktı kafasını; ama kelimenin kafasını pek sağlam tutmadığını görünce kafasını geri aldı.

“Peki, neden ona hiç açılmamıştınız?” diye sordu.

“Aşka hazır olmadığını söylemişti bir keresinde. İnanır mısınız? Ben hâlâ inanamıyorum.” dedi Umut Bey.

Son olarak alkol bağımlılığını alkollü araç sürdüğü için arabasını kendisini pert edişini komaya girişini bunları öğrenen babasının felç oluşunu bunu bir yıl komada kaldıktan sonra keşfedişini anlattı. İrem Hanım’da keşfetme tabirine hayret edecek mecal kalmamıştı.

“Ben,” dedi, “ne diyeceğimi bilemiyorum Umut Bey.”

“Ben söyleyeyim İrem Hanım, mesleki deformasyon. Babam yıkmakta ustalaştı; sonra benim hayatımı da yıkıma sürükledi.”

“Siz, burada, bunları on beş yirmi dakikada anlattınız; ama bu dedikleriniz otuz kırk yıllık bir hayat. Siz o zaman bu otele, bu acıları arkanızda bırakmak için de geliyorsunuz.”

“Evet, pek zor değil noktaları bağlamak. Bazı insanların zengin olmasının sebebinin zaten rezil olmuş hayatlarını en azından dünyevi bir konfor içinde nihayete erdirmek olduğunu düşünmüşümdür. Keşke bunu fakir insanlara anlatabilsem de zengin olmaya öykünmeseler demek isterim; ama beni kibirli addetmenizi istemem.”

“Estağfurullah. Ama, zengin ve mutlu insanlar da var, yok mu?”

“Yok. Zengin ve keyfi yerinde insanlar var; ama zengin ve mutlu insanlar, yok. Ya da daha yeterince yaşamamışlardır bence İrem Hanım.”

“A-anlıyorum. Peki, siz, alkolizm dediniz, şimdi-“

“Dünya’nın alkolik olmaya bile değmeyeceğini anladığım için İrem Hanım, artık içkiyi tadında bırakabiliyorum, çoğunlukla. Hatta hiç içmediğim oluyor. Zaten bıraktıktan sonra herhangi bir bilinçsizlik hâline karşı aşırı tedirgin bir tabiata büründüm.”

“Anlıyorum. Ama bu noktada size bir şey söylemem lazım. Siz bu olayları hep keşif diye anlattınız ve bir bakıma, keşif de denebilir bunlara; ama bunların hiçbiri sizin merakınız sonucu keşfettiğiniz şeyler olmamış ki. Yani, nasıl desem, kelime tam oturmadı sanki. Tüm bu olaylar, tabiri caizse, başınıza gelmiş; siz başınızı onlara çeviremeden, onları merak edemeden.”

“Aslında, İrem Hanım, haklısınız bir bakıma. Ben bu otele, endişelerden uzak bir şekilde bir şeyler keşfedebilmek için geliyorum bir yandan da. Çünkü burada üzülmek, kırılmak, yıkılmak olamaz; çünkü burada geçmişten gelen bağlarınız yok; beklentileriniz yok.”

Bunları biliyorum, diye düşündü, neden tekrar?

“Böyle bakınca Umut Bey, sizin için bu otelin değeri belki de bir ölmeden önce listesine sığamayacak kadar fazla.”

“Evet, öyle düşünüyorum. Peki, şimdi de ben size bir soru sormak istiyorum. Az önce, yemekte, keşfettiğinizin bir önemi yok demiştiniz. Hâlâ böyle mi düşünüyorsunuz?”

“Evet diyerek sizin anlattıklarınızı önemsemediğimi düşüneceksiniz; öyle düşünmeyin lütfen. Beni keşfe iten keşfetmenin cezbesidir; ama keşfettiklerimiz değerli ise bu yeterince güzeldir, iyi ya da kötü ayırt etmeksizin söylüyorum. Bu durumda böyle oldu bence.”

“Hmm, anladım…” dedi Umut Bey üzgün ya da mutlu olmayan bir ses tonuyla.

“Ben, umarım anlatabilmişimdir size meramımı.”

“Elbette. Keşfettiklerinizin, benim, değerli olduğumu ifade ediyorsunuz, iyi veya kötü addetmiyorsunuz.”

“Evet.”

“Rica ederim bunu yapmayın. Bu otelin ruhuna aykırı böyle yapmanız. Değer atfederseniz bağ kurarsınız; bağ kurarsanız üzülmeye ya da sevince yol açarsınız. Siz böyle değerler, bağlar oluşturdukça aramızdaki ilişki şekillenmeye başlar; kendiliklerimiz akışkan hallerinden belli bir şekle sahip katı hallere geçerler. Bir şey katılaşırsa yıkılabilir. Burası böyle şeylerin yeri değil; inanın bana.”

“Şey, pardon, bir anda takip edemedim, nasıl yani?”

“Hani bilirsiniz şu yıkılmadım ayaktayım edebiyatları vardır ya… Ben onlara inanmam. İnsan yıkılmaz; yıkılan şey başkalarına dair kalplerindeki tasavvurlarıdır. Katı bir şey yıkılabilir. Yıkılması için şekillenmesi, şekillenmesi için ise değer atfedilmesi gerekir. Değer harç gibidir.”

“Yani, siz, aslında burada değersiz mi olmak gerektiğini söylüyorsunuz?”

“Tam olarak öyle değil. Burada, değersiz değil, değerlerden arınmış bir şekilde kendimizi ifade edebilirsek eğer, işte, o zaman kendimizi kalıplaşmamış, olabildiğince gerçekçi bir şekilde ifade edebiliriz. Siz, bana bu otelde ardımda bıraktıklarıma dayanarak bir değer atfettiğiniz takdirde; bu otelin amacından sapıyorsunuz aslında.”

“O hâlde, bu otelde sahte kimlikler ve sahte hikâyelerle bulunmamız gerekmez miydi?” diye sordu İrem Hanım bir polisiye romanın kilit noktasını öğrenmek ister gibi bir merakla.

“Belki de. Ama bizi buraya iten şey geçmişimiz. Geçmişimizden uzaklaşmanın yolu, hatta başlangıcı, geçmişten geçmez mi? Hem sahte kimlikler ve hikâyeler demek, içimizi yiyen şeylerin içimizi yemeye devam etmesi demek. Böyle açık sözlü olduğumuzda, içimizi yiyen şeylerin esaretinden bir miktar kurtulabiliyoruz.”

“Yani, Umut Bey, bir an ne diyeceğimi bilemedim. Otelin müdavimi olduğunuz, bura üzerine fazlasıyla düşündüğünüz ve burayı sevdiğiniz o kadar belli ki… Ben bu otel hakkında bu kadar fazla kafa yormamıştım. Burası dışarıdan insanların kısa süreli, sorumluluk taşımayacakları ilişkiler yaşamak için geldiği bir otel gibi görünüyordu bana.”

“Öyle kullananlar da var elbette. Bakın, mesela, biz burada böyle konuşacağımıza, yüzümüze sahte gülücükler takınıp, içkiyi fazla kaçırıp, soluğu odada alabilirdik, değil mi? Hatta bakın, havuzun oradan birkaç çift kol kola otel odalarına çıkıyorlar. Belki de siz de bunu bekliyorsunuz karşımda ve ben bunu anlamıyorum. Ama, tüm bunların yerine, oturmuş felsefe parçalıyoruz.”

“Yok Umut Bey, öyle düşünmeyin. Ben buraya kaçmak ve keşfetmek için geldim. Bu gece bu anlamda, çok farklı oldu. Belki ben de yarın sizle böyle dürüstçe konuşurum.”

“Artık odalarımıza mı çekilelim diyorsunuz yani?” dedi Umut Bey.

“Keşke hay Allah saat kaç olmuş diyebilseydim size; ama saatleri alıyorlar biliyorsunuz.” dedi ve güldü İrem Hanım.

Ertesi gün kahvaltıda birbirlerini beklemek sözüyle ayrıldılar. Umut Bey önce havuzu, sonra lobiyi, sonra resepsiyonu, sonra asansörü geçerek odasının kapısına ulaştı. Durdu. Soluk beyaz renkteki kapıya bir süre baktı. Kim bilir kaçıncı kezdi bir kapının önünde duruşu… Belki, kapıda dururken, onu oraya girmekten alıkoyacak bir felaketi ya da bir dost elini bekliyordu. Sanki, kapıda dururken, içeridekiler uyuyacak ve o, kapıyı çaldıktan sonra, cevap gelmeyince, uyumuşlar deyip herhangi bir sorumluluk hissetmeden, çekip gidebilecekti. Halbuki, kapıda dururken, bir şeyler keşfetmekten duyduğu korkuydu onu kapıda tutan: Mutfağın kapısını araladığında karşılaşmıştı annesinin cesediyle, evin kapısını açtığındaydı babasını öğretmeniyle gördüğünde ve şirketin bulunduğu plazanın döner kapısından çıktığındaydı âşık olduğu kızı başkasıyla gördüğünde. Mademki, o, kapıda dururken, kötü hatıralarıydı onu tutan; o, bunu bilemeyecekti. Oysaki, o, kapıda dururken, omuzları dik, elleri yumuk bir halde aldığı derin nefeste ve hafif bir kaygıyla, burun etindeki şişlikten dolayı hırıltılı ve yavaşça verdiği nefeste bu sebepleri keşfedebilirdi. Neyse ki, o, kapıda dururken, kötü hatıraları onu hiçbir şey düşünemez hale getiriyordu da; böylece bu can acıtıcı gerçeklikle arasında aşılmaz bir duvar yükseliyordu.

Bu büyük merhaleden sonra, kendini yatağa attığında, karşısındaki B ve Y harflerine bakarken, tüm bu detaycılığının keşfetme dürtüsünün yansıması olduğu üzerine düşündü. Bu onun için yeni bir keşif değildi, yeniden keşifti. O, bu düşünce aklına her uğradığında, klasik resimlerdeki direkleri yüksek Orta Çağ yelkenlilerini anımsatan bir sürat ve inşiraha kavuştuğunu hissederdi. Bu yüzden bu keşif her daim taze kalıyordu onun için. Göz kapaklarında, aklında nereden kaldığını bilmediği o yelkenlinin görüntüsüyle, uykuya daldı.

Ertesi gün uyandığında gün henüz ışımamıştı. Belki ertesi gün bile değildi. Ama yıllara bedel bir uyku uyumuştu. Kendini dinç hissediyordu; çünkü burada onu sıkıntı zindanında tutan zincirleri yoktu. İçindeki bu enerji ziyan olsun istemedi ve ani bir kararla spor salonuna indi. Beyaz zeminli ve Boğaz’a bakan tarafı boydan boya cam, diğer tarafları ise boydan boya ayna olan spor salonunda bitap düşene kadar koştu. Yorgun düşüp koşu bandının hızını yavaşlattığında gökyüzü aydınlanmaya başlamıştı. Duş alıp açık büfe kahvaltı sunulan restorana vardığında, İrem Hanım’ı, kendine çay doldururken buldu. İrem Hanım’ın elini, elindeki çay tabağını, tabaktaki çay kaşığını, kaşığın ortasına temas eden ince belli çay bardağını, bardağa köpürerek dolan çayı ve İrem Hanım’ın dolan çayı dalgınlıkla seyreden gözlerini süzdü bir süre. Selamlaştıktan sonra İrem Hanım masaya dönüp kahvaltısına başlarken, Umut Bey de çok geçmeden kahvaltısını ve sütlü kahvesini alıp masaya oturdu.

“Sütlü kahve,” dedi İrem Hanım, “sizin gibi bir şirket sahibinden portakal suyu içmesini beklerdim.” dedi gülerek.

“Bu da fena bir tercih değildir sanırım; belki sütsüz olsa daha profesyonel olurdu; ama burada bulunma sebebimiz tam olarak bunlardan uzaklaşmak.”

“Dün de dediğiniz gibi, bunlardan hareketle, bunlardan uzağa gitmemiz gerekiyor, değil mi?”

“Eh, tabii öyle de diyebilirsiniz.”

“Biliyor musunuz, dün bu dediğiniz üzerine düşündüm. Fark ettim ki eğer biz bir şeylerden uzaklaşmak istiyorsak, onları unutmamız ya da onları yok etmemiz çözüm değil. Onları yok eder ya da unutursak neyden uzaklaşacağız ki?”

“Haklısınız. Sanırım keşfetmeye devam ediyoruz.”

“Hem sizin de ayağınız alışıyor keşfetmeye, fena mı? Bakın, biz, merak ediyor ve kendi isteğimizle buluyoruz.” dedi İrem Hanım.

“Ama şöyle bir soru da yok mu aslında: Ya uzaklaşmak, mümkün değilse?”

“Hmm… Poğaça yerken böyle şeyler düşünmek garip geliyor.” deyip güldü İrem Hanım. “O hâlde unutmak ya da yok etmek mi gerek?”

“Şarkılar bunun imkânsızlığını defalarca dile getirdi, değil mi?”

“O hâlde bir yere gitmiyoruz, ha? Kahvaltımız burada zaten, bir yere gidemem valla.”

Güldü Umut Bey: “Bu otele geldik ya, bu da bir gitmek.” dedi. İrem Hanım gülümsedi. Umut Bey İrem Hanım’ı dün olduğundan daha neşeli ve kendisine uyumlu buldu. Dün İrem Hanım’ın kendisini biraz garipsediğini düşünmüştü; ama bu sabah İrem Hanım, Umut Bey’i ve bu acayip konuşmaları kendi harcına yedirmiş görünüyordu. Umut Bey sebebini sorgulamamalıydı ya da buna değer vermemeliydi; bu otelin müdavimi olarak herhalde bunu yapmakta pek sıkıntı çekmeyecekti.

Kahvaltıları bittikten sonra birer Türk kahvesi söylediler. Umut Bey İrem Hanım’ın dün söylediklerini hatırlattı ve bunun üzerine bu sefer de İrem Hanım kendini anlatmaya başladı: Çok çabalayan ama çabaladığı nispette başarabilmiş bir insan olmadığını söyledi ilk. Sonra bunun bir düşünceden ziyade gerçek olduğunu. Sonra bunun sebeplerini: Birinci sebep olarak çok istemesini gösterdi; zira, çok isteyince, yeterince nasip olsa da az gelirdi. İkinci sebep olarak ailesinin akrabaları sebebiyle yaşadığı maddi sıkıntıları gösterdi; mesela arkadaşları uçlu kalemle yazmaya devam ederken onun kalemtıraşla kurşun kalemini açması gerekirmiş. Üçüncü sebep olarak onu kıskanan insanların ahını almış olabileceğini gösterdi; çünkü bazı durumlarda bazı kötü şeyleri yapması gerekmiş. Umut Bey İrem Hanım’ın sözünü kesmeyi düşündü; ama sonra vazgeçti. İrem Hanım bunu anlattıktan sonra nişanlılık sürecini anlattı: Önce, nişanlısının lise arkadaşı olduğunu söyledi, sonra, onu liseden sonra görmediğini belirtti, sonra kaderin onları bir şekilde nasıl tekrar karşılaştırdığını anlattı ve bunun neticesinde de tesadüflerin cezbesi altında evlilik yoluna girdiğini ifade etti. Umut Bey bu noktada araya girdi:

“Peki, nasıl ayrıldınız?” diye sordu.

İrem Hanım ayrılık sebeplerinin kıskançlık olduğunu iddia etti. Şu sözlerle nişan bahsini kapattı: “Benim gibi mükemmeliyetçi bir insana güven duyulmamasını şahsıma hakaret olarak yorumladım.”

“Anlıyorum.” dedi Umut Bey ve sonra İrem Hanım “İşte, benden de bu kadar.” deyip sustu. Biraz gerginleşmişti anlattıkları sebebiyle. Umut Bey anlattıklarında değil de anlatışında keşfetti İrem Hanım’ı: Mükemmeliyetçiliğine ve ifadelerini madde madde sıralamasına ters düşecek bir şekilde, anlattığı şeyler muğlak kalmıştı. Yalnızca, kalemtıraş örneğini net bir şekilde verebilmişti. Düşündü ki Umut Bey, İrem Hanım mükemmeliyetçiliğine güvenerek; aslında içi boş veya tutarsız veya düpedüz yanlış hükümlerle kendi sahte gerçekliğini inşa ediyordu. Bu gerçekliğin temelini ise gerçekliğinden şüphe duymadığı kalemtıraş örneği gibi örnekler teşkil ediyordu. İrem Hanım’ın keşfetmekteki iştahını da açıklıyordu bu yorum: Zira keşfettiği şeylerin içini hava gibi boşlukla doldurup, bir güzel şişirip, kendini göğün en üstüne taşıyacak merdivene basamak yapmak onun mizacına uyuyordu. İrem Hanım bu merdiveni kendinden emin bir şekilde düzse de, topuklu ayakkabılarıyla attığı ilk adımda basamaklar patlayıp kaybolacaktı: Çalışıp başaramamak dediği bu değil miydi?

Umut Bey tüm bunları söyleyip söylememek arasında gidip geldi. Bir yandan bu otelin varoluş amacını düşünüyor; öte yandan İrem Hanım’ın kibir bulutundan üzerine bir yıldırım gibi düşecek hiddetini düşünüyordu. O, tıpkı, kapıda dururkenki gibiydi İrem Hanım’ın karşısında şimdi. Bir süre durduktan sonra, o, kapıda dururkenki gibi, sonunda, kapıyı açtı:

“İrem Hanım, dün, siz bana üzüntülerinizi ilettiniz. Bugün ben de aynısını yapmalıyım belki de. Sizin dün yaptığınız gibi ben de size kendinize kurduğunuz gerçekliği sağlamlaştıracak sebepleri açıklayacağınız sorular sormalıyım belki de. Ancak, dün dediğim gibi, üzüntümü ifade ettiğim takdirde değer veririm size ve katılaşmaya, şekil almaya başlarız. O yüzden size kendi düşüncelerimi ifade etmek istiyorum.”

Umut Bey anlattıkça İrem Hanım’ın yüzü değişti. Önce hafifçe üzülür gibi oldu, sonra kaşlarını çattı, sonra üzüntüsü silindi yüzünden ve hiddet yerleşti çenesinin etrafına. Umut Bey sustuğunda, İrem Hanım sandalyesine yavaşça yaslandı ve:

“Mesleki deformasyon.” dedi.

Umut Bey anlamamıştı. “Efendim?” dedi.

“Siz, anlattıklarınızla yıkmaya çalışıyorsunuz. Benim gerçekliğimi, vaziyetimi, benim üzerime yıkmaya.”

“İrem Hanım, siz-“

“Siz ne?”

“Bakın-“

“Neye bakayım? Neye, neye?”

“Ben dün ne demiştim-“

“Oysaki ben, size…”

“İrem Hanım-“

“Nasıl yaparsınız?”

“İrem Hanım, bakın, sakin olun, lütfen.”

“Yaaa, yoksa?”

“İrem Hanım; dün dediklerimin bir kısmını unutmuşsunuz sanırım: Değer atfederseniz bağ kurarsınız; bağ kurarsanız üzülmeye ya da sevince yol açarsınız.”

“Yok bağsızlıkmış, yok, üzülmek yokmuş-“

“İrem Hanım değer vermeyin, beni şekillendirmeyin! Bakın, İrem Hanım, dinleyin! Bakın şu bardaktaki suya: Su yıkılamaz; ama buzu paramparça edebilirsiniz. Ne kendinize ne de bana değer verin. Yavaşça, bırakın.”

“O halde neden buradayız? Neden birbirimizle konuşuyoruz? İlla ki yıkmak mı var katılaşıp şekil aldığımızda? Sudan bina olmaz; ama buzdan saraylar inşa edebilirsiniz!”

“İrem Hanım, bakın, anlamıyorsunuz-“

“Hayır Umut Bey, siz, siz… ağlamıyorsunuz!”

“Efendim?”

“Keşfetme korkunuz sizi şekilsizleştiriyor; ne ağlıyor ne de gülüyorsunuz! Değer atfetmeyince su gibi her şekli alıyorsunuz. Eskiden, yıktıkları için üzerinize, anneniz ölünce ailenizi, babanız sevince aidiyetinizi, aşkınız gidince hayallerinizi; kendinize çeki düzen vermek istemiyorsunuz: Enkaz altında, ancak su gibi şekilsiz olursanız acı çekmem diyorsunuz; oysa sizi enkazdan birileri çıkarabilir diye hiç düşünmüyorsunuz. Bir kişiyi enkazdan çıkarabilirsiniz; ama suyu enkazdan çıkaramazsınız. Çünkü su molozların üstüne siner, havaya karışır; ele gelmez. Yıkılamaz da, yapılanamaz da.”

Umut Bey İrem Hanım’ın bu denli kendine yakın konuşmasından dolayı heyecanlanmıştı:

“Peki, o zaman İrem Hanım, hadi, katılaşalım; birbirimize atfettiğimiz değerler üzerinden kendimizi şekillendirelim birer çömlekçi gibi. Bu hiddetinizi buna borçlu değil miyiz şimdi?”

“N-ne, efendim?”

“Siz, demin, üzerime yıkmaya çalışıyorsunuz gerçekliğimi demediniz mi? Bundan dolayı hiddetlenmediniz mi?”

“O dediğiniz üzerime yıkmak işte! Ben, gözünüzde, şekil almaktan, bir şekle sahip olmaktan memnuniyetsiz… değildim ki.”

Umut Bey bunu duyunca bir an gülümser gibi oldu; ama sonra tekrar ciddileşti:

“Hayır, yanlış bakıyorsunuz. Siz bana değer verdiğinizde, ben kalbinizde şekillendiğimde ve sonra sizi üzdüğümde sizin kalbinizde yıkılıyorum. Yani siz bir deprem ya da hadi mesleki deformasyon dediniz bir buldozerden dolayı hiddetlendiniz. Size genelde gecekondu gibi basit binaları yıktığımızdan bahsetmiştim hatırladınız mı? Ama arada sırada o kadar acayip şeylerle karşılaşıyoruz ki, yepyeni, ultra lüks binalar da yıkıyoruz! Çünkü izinleri tamam olmuyor; ya da asıl gösterilenden farklı bir şekilde yapılıyor vesaire. Yani olması gerekene uygun olmuyor.”

“Bu ne demek şimdi, yani, siz olması gerekene uygun olmadı mı yıkmak gerekir mi diyorsunuz?”

“Öyle tabii ki. Olması gerekene uygun değilse, yıkmak gerekir. Siz o binadaysanız, enkazın altında inim inim inlersiniz sonra. Oysaki su gibi olursam ben karşınızda, değerlerden azade, ya sizin üzerinize yıkılamam, akar giderim. Böylece gecekonduları yıkılan insanlar gibi bağırıp çağırmazsınız.”

İrem Hanım sinirden güldü:

“Size, duygusuz diyeceğim; ama öyle de değilsiniz, hayır. Siz, duygular üstüsünüz. Kabul ediyorum; yaşadıklarınızın sizi buna itmesi doğal; ama, sizin tabirinizle, olması gereken değil.”

“Yani siz de şimdi aynı çabadasınız.”

“Ne çabası?”

“Üzerime yıkmak. Bu defa, benim kavrayışımı. Siz yıksanız da, ben uçar giderim. Hem dünyaya bakışıma değer verdiğimi, onu şekillendirdiğimi mi düşünüyorsunuz yoksa? Yıkılacak bir şey olduğuna inanmıyorum, kendim için. Dozerinizi suya savuruyorsunuz yani.”

İrem Hanım bu teşbih düellosuna devam edemeyecek gibi hissetti. Bir şekilde Umut Bey’in bir açığını bulmak ve o açıktan içeri süzülmek istiyordu. Ama Umut Bey ele gelmiyordu ki açığını bulsun. Bir nefes aldı, başını hafifçe döndürdü, ellerini boynuna, dirseklerini masaya yerleştirdi, düşündü.

“Bakın,” dedi Umut Bey, “ikimizin de değer verdiği bir şey söyleyeyim mi? Bu otel. Bakın, koca bir bina. İçinde her şey var. Dışında daha çok şey var. Yatakları rahat, yemekleri enfes, manzarası güzel, imkânları sınırsız. Geçmişten hareketle, geçmişten uzak bir otel. Eğer bu tartışmayı siz kazanırsanız oteli benim üzerime yıkarsınız; yok eğer ben kazanırsam oteli sizin üzerinize yıkmış olurum.”

İrem Hanım bir süre Umut Bey’e baktı. Umut Bey sadece yutkunabildi. “Galiba siz kazandınız.” dedi İrem Hanım. “Ama, siz uçup giderken, ben, inşa edebilirim. Belki üzerime yıkılır, sonra bir gün tekrar yıkılır, sonra tekrar. Ama az da inşa etsek, çok da inşa etsek, bu dünyada barınmanın başka bir yolu yok. Baksanıza kendinize, yersiz yurtsuz, her sene bu otele geliyorsunuz; sonra enkazınıza gerisin geri dönüyorsunuz. Su gibi olduğunuz için enkazınızdan uçup gidebiliyorsunuz; ama sonra yine ona dönüyorsunuz ki sonra tekrar buraya gelmeniz gerekiyor. Kendiniz dediniz; geçmişten hareketle, geçmişten uzakta bir otel burası. Ama ya dışarısı? Ben bu oteli sizin üzerinize yıksam da; siz buradan da uçup gidersiniz.”

İrem Hanım masadan hınçla kalktı. Umut Bey ah be dedi içinden: Otelin kurallarının dışına çıkmışlardı. Kabul etmek istemiyordu ve İrem Hanım’ın da fark etmediğine sevinmişti; ama nasıl bu tartışmanın çıkmasının sebebi İrem Hanım’ın kendisine değer atfetmesiyse, tartışmanın devam etmesinin sebebi de kendisinin İrem Hanım’a değer vermesiydi. İrem Hanım’ın kendi görüşlerini kabul etmesi beklentisi içinde tartışmıştı zira. Şimdi, beklentisi karşılanmamıştı ve Umut Bey de, İrem Hanım da, bir şeyler üzerlerine yıkılmadan önce, kendileri birbirlerinin üzerine yıkılmıştı. İrem Hanım ayaktaydı, Umut Bey oturuyordu masanın diğer ucunda. O an, sanki bir film sahnesi çekilmiş de yönetmen kestik demiş gibi oldu:

“Şey, kuralların dışındayız artık sanırım. Kusura bakmayın, tatilinizi berbat ettim herhalde.”

Umut Bey bu noktada “Keşfetmenin heyecanı varken keşfettiğimizin önemi olmadığına inanıyorum.” demek isterdi. Diyemedi. İrem Hanım devam ediyordu:

“Galiba bu otele gelecek kadar olgun ve olgun olacak kadar umutsuz değilmişim. Artık gitsem iyi olacak.” deyip gitti İrem Hanım Umut Bey’den cevap beklemeden. Umut Bey İrem Hanım’ın gidişini öylece seyretti. İrem Hanım’ın adımlarını, adımların uzaklaştıkça küçülmesini, adımların küçülmesinin uzaklaşmaya kattığı hüznü, hüznün yıkıcılığını, yıkılmayı yalnızca kendi üzerine olduğunda hissettiğini düşündü. Neden sonra önündeki Türk kahvesine daldı gözleri: Kahvedeki telveyi, telvedeki acıyı, acıdaki karanlığı, karanlıktaki enkazı, enkazın depremini, depremin şiddetini, şiddetin acısını, acıdaki karanlığı, karanlıktaki telveyi, telvedeki kahveyi düşündü. Bu sarmalda birkaç kez daha dolandıktan sonra garson gelip kahve fincanını aldı. Umut Bey de garsonun kahveyi almasıyla kalktı ve resepsiyona yöneldi.

“Merhabalar, şey, ben, az önce partnerimle kötü bir şekilde tartıştım ve galiba artık tek başımayım.”

“Umut Bey, buna çok üzüldüm. Siz isterseniz otelimizden dilediğinizce faydalanmaya devam edin; ben İrem Hanım’ın son durumunu öğrenip size haber vereyim.”

Umut Bey kendini büyük bir boşlukta hissetti. Beklemesi gerekecekti. Beklemek bir beklentiye sahip olmak demek olmayacak mıydı? Beklentiye girdiğinde sevinecek ya da üzülecek ve sonra da… üzerine yıkılacaktı.

Bu düşüncelerden sıyrıldı ve aceleyle odasına gitti -kapıda durmadı-, valizinden mayosunu çıkardı ve giyindi, havuza indi, duş aldı ve sonra havuza balıklama atladı. Su kulaklarına dolarken, İrem Hanım’ın sözleri de doluyordu kulaklarına. Havuza atlarken gözlerini kapatmıştı; hâlâ o yelkenli ilerliyordu; ama fırtınada ağır ağır sallanıyordu. Hem süratini hem de inşirahını kaybetmişti. Kulaçlarını atarken düşündü: Kendisi su gibi şekilsizken havuza girdiyse, şimdi, artık, suya karışmak suretiyle kayıp mı olmuştu? Ya da belki zeytinyağı gibi suya karışmazdı da; ya suyun yüzeyine çıkardı ya da suyun dibine batardı. Havuzda fark etti ki insan nasıl şekil aldığında yıkılabiliyorsa; şekilsizken de, kendisi gibiliğin içinde, ya karışıp kayboluyor ya da zeytinyağı gibi, ayrıksı bir halde, oradan oraya, akıntıya tabi bir şekilde savruluyordu. Neden bu kadar düşünüyordu? Bu şekilde yaşamak yıkıcı değildi; ama düzensiz, değersiz ve yorucuydu; fırtınalı günlerde baş döndürücü ve mide bulandırıcıydı.

Üçüncü kez havuzu boydan boya yüzmeyi bitiriyordu ki resepsiyondaki görevlinin kendisine yaklaştığını fark etti.

“Umut Bey, İrem Hanım ile iletişime geçtim ve yaptığının otel politikamıza aykırı olduğunu, eğer sizin yanınıza dönmezse otelimizden ayrılması gerektiğini söyledim. İrem Hanım toparlanmakta olduğunu ve oteli terk edeceğini bildirdi. Bugün otelimize giriş yapan yalnız bir misafirimiz olsaydı sizi onunla eşleştirirdik; ama maalesef bildiğiniz üzere, eşleştirmeler çok önceden ayarlanıyor. Bu durumda sizden de ayrılmanızı istemek durumundayız. Kalmadığınız günlerin para iadesi yapılacak, o konuda endişeniz olmasın.”

Umut Bey yüzmekten yorulmuştu biraz; o yüzden yıkıntı altından derin bir nefes almak istediyse de kalbi ona müsaade etmedi. “Tamam.” dedi, “ben de toparlanayım.”

“Lütfen biz sizi çağırana kadar odanızda kalın. Otel politikamız gereği-“

“Biliyorum.” dedi Umut Bey.

Umut Bey havuzdan çıktı, soğuk bir duş aldı yine, beyaz ve dolgun bornozuyla kurulandı, siyah renk parmak arası terliklerini giydi, saçını iyice kuruladıktan sonra üzerine kısa kollusunu geçirdi ve odasına gitti. Kapıda durdu. Kim bilir kaçıncı kezdi bir kapının önünde duruşu… Belki, kapıda dururken, onu oraya girmekten alıkoyacak bir dost elini bekliyordu. Sanki, kapıda dururken, tereddüt edecek ve o, kapıyı açtıktan sonra, kapıyı çalan gittiğinde, yetişemedim deyip herhangi bir sorumluluk hissetmeden, kapıyı kapatabilecekti. Halbuki, kapıda dururken, bir şeyler keşfetmekten duyduğu korkuydu onu kapıda tutan: Mutfağın kapısını araladığında karşılaşmıştı annesinin cesediyle, evin kapısını açtığındaydı babasını öğretmeniyle gördüğünde ve şirketin bulunduğu plazanın döner kapısından çıktığındaydı âşık olduğu kızı başkasıyla gördüğünde ve İrem Hanım gerçekliğinden içeri girmek için kapıyı çaldığındaydı yıkılışı. Mademki, o, kapıda dururken, kötü hatıralarıydı onu tutan; o, bunu bilemeyecekti. Oysaki, o, kapıda dururken, omuzları dik, elleri yumuk bir halde aldığı derin nefeste ve hafif bir kaygıyla, burun etindeki şişlikten dolayı hırıltılı ve yavaşça verdiği nefeste bu sebepleri keşfedebilirdi. Neyse ki, o, kapıda dururken, bu sefer, kötü hatıraları onu hiçbir şey düşünemez hale getirmedi; ancak yine de bu can acıtıcı gerçeklikle arasında aşılmaz bir duvar yükseltti.

Umut Bey kapıyı ardından kapattıktan sonra yatağa boylu boyunca uzandı. Tavana bakarken, birden gözünde bir damla hissetti. Böylesine iyi bir otelde tavandan su mu sızıyordu? Şaşırdı; kaç yıldır böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. Sonra, ne hikmetse, damlalar çoğalmaya başladı. Damlalar yatağın üzerine düştükçe pıt pıt sesler çıkarıyorlardı, masaya düşen damlalar ise daha tiz bir ses çıkarıyordu. Halıya düşen damlalar ninniye benzeyen, belli belirsiz bir ses çıkarıyorlardı. Umut Bey, neler olduğunu anlamak için ayağa kalkıp etrafı kolaçan edeceğine, gözlerini kapattı. Ormanlık bir alandaymış gibi, bahar yelleri eser gibi, çiseleyen yağmurun altındaymış gibi, çocukmuş gibi, huzur içinde, birkaç dakika geçirmek istedi. Önce, kulak kepçesine düşen ve sonra kepçenin kıvrımları boyunca ilerleyen damlacıklardan duyduğu hazza kulak verdi. Sonra gözlerinden aşağı süzülen damlalar vardı, favorilerine doğru iniyordu bu damlalar ve kulağında menderesler boyu ilerleyen damlalara kavuşuyorlardı. Bu damlaların akışına paralel bir şekilde ilerleyen, burun kemerinden inen damlalar da vardı; onlar da bir annenin okşamasını anımsatan bir temasla yanaklarından aşağı süzülüyorlardı. Bir de çenesinden aşağı boynu boyunca ilerleyen damlalar vardı; bir günlük sakalındaki her bir tüye selam durarak adım adım ilerliyorlardı. Umut Bey bu damlalarda elveda demiş bir sevgilinin son dokunuşunu hissediyordu.

Kapı çaldı. Ne kadar öylece durduğunu bilmiyordu; ama uyumadığından emindi. Hâlâ odasının tavanından yağmur gibi yağan damlacıkları sorgulamıyordu. Yataktan hafifçe doğruldu, doğrulduğunda gözünden ve burun kemerlerinden süzülen damlalar çenesine doğru aktı ve bir bir düştü. Görevli, kapının ardından konuşuyordu: “Efendim, partneriniz otelimizden sizin onu bir daha bulma imkânınız olamayacak kadar uzaklaşmış bulunmaktadır. Otel politikamız gereği tekrar etmek isteriz ki burada tanıştığınız insanlarla yaşadıklarınız sadece burada kalmaktadır. Sonrasına dönük kalıcı bir bağ kurmanız sıkı tedbirlerle önlenmekte, partnerinizle konuşmalarınız güvenlik amaçlı kayıt altına alınmaktadır. Artık çıkış yapabilirsiniz.”

Umut Bey kapıda durdu. Kim bilir kaçıncı kezdi bir kapının önünde duruşu… Belki, kapıda dururken, onu dışarı çıkmaktan alıkoyacak bir felaketi bekliyordu. Sanki, kapıda dururken, akıp gidecek ve dışarıdakiler, kapıyı çaldıktan sonra, cevap gelmeyince, duymuştur deyip herhangi bir sorumluluk hissetmeden, çekip gidebilecekti. Halbuki, kapıda dururken, bir şeyler keşfetmekten duyduğu korkuydu onu kapıda tutan: Mutfağın kapısını araladığında karşılaşmıştı annesinin cesediyle, evin kapısını açtığındaydı babasını öğretmeniyle gördüğünde ve şirketin bulunduğu plazanın döner kapısından çıktığındaydı âşık olduğu kızı başkasıyla gördüğünde. Mademki, o, kapıda dururken, kötü hatıralarıydı onu tutan; o, bunu bilemeyecekti. Oysaki, o, kapıda dururken, omuzları dik, elleri yumuk bir halde aldığı derin nefeste ve hafif bir kaygıyla, burun etindeki şişlikten dolayı hırıltılı ve yavaşça verdiği nefeste bu sebepleri keşfedebilirdi. Neyse ki, o, kapıda dururken, kötü hatıraları onu hiçbir şey düşünemez hale getiriyordu; böylece bu can acıtıcı gerçeklikle arasında aşılmaz bir duvar yükseliyordu.

Kapıda dururken, yağmurun şiddeti arttı. Artık odanın içinde adeta bir fırtına vardı. Nereden geldiğini bilmediği bir rüzgâr tül perdeyi şiddetle bir o yana bir öte yana savuruyordu. Dışarısı da bulutlanmış olmalıydı ki içerisi kararmıştı.

Umut Bey adamakıllı sinirlenmişti sırılsıklam haline. Derhal valizini toparlayıp çıkacaktı, çıkarken de otele şikâyetini sert bir dille iletecekti. Islak mayosunu ve kısa kollusunu çıkardı, bir poşete koydu ve sonra buraya gelirken giydiklerini giyinmeye başladı. Pantolonunu giydiğinde genç bir atletin bacaklarını çıkarıp yaşlı bir adamın bacaklarını takmıştı sanki; ama bu his pantolonun ıslaklığından olmalıydı. Gömleğini giydiğinde kendini bataklığa girmiş gibi hissetmişti; ama bu his bir yandan da artık diz hizasına gelmiş olan su seviyesinden dolayı olacaktı. Kravatını taktığında ağzına bant yapıştırılmış gibi hissetti; bu da yüzünün ıslaklığındandı herhalde. Sonra ceketini giydi; sanki vücudu çarmıha gerilmişti; ama bu da ısınma hareketleri yapmadan yüzüp hamladığından olsa gerekti. Su yükseldikçe soğuğunu daha da hissettiriyordu; sanki soğuk bir pınara girmişti. Ayaklarının ucunda hafifçe yükselerek suyun dışında durmaya çalıştı; soğuğu daha az hissetmek için çoraplarını giydi. Sonra ayakkabılarını giydi; içinde bir rahatlama vardı bir yandan; ama öte yandan da derin bir of çekesi. Kapının önüne geldi, kapıda durdu. Gerçeklikle arasında aşılmaz bir duvar yükselmişti. Duvarların ve eşyaların hatları titreşmeye başlamıştı. Gözle zor görülebilecek titreşimlerden, deniz dalgasına ve sonra tembel bir yaz ikindisinde yarı açık pencereden esen rüzgârın oynattığı tül perdenin salınımına doğru sakinleşti titreşimler: Umut Bey anladı ki her şey sıvılaşıyordu: Duvarlar perdelere, eşyalar birer hayalete dönüşmüşler; hava da iyice kararmıştı. Umut Bey olduğu yerde kalakalmıştı; önündeydi kapı; ama onu tutan bir şeyler vardı. Bu odadan çıkmalıydı; ama, çıkamıyordu. Oysaki, o, kapıda dururken, omuzları dik, elleri yumuk bir hâlde alıp verdiği hızlı, hayvansı ve hırıltılı nefeslerde sebebini keşfedebilirdi. Maalesef ki, kötü hatıraları onu hiçbir şey düşünemez hale getiriyordu.

Çok geçmeden, Büyük Yalnızlar Oteli suya döndü, büyük bir şırıltıyla yıkıldı ve bir çağlayan misali coşkuyla akıp Boğaz’a kavuştu. Umut Bey, suyun içinde kaybolmuştu.

Kategori:2016Genelhikaye

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir