Bir varmış, bir yokmuş… Karanlık kasabanın ilerisinde, suskun nehirlerin ardında, masum ormanın ötesinde; yeşil yıldızın altında ihtiyar bir kadın yaşar imiş. Bu ihtiyar kadının kavruk, buruş buruş olmuş küçücük elleri var imiş. Güneş bu buruşmuş elleri altmış yedi yıl boyunca her bir gün kavurmuş. Bebekken anne sırtında kavurmuş; çocukken ebelemeç oynar iken; sonra genç kız olmuş da aşkın ateşi güneşe har olmuş; muradına ermiş de sonra tarlada karı-koca beraber kavrulmuş elleri; ve sonra nereden çıktığı bilinmez bir savaş olmuş da kocasının kara haberi gelmiş eve; kadın ellerini dizlerine vurmuş ha vurmuş, vurmuş da kavurmuş. Gel zaman git zaman ihtiyarlık çökmüş de hâlâ güneş kavurur dururmuş. “Ey koca güneş,” dermiş kadın her sabah, “sen kavurmaktan ben de kavrulmaktan bıkmadık gitti.” O sabah da öyle demiş kadın, “Sen kavurmaktan, ben de kavrulmaktan bıkmadık gitti.” Güneş cevap vermiş, “Ben seni kavururum elbet; ama bak şu tarlana orada neler kavururum da onlardan yersin, hem de geçinirsin.” “Hak veririm sana güneş kardeş,” demiş ihtiyar kadın, “senin haksız olduğun gün mü oldu asırlardır da bugün haksız olacaksın?”. “Olsun,” demiş güneş biraz sıkkın, “güneş olmak o kadar parlak olmayı gerektiriyor ki… Geceler yıldızları görürsün de, hele yeşil yıldızı; ama gündüz yok olur her biri.” “Elbet biliriz bunları, artık bana vereceğin yeni bir şey kaldı mı?” deyince ihtiyar kadın, gücenmiş güneş: “O öyle demek değildir; sen demek istersin ki senin benden alacağın yeni bir şey kalmamıştır. Yoksa bende vermek hiç durur mu?” “Ben vermezsin demedim,” demiş ihtiyar kadın, “aynını verirsin. Yazın domates, kışın patates; ha daha vardır; görmüştüm pazarda böyle koca beyaz çiçek gibi bir şey ve turuncu yuvarlak elma gibi bir şey; ama ne fark eder ki? Elhamdülillah tabii, küçümsemek değil bu haşa. Neyse artık bitirelim konuşmayı, bak geldim tarlama aksatmayayım çalışmayı.”
Güneş kollarını kavuşturmuş birbirine, suratını asmış gökyüzüne. Güneş suratını asınca, sertçe bir rüzgâr peydah olmuş. Delirmiş rüzgâr o kadar ki; kadının başında durmazmış örtüsü dahi. Demiş kadıncağız “Hay Allah nereden çıktı bu kadar rüzgâr yok yere?” İçinden hınçla düşünmüş ki güneş: “Bak altmış yedi yıl sonra yeni bir şey verdim sana yine…”
İhtiyar kadın daha fazla dayanamamış bu deli dolu rüzgâra ve oturmuş tarlasının köşesindeki iğde ağacının altına. Sırtını ağır ağır, dolgun bir besmeleyle dayamış ağaca, elhamdülillah âlâ külli hâl demiş sırtını yaslayınca. Ah şu iğde altı da olmasa, diye düşünmüş, gerçi iğde altı daha rüzgârlı imiş; ama kadın en azından dayanır hâlde daha kolay durur imiş. Gözlerini kapatmış ihtiyar kadın bir gıdım; ağzında bin bir dua mırım mırım…
Bir zaman sonra açmış gözlerini. Etraf pek sessizmiş. Şu toprak yol gün boyu pek sessizdir ama gün başı pek çok köylünün buradan geçip gider tarlasına. Kimsenin gelmeyişini rüzgâra vermiş ihtiyar kadın; demiş ki içinden, şimdinin gelinleri çıtkırıldım; kocalarına iki es rüzgâr var diye naz yapmışlardır da tarlalarına gitmemişlerdir. Çok şükür ki kendisinin bir çocuğu olmamıştı; yoksa bir de onun derdiyle uğraş dur bu yaşta üstüne torunların derdi çıksın da üstüne bir de yılışık bir damat gelmiş olsa vay anam demiş ihtiyar kadın şu rüzgârlı havada içim daraldı yeminle. Yine de, ne de olsa, insan, insan ister. İhtiyar kadının ağladığı pek bolmuş sessiz kış gecelerinde bozkırın ortasında; ağlarmış kocasının hasretinden, ağlarmış hısım akraba kalmadı diye dövüne, çocuğum olmadı niye diye. Yeşil yıldız bulutların ardında kaldı diye de ağlar, en çok da ona ağlarmış. İneği duyarmış kadının ağladığını; o da zavallı ne yapsın; anca möölermiş bak ben buradayım demek için… Bir gece kadın gitmiş ineğin yanına bakmış inek de ağlıyor; demiş ineğe sen niye ağlarsın diye, inek de demiş ki “Senden farklı mööyım ki sanırsın, benim kocamöö geçen sene kestin yedin; kocamdan buzağılarım olacaktı da olmöödı…” İhtiyar kadın üzülmüş ineğin kocasını yedi diye, demiş ki ineğe “Ama işte hayat böyledir biz size bakarız; isterdim elbet buzağıların olsun dolaşsın lakin müşkül vakitte başka çare mi vardır? Ağlamak boşunadır.” İnek de demesin mi “O zamön sen niye ağlarsın? Senin hayatın da böyledir: Kocan ha savaşta ölmöş ha kurban olmöş; ikisi de mökadderat.” Kadın o günden itibaren ağlamayı bırakmak istemiş; ancak kalp bu, muvaffak olamamış…
İğdenin altında rüzgârın dinmesini bekleyedursun; güneş sonunda kibrine yenilmiş de dayanamamış konuşmuş: “Be hey be teyzem, seni rüzgârın yıldıracağı günleri de mi görecektik?” İhtiyar kadın bozuntuya vermemiş: “Elbette görecektik be güneş kardeş, ne sanırdın? Zamanı bol verince Allah başka şeylerden almaya başlamaz mı? Bak bana saçım ağarmış; bak bana kamburum çıkmış; bak elime yüzüme kırış kırış; bak gözümün değil feri kendisi dahi kalmamış.” Güneş bakmış ki ihtiyar kadın hiç bozulmamış; o zaman rüzgâr daha da artmış. İhtiyar kadın bunun üzerine anlamış güneşi üzdü diye eser rüzgâr. Hoş kelâm etmeye başlamış güneşe, götürmüş onu geçmişin sıcak günlerine: “Ah be güneş kardeş, ne günler doğurdun başımıza; her biri birbirinden değerli altın gibi yakut gibi zümrüt gibi… Seninle beraber şu tarlaya gelip, senin ışığın altında çalışmak her gün pek bir güzeldi. Belki uzaktan bakınca sıradan gelir; her gün aynı şeylerdir; ellerini toprakta harap etmek hoş görünmez belki; hele bunun yağmuru çamuru karı donu da vaki; ama işte belki de topraktan yaratıldık diye; hiç gocunmam şu toprak üstünde çektiğim cefadan. Hele kocam kanıyla bu toprağı sulamışken…”
Güneşin gözleri dolmuş. Ama güneş ya bu; gözleri daha dolar dolmaz yaşlar sıcaktan dolayı buharlaşırmış; bu yüzden güneşin ağladığı hiç görülmezmiş. “Ah be teyzem, ne güzel günlere gittin de beni mesut ve aynı zamanda meyus eyledin. Bak sana diyeyim, ki dünya benim etrafımda dönerken her yerini kişisini görürüm; senin kadar şu toprak işini seven yok.” Bunun üzerine rüzgâr dinmeye başlamış; lakin hava bulutlanır olmuş bu sefer de. İhtiyar kadın güneş üzüldü diye mi oldu bu diye düşünmüş; ama o kadar rüzgârdan sonra bulut olmasın da ne olsun demiş. Güneşe “Hadi madem rüzgâr dindi; ben çalışmaya döneyim.” diyerek ayağa kalkmış. “Kolay gelsin teyzem.” demiş güneş, bulutların ardından.
İhtiyar kadın tarlasında çalışırken, elleri daha da buruşurken, benzi daha da kavrulurken, kamburu biraz daha çıkarken, tepesinde bir bulut dile gelmiş:
Sana meftunum kara toprağım benim
Sana nerelerden geldim bilir misin?
Sana kavuşup seni diriltmeye geldim çorak yârim
Senle beraber topraktan yaratılanı.
“Oooh, maşallah maşallah, şiirin ne güzeldir bulut kardeş!” demiş ihtiyar kadın.
“Ah teyzem, Allah razı olsun senden. Bak bu bizimkisi zor bir aşk; ya âşığız da uzaktayız böyle; ya da mâşukumuzun içinde kayboluyoruz teninde. Ona kavuşsak da teyzem, içinde kaybolduğumuz için asla farkında olamıyoruz. Sadece, damla olup düşüyoruz ya yere; hani sizler de birbirinize koşar da sarılırsınız; işte tam kavuşurken birbirine koşmanın lezzetini tadabiliyoruz sadece.”
“Bu aşkınızı bilmezdim bulut kardeş; ama sen anlattın ya şimdi bana hiç yabancı gelmez.”
“Peki, bak o vakit, iyi dinle beni; bunu ben kalbimde sakladım, düşündüm, büyüttüm. Neden damla damla kavuşuruz yere bilir misin teyze?”
“Bak bunu cidden bir sen düşünmüş olmalısın. Allah’ın emri değil midir böyle düşmeniz?”
“Elbette her şey O’nun emriyledir; bizim bakışımız hüsn-i talil iledir. Aşkımızı süslemeye vesile bulmuşken; bir buluta ne ki asıl sebepten?”
“Bulut kardeş bunu deseydin ya önceden. O vakit bu sebep sende mahfuzdur; zira senin aşkın sana mahsustur.”
Bulut tebessüm etmiş ve utangaçlığını ele veren titrek sesiyle konuşuvermiş:
“Dedim ya anca o vuslata yaklaşmanın tadını biliriz diye; işte onun tadını defalarca çıkarmak için damla damla varırız yere, binlerce kez kavuşur gibi oluruz yârimize.”
“Vay be bulut kardeş, ben senin gibi yüreklisini görmedim. Ama sen aşk işinde biraz acemi gibisin. Çok heveslisin. Gerçek âşık aşkını böyle ifşa etmez. En güzel sırlarını kendine saklar ki güzelliği bozulmasın.”
“O zaman siz niye şiirler söylersiniz, şarkılarınız vardır; hatta saraylar inşa edersiniz?”
“Onları da senin gibi aşk acemileri yapar. Bir tek bulutlar acemi değil ya bu aşk işinde.”
“Ah be teyzem, şimdi çok üzdün beni. Yani artık dersin ki sen, aşkımın eski güzelliğinden eser kalmamış mıdır?”
Bu esnada yağmur çiselemeye başlamış.
“Bak teyze, mademki sırrım artık açığa çıkmıştır; madem artık aşkım bozulmuş ve çürümüştür; sana son bir sır daha vereyim: Biz üzülünce ağlarız; ağlayınca düşeriz de işte o zaman vuslat gerçekleşir. Bunu demese miydim şimdi teyze? Oysa bunda gören gözler, işiten kulaklar, hisseden kalpler için nice ibretler vardır.”
“Bunun cevabını ben de bilmem bulut kardeşim. Şimdi senin kalbin, yaş be yaş eriyip giderken, bütün sırlarını ortaya ibret niyetine dökmek istemen pek güzel. Güzel de; ifşaat, bir sır olan aşkın tabiatına ters.”
“O vakit nasıl öğrenecek aşkı başkaları?”
“Aşk öğretilir mi bulut kardeş? Öğretsen öğretsen kendi aşkını öğretirsin; o vakit de aşkı erir gider karşındakinin. Aşkı senden evla olana talip ol bak; o dahi sana ifşa etmez aşkını. O ancak sana kendi yolunda yürümen için erzak verir, pabuç verir.”
Bulut, ihtiyar kadın konuşurken onu duyamayacak kadar kayboluvermiş. Cevap alamayınca anlamış ihtiyar kadın. Bakmış ki yağmur artarak devam ediyor; bu vuslat vaktinde âşık ile mâşuku yalnız bırakıp evine gitmeye karar vermiş.
Hafif serinlemiş hava; ihtiyar kadın da sobasını yakmış. Bakmış ki öğlen okunmuş; namazını kılmış hemen. Eline almış tespihini, döndürmüş de durmuş. Ağzını hafifçe kıpırdatırken, zikrin derinliklerine çekilmiş kalbi. Zikre kendini kaptırdıkça, eşyanın zikrini duyar gibi olmuş. Soba biraz ağırdan alıyormuş; üstündeki çaydanlıksa pek hızlı sürüyormuş tespih tanelerini. Az sonra musluğun tiz sesi ile yatağın tok sesi birbirine karışmış. Hepsi pek güzel diyormuş, la ilahe illallah. Dudakları kımıldamadan; ama canları, zerreleri kıpır kıpır.
İhtiyar kadın ikindiye doğru azıcık aşını yiyip Rabbine şükredip kaygılı başını yatağına uzatmış. Kalbinde Allah’ın Müîd ismiyle uykuya dalmış; zira her uyuduğunda bir daha uyanamamaktan korkarmış. Uykusunda güneş, ay ve yeşil yıldızı bulmuş. Ay pek huysuzmuş; hilalken güneşten nasibi az diye pek gergin olurmuş. Yeşil yıldız ötede biraz sönük duruyormuş her zamanki gibi, başını da öne eğmiş. Güneş yıldıza sormuş ki “Ey yeşil yıldız biz seni çok çok uzaklardan görürüz; lakin senin sesin bir anda bize ulaşır; bu nasıldır?”
Yıldız başını kaldırmadan -ya da kaldırmıştır belki ama bu asırlar sonra anlaşılabilecektir- şöyle buyurmuş: “Çünkü maddeten değil, manen, kalpten konuşuruz.” İhtiyar kadın kalbinin attığını hissetmiş bu cevap üzerine. “Âlâ, âlâ.” demiş hilal; tüm nemrutluğu üzerinde olsa da yeşil yıldız konuştu mu edebini toplarmış. Güneş meraklı bir öğrenci gibi sormaya devam etmiş: “Peki, yeşil yıldız, sen kalpten konuşuyorsan ve biz de seni kalpten duyuyorsak; bu demektir ki senin sesini kulağıyla duymak isteyenler seni duyamayacak, öyle mi?”
“Elbette öyle güneş kardeşim. Ben sesle de konuşurum; ama zahirim gibi sesim de size asırlar sonra ulaşacaktır.”
“Ne kadar uzaktasın bize yeşil yıldız?”
“Kıyamet kadar uzağım size güneş kardeşim. Mahşerde duyulmamış sözüm kalmayacak; ama o vakit benim sesimi duymayı bekleyenler için çok geç olacak.”
“Peki, ben tüm bu nemrutluğuma rağmen nasıl duyarım sözlerini yeşil yıldız?” demiş ay.
“Allah lûtfetti mi namümkün mü vardır ay kardeşim? Allah’ın lûtfundan yüz mü çevireceksin yoksa?”
“Ah yeşil yıldız; ışığım azken kötü bir hâlet-i ruhiyeye bürünüyorum.”
“Oysaki karanlığı da Allah yaratmıştır ay kardeş; neden karanlığı da kabul etmezsin? Her yaratılan bir nizam üzeredir. Sen dolunay olup ışıkla da dolarsın; bazen dünyanın ardında karanlıkta da kalırsın. Senin düzenin budur. Yoksa güneş gibi parlak olmaya mı özenirsin? Oysa güneş de o kadar parlak olmasının yükünü taşımaktadır. Her gün nice canlı onun aracılığıyla Allah’tan rızkını beklemektedir. Sen bunun yükünü taşıyabilir miydin ay kardeşim?”
“Bilmem; hiç yüklenmedi bana öyle bir yük.”
“Allah taşıyamayacağı yük vermez hiçbir kuluna. Sana da bu yükü vermiş ve kıyameti bekle demiş.”
İhtiyar kadın bakmış ki yeşil yıldız kendisiyle hiç konuşmaz; atılmış:
“Yeşil yıldız; bana hiç bakmazsın, bu niyedir?”
“Dertliyi derdiyle bırakmak yakışık alır mı?”
“Elbet almaz; ama bir tek ay mı dertli bu âlemde?”
“Bu âlemde vay haline derdi olmayanın, bilirsin.”
“Bilirim de; sen bana cevap vermezsin.”
“Sen benim cevabımı almazsın.”
“Neden bu kadar zor konuşursun?”
“Neden cevabı kolayca anlayabileceğini sanırsın?”
“Neden soruya soruyla karşılık verirsin?”
“Cevap soruda mahfuzsa peki?”
“Ah yeşil yıldız; bu haddini aştığım ömrümde senden çok çektim.”
“Allah’ın takdiridir.”
“Ama ben seni çok severim; ama ben seni anlayamam yeşil yıldız.”
“Her şeyi anlamak gerekmez ki; demedin mi sen buluta aşk sırrıyla mevcuttur?”
“Aşk başka, dert başka yeşil yıldız.”
“Öyle midir hakikaten?”
“Ah yeşil yıldız; konuşmazsın benle ayla ya da güneşle konuştuğun gibi.”
“Sen ay mısın ya da güneş?”
“Peki, madem, ben derdime geçeyim belki dersin bir şey. Benim bir ayağım artık çukurdadır; pek severim Rabbimi lakin yine de ölümden korkarım. Bana yol göster yeşil yıldız.”
“Sırat-i müstakim bir tanedir. Onu peygamberler hariç kimse bütünüyle gösteremez.”
“Ben ölmekten korkarım yeşil yıldız; çoğu vecibemizi yerine getirdik şu kısa ömürde; ama ben derim ki ölümden korkarım.”
“Ne buyurur Celle Celalühü, her nefis ölümü tadacaktır. Bir tat ki ne tattır!”
Kadının nefesi kesilmiş bir anlığına. Demiş ki içinden işte geldi ölüm. Ah melek, lütfen son bir şehadete medet! Tam gideceğini sanarken, nefesi geri gelmiş. Kadın anlamış; gülümsemiş ve demiş ki:
“Çok şükür ömrümde bir kez olsa da cevap verdin yeşil yıldız.”
“Çok şükür ömründe bir kez olsa da cevap verdin ihtiyar kadın.”
“Ne dersin yine yeşil yıldız; ben seni anlamam.”
“Ya beni anlaman için değil de sorgulaman için cevap verdiysem?”
“Ah be yeşil yıldız; yine geri döndün bilmecelerine. Sen cevap vermezsen sormam nihayetine nasıl ersin? Hem ne haddimedir benim seni sorgulamak?”
“Oysaki fark etmez misin ölümden korkarak neyi sorgularsın?”
“Haşa, ne dersin sen yeşil yıldız? Bak bu defa anladım seni; ama haşa yok öyle bir şey vallahi de billahi de tallahi de.”
Güneş araya girmiş:
“Yeşil yıldız, ben bilirim bu ihtiyar kadını ve sen de; bilirsin o şüphede değildir ve olmayacaktır; o vakit niye bildiğin şeyi bilmemiş gibi yapıp şu kadını üzersin?”
“Ey güneş kardeş, ben bilirim ve sen dersin ki sen de bilirsin; lâkin görmez misin ihtiyar kadın bilmez; bilse de kalben ikrar etmez.”
“Peki yeşil yıldız; de hele, dolandırmadan de hele; de ki nasıl ikrar ederim ben?”
“İkrar etmen için dolanman gerekir.”
İhtiyar kadın uyanmış. Ah başıma ne bela aldım demiş. Sormayaydım korkarım ölümden diye demeyeydim demiş. Ah bir cevap uğruna çekilecek çile mi bu? Cevapsız sorularıyla şurada kalmış birkaç günlük ömrünü tamamına erdirse olmaz mı idi? Peki ya şimdi çıkıp gitse ne der ahali, demez mi ki bak bu ihtiyar olmuş deli? Hem bu ilham ilahi mi yoksa değil mi? Yeşil yıldıza pek hürmet etse de Allah her şeyi bilendir; belki de yıldız yüce müce değildir. En nihayetinde, ihtiyar kadın yola düşmediği takdirde yeşil yıldızı yüz üstü bırakacağı düşüncesiyle yola çıkmakta karar kılmış. Ömrüm beyhude şeylerin peşinde geçti; varsın son günlerimde yolcu olayım demiş içinden. Kendine erzak hazırlamış ve kapıyı çekip çıkmış.
Ama ihtiyar kadın nereye gitmelidir? Sola mı, sağa mı? Köye mi, tepeye mi? Göğe mi, yere mi? Fark etmiş ki ihtiyar kadın; yeşil yıldız yön tayin etmemiştir; o yüzden nereye gitse de istikamet üzeredir. Vurmuş kendini tepeye; hem köylü görüp durdurmaz demiş içinden.
Bir saat yürümüş ki bitap düşmüş; oturmuş tepenin yamacında bir çam ağacının altına. Duymuş ki kuruyup düşmüş yapraklar demli bir sohbette; kabartmış kulağını:
“Yaa öyle işte kuru kardeş. Üzmeyesin cancağızını; elbet gün gelecekti ve sen de kuruyup düşecektin. Kuruyup düşmeseydik yeşerip çıkmak hak olur muydu?”
“Kuru abilerim pek doğru söylersiniz. Ancak beni korkutan nedir bilir misiniz? Hayır, ben ne kurudum diye ne üstüme basacaklar diye ne de toprağa karışacağım diye korkarım. Ben korkarım ki yeşilken kötülük ettim.”
“Ah kuru kardeşim, ne yaptın anlat bir hele.”
“Kuru dostum, bir yaprağın kötülüğünü anlatması münasip midir?”
“Kuru dostum; bunun cevabından emin değilim. Sen neden olmaz dersin?”
“Kuru dostum ben derim ki bir günahı anlatmak başkalarını o günaha sevk edebilir. Hem bir yaprağın kötülüklerini anlatması edeben pek münasip değildir sanki.”
“Kuru dostum ne ince, ne güzel düşünmektesin. Ancak, o vakit biz bu kardeşimize nasıl yardım ederiz?”
“Kuru dostum ben de bir yandan bu kuru kardeşimizin derdini anlatmasını isterim; ama… Hadi şöyle olsun; gelsin kuru kardeş kulağımıza sessizce fısıldayıversin.”
“Muhterem kuru çam yaprakları, sizi rahatsız ettim kusura bakmayın.”
“Ah teyzeciğim, hiç fark etmemişiz geldiğini. Hoş geldin, buyur.”
“Ben sohbetinize kulak kabarttım, af buyurunuz.”
“Ah, estağfurullah teyzeciğim. Belki de bizim sohbetimiz senin kulağına yük olmuştur, sen affet bizi.”
“Ah öyle şey olur mu; hem bir kardeşinizin derdini konuşmaktaydınız, pek müteessir oldum siz konuşurken. Böyle şeyin yükü olsa dahi kambur etse de taşınmaz mı?”
“Ah teyzeciğim, ne güzel konuşmaktasınız. Allah size iyilik versin.”
“Amin, cümlemize versin. Diyeceğim odur ki hani dersiniz ya kardeş derdini sessizce kulağınıza söylesin.”
“Evet derdik öyle bir şey.”
“Bunu söylediğim için af buyurun ama; sizin, kulağınız yoktur hani.”
“Ah, evet, biz bunu nasıl unuttuk?”
“Derim ki ben, kuru kardeş benim kulağıma söylesin. Ben de bir hâl çaresi var mı varsa deyivereyim.”
“Duyamadık teyzeciğim.”
“Dur biraz daha bağırayım, duyar mısınız şimdi?”
“Teyzeciğim ne dersin, duyamayız biz seni!”
“Peki, sizin diliniz de yoktur; siz nasıl konuşmaktasınız?”
“Ah, evet, biz bunu nasıl unutt-“
Çam yaprakları o an sessizliğe bürünmüş. İhtiyar kadın merhaba demiş, elini sallamış hatta yaprakları eline almış ama nafile; bir elif kadar dahi sesleri çıkmamış. Yalnızca kuşların cıvıltıları kalmış geriye; arada bir de uzaktan cırcır böceklerinin sesi çalınırmış kulaklara. Ah, demiş; merak etmiştim çam yaprağının günahını. Nasip değilmiş. Belki de münasip olmadığından nasip de olmamıştır, kim bilir?
İhtiyar kadının dinlenmesi bitmiş ve yola devam etmiş. Tepeyi aşayım, diye düşünmüş; ardında bir kasaba vardır. Ah ben düşünmedim ki hiç nerede kalırım? Bakalım Rabbim beni elbet aciz komaz. Dilinde Allah’ın ismiyle yürümeye devam etmiş. Az gitmiş, uz gitmiş, dereye gelmiş. Derede damlacıklar akar gidermiş Allah deyu deyu. Öyle çokmuş ki sesleri, ilk başta kadın ileride bir pazar yeri var sanmış. Bir su içeyim diye eğilmiş dereye; lakin o vakit bulaşmasın mı bir keşmekeşe! Damlacıklar dalgalanmışlar; “Su akacak; su kazanacak!” diye bağırır olmuşlar. İhtiyar kadın anlamış ki kendisinden hoşnut değiller:
“Ey Cenab-ı Allah’ın rızasıyla akan, aktıkça yol açan, koca dağları zaman silahıyla yaran, içinde balıklar ve daha nice mahlûkat barındıran su damlacıkları! Nedendir bana hiddetiniz?”
Bir damlacık megafonu eline almış ve konuşmaya başlamış:
“Sen hatırlamaz mısın suyu besmelesiz içmiştin; ayakta ve tek yudumda? O içtiklerin; o zulmettiklerin bizim dostlarımızdı! Şimdi sana neden rahmet olalım biz?”
“Ey belki de en güzel nimet olan suyun damlaları! Siz bu zulmü hatırlarsınız da ya Allah unutmaya karar vermişse? Bilir misiniz onun hükmü nedir? Yoksa size bildirilmiş midir?”
“Hayır, bize vallahi bildirilmemiştir.”
“O hâlde nedendir siz hatırlamakta diretirsiniz?”
“Biz haksızlığa karşı dururuz. Senin bir vakitler zulmetmiş olman bizi senden korkutur.”
“Oysaki bir tek Allah’tan korkmak gerekmez mi damlacıklar?”
“Elbette öyledir. Biz korkarız derken-“
“Siz korkarız derken korkarsınız işte. Ötesi var mıdır?”
“Sen bunu dersin ama eminiz ki senin de Allah’tan gayrı korktuğun vardır.” Megafonla konuşan damlacık diğer arkadaşlarına dönmüş ve bir süre onlarla tartışmış. Sonra megafonu tekrar eline almış:
“Bakınca biz sana, senin pek yaşlanmış olduğunu görürüz. Eminiz ki ölümden korkarsın.”
Kadın ne diyeceğini şaşırmış. O anda çam yapraklarıyla arasında olanlar gelmiş aklına:
“Ey su damlacıkları! Sizin elinizde megafon yoktur; lakin sesiniz megafondanmış gibi gelmektedir! Hem diliniz de yoktur da konuşursunuz; bu nasıldır?”
Yapraklarda olduğu gibi; susmuş bütün su damlacıkları. Sonra kadın, besmeleyle üç avuç su içmiş. Lakin son avucunda su boğazına kaçmış; öksürtmüş birkaç kez. Damlacıkların sussalar da direnmelerine yormuş bunu.
Az gidip, uz gidip dere tepe düz gittikten sonra kasabaya gelmiş nihayet. Karşıda güneşi görmüş ki batıyor. “İyi geceler güneş kardeş.” demiş.
“Ah be teyze, bilmez misin güneş olmak gecesizlik demektir.”
“Ah, bak bana yeni bir şey öğrettin.”
“Öğrenmek isteyene vardır elbet bir sözüm.”
İhtiyar kadın ne yapsam bu kasabada diye düşünürken bir soytarıya rastlamış. Soytarı zilli şapkasını çıkarmış ve eğilmiş:
“Hoşgeldiniz pek muhterem görünümlü teyze, hürmetlerimi sunarım ben size.”
“Sana da merhaba evladım. Sen nesindir necisindir böyle giyinmişsindir?”
“Ben soytarıyımdır teyze. Kasabamızın şerifi vardır onu güldürmek içinimdir.”
“Ah kuzum şerif nedir desen ya bir hele.”
“Şerif demektir ki sen köyden misin teyze, hani muhtar vardır ya, ondan teyze.”
“Haaa, bildim bildim. Eh de hele, kasabanın şerifi neden gülmek ister?”
“Seninki de laf mı teyze, gülmenin nedeni mi sorulur? Keyfi yerine gelsin diye elbet.”
“Ah be kuzum, sen soytarısın da bilmez misin ki keyfi yerine gelsin diye güldürüyorsan keyfi yerinde değildir demek!”
“Teyze bu elbet güneş gibi apaçık bir gerçek. Ama senin nedir ima ettiğin; bunun altında bir şeyler aramak gerek.”
“Derim ki ben soytarı evladım; bu şerifin bir maskaraya değil bir dert ortağına ihtiyacı vardır. De hele bu şerif imanlı mıdır namazında niyazında mıdır?”
“Ah sen nereye geldin teyze, bu kasabada iman nedir desen dilenci dahi bilmez. Hem bizim şerif Tanrı filan tanımaz; seni de tanımaz bence görse.”
“Vah vah vah, ah beni ne üzdün bir bilsen; bir de kendine soytarı demektesin sen!”
“Ah teyze dur ağlama; niye dokunur zalimin küfrü sana?”
“Allah’a kulluk etmese de Allah’ın kulu değil midir o evladım? Hem ben sana da üzülürüm; o adamı küfrü içinde kaybolup gitsin diye eğlendirir durursun; sanmaz mısın ki sen onun küfründen sorumsuzsun?”
“Teyze ben aciz ve fakir bir soytarıyım; bırak da ekmeğimin peşinde koşayım.”
“Ah ekmek değildir o zehirdir; bak seni soytarıya çevirmiştir.”
“Teyze sen beni korkutursun ama aynı zamanda yüreklendirirsin; demem o ki gel bizim şerifle bir konuş. Ama demek yok beni soytarı getirdi diye; yoksa sinirinden şerif vurdurur ayacıklarıma binlerce kere!”
“İyi hadi gidelim; ama öncesinde akşam namazını eda edelim.”
“O nedir ki bilmem ben teyze.”
“Geç sen şöyle kenara, ha. Bekle beni şimdi.”
Durmuş teyze namaza; ama gelip geçen görünce soytarıyı, merak edip toplanmışlar etrafına. Sormuşlar soytarıya bu teyze kimdir; soytarı demiş ki bu kadın mı o bir turisttir. Ahali anlamamış ne olduğunu; soytarı da başka bir şey diyememiş. Namazı bitince teyzenin, sormuş ahali teyzeye sen ne yaptın diye; teyze namaz kıldım demiş demesine; ama kimse anlamamış yine sormuş namaz mı o da ne diye. Teyze sorularla oyalanmamış, soytarıyı yanına almış ve ahaliyi yarıp geçmişler. Kasaba şerifinin olduğu bara varmışlar, demiş ki soytarı; sen bundan sonra tek başınasın, ben arka taraftayım.
İhtiyar kadın derin bir nefes almış ve açmış kapıyı, girmiş içeri. Ardından kapılar yavaşça, gıcırdaya gıcırdaya kapanmış. Bakmış ki teyze kabadayılar içmekte; yanlarında hafifmeşrep kadınlar da gülmekte. Tövbe estağfurullah demiş ve yönelmiş barmene.
“Ben kasabanın şerifine baktıydım.” demiş, der demez barmeni bir gülme almış. Hiç görmemiş ki böyle bir kadın; e haliyle tabii pek şaşkın. O gülünce dönmüş meraklı gözler barmene; sonra da karşısındaki ihtiyar teyzeye. İhtiyar kadın bir an korkmuş; sonra yeşil yıldızın dediğini hatırlamış ve korkmayı bırakmış. Kısmış gözlerini, dayamış dirseğini tezgâha ve konuşuvermiş Allah’tan emin:
“Şerif nerededir?”
Ayağa kalkmış şerif; ki bakmış ki ihtiyar kadın, şerifin yanındaki kadın en güzeldir.
“Benim.” demiş şerif, “Ne vardı teyze?” demiş.
“Yavrum sen ne yapmaktasın burada; içki, kumar ve zina bir arada: Cehenneme yol mu düzersin; bak şu teyzeni pek üzersin. Senin bence bir derdin vardır; bunlara kendini verip unutmak arzusunda mısındır?”
Şerifin güleç yüzü bir anda değişmiş. Kaşları bükülmüş, dudakları titremiş ve sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış; sarılmış ihtiyar kadına. “Ah teyze,” demiş, “seni o olmaz olasıca Tanrı mı gönderdi?” Şerifi görünce bardaki diğer kabadayılar; onların da gözlerinden damlalar gelmiş. Hafifmeşrep kadınlarsa kıskanmış ihtiyar kadını ve bin bir cilveyle dikkatleri tekrar kendi üzerlerine çekmeye çalışmışlar. Ancak nafileymiş, herkes teyzeye bakakalmış. Teyze almış şerifi dışarı, “Gel anlat oğlum.” demiş. Ahali de ardından. Şerif anlatmış bir bir: Bir kızı çok sevmiş; o kız sonra kariyer yapmak için uzaklara gitmiş. Gözden ırak, gönülden de ırak olmuş; sonra bir öğrenmiş ki şerif, sevdiceği başka birini bulmuş o diyarlarda. Tayin mayin uğraşmış gitmek için; sırf onun yüzüne bakıp neden diye sormak için; ama bürokrasi denen şeytan mani oluvermiş.
“Ah yavrucuğum; pek üzüldüm haline. Ben de kaybettim kocamı yıllar önce.”
“Ah teyze, sen bilirsin o vakit kalpteki o yokluk sancısını; nefsimi azdırmaya iten kor gibi acısını.”
“Ben bilmesem de Allah bilir; sen ne diye ona demezsin?”
“Ah teyze, kilisede hem sarhoş hem ayık az mı dua ettim sanırsın? Lakin Tanrı cevap vermez dualarıma.”
“Evladım, bak, bu böyle olmaz. Bak şimdi sen böyle bir acı çekmesen hiç yönelir miydin Rabbine? İçeride duruyor kumar, kızlar ve içkiler; gözünü boyamıyor mu bunlar? Aç gözünü ve de ki; ne gelirse gelsin başıma, önemli olan Rabbim katında.”
Şerif bir an umutla bakmış gökyüzüne; sonra dönmüş ihtiyar kadına yüzünde bir tebessümle. Tam düşünmüş ki ihtiyar kadın işte dönüyor şerif küfründen; koca bir kahkaha atmış böğründen böğründen. “Ha ha ha ha ha ha ha ha ha ha ha ha ha ha ha ah ha ha ha ha hay!” demiş, “Demek sen geldin bu kasabaya olursun belki bir peygamber diye ha, ha ha ha ha ah ha! Bizim zulmümüzden toprak kararır, küfrümüzden rüzgâr şahlanır, keyfimiz kâhyasını çıldırtır ihtiyar! Sen şurada iki süslü söz edip iş bitti mi sanırsın?”
Şerif kalabalıkta yardımcısını aramış, al bu kadını at kodese diye çağırmış. Sonra biri arkadan bağırmış: “O vakit kadını kasabaya getiren soytarıyı da atın; arka taraftaki çıkışta bekliyor, koşun ki yakalayın.”
Bu şekilde kadınla soytarı kodese düşmüşler. İhtiyar kadın çok şükür demiş içinden, Rabbim beni aciz koymadı da kalacak yer buldum. Soytarı ise kabullenememiş girmeyi hapse, gardiyana soytarılıklar yapmış güldürürüm de çıkarım belki diye. Ama nafile, gardiyan güldüğüyle kalmış da dışarı çıkarmamış soytarıyı. İhtiyar kadın ise bir köşede oturmuş; öylece zikreder dururmuş. Soytarı sonra dayanamamış konuşmuş: “Bak teyze bu derdi sen açtın başıma, şimdi çekilip öylece kenara, idamı bekleme Tanrı aşkına!”
“Derdi açan ben miyim, mukadderatı düzen ben miyim?”
“Ah teyze, rica ederim senden, konuş benle anladığım dilden!”
O vakit ihtiyar kadın susmuş. Soytarı anlamış ki artık konuşmak imkânı kalmamıştır. Ağır ağır geçmiş kadının karşısındaki sıraya, oturmuş da çıngırakları şakımış alayla. O an şerif gelmiş başı aşağıda, sessizce; açmış kapının kilidini. Umut etmiş ki ihtiyar kadın, şerif anladı hatasını; ama o hemen kadının umudunu kırmış:
“Seni severim soytarı. Ölsen sen şimdi, sıkılır çekerim acı. O yüzden seni şerifliğin verdiği yetkiye dayanarak affediyorum; karşılığında beni bir ay boyunca durmaksızın güldürmeni emrediyorum!”
Soytarı ve çıngırakları hevesle kalkmışlar ayağa, yapışmış soytarı şerifin eline ayağına:
“Ah şerifim, bilir misiniz beni pek mesut ettiniz! Ben ve çıngıraklarım, sizi yedi gün yirmi dört saat güldürmeye hazır beklerim!”
Üzülmüş ihtiyar kadın; hem şerife hem de soytarıya; ama soytarıya biraz daha fazla. Üzülünce uyku basmış; hemencecik de uyuyuvermiş. Bakmış ki karşısında yeşil yıldız; ama hep gördüğünden çok daha yakınında ve çok daha büyük.
“Bir an korktum yeşil yıldız heybetinden. Seni bana böyle yaklaştıran nedir?”
“İnsanın ölümü onun kıyameti değil midir?”
“Demek artık ölmek vaktidir.”
“Seni yeryüzünde dolaştıran nedir?”
“Yaklaştığımda dahi sorularla devam edersin.”
“Cevap vermez miyim?”
“Yok, Allah için bir şekilde veriyorsun şimdi onu reddedemem. Peki, şimdi; bitti mi? Dolan dedin; bitti mi? Getireyim mi şehadetimi?”
“Bitmedi mi? Bittiğini anlamadıysan bitmemiştir.”
“Orada dur hele yeşil yıldız. Biz istikameti biliriz de haddi aşmadan durmak pek zordur.”
“Çam yaprağının günahı neydi?”
“Ah söylemedi ki. Söyleseydi söylerdim.”
“Çam yaprağını susturan sen değil miydin?”
“Galiba, haklısın yeşil yıldız.”
“Su damlacıklarını da susturmadın mı?”
“Yoksa içemezdim. Hem onlar kendilerini bana haram kılmışlardı.”
“Şimdi haram damarlarında dolaşmıyor mu o zaman?”
“Ama onlara da dedim; Allah bu edepsizliğimi affettiyse onlara nasıl söz düşer? Ki ben her günümü istiğfarlarla geçirir idim.”
“Çam yaprağının günahı ne olabilir?”
“Bilmem ki, sonuçta çam yaprağı. Günah demek bile, onun için…”
“Görmez misin şeyler söylemek yükünü taşıyamaz? Yaprağın günahı, suyun kini olur mu?”
“O-olmaz tabii. Ben onların tersliklerini buldukça, onlar gerçeğe hicret ettiler.”
“Peki, bu yolculuğunda değişen ne oldu?”
“Hmm…”
Biraz düşünmüş ihtiyar kadın:
“Dur bakayım… Sen beni bir hayalden alıp bir gerçeğe mi getirdin?”
“Benim bunu yapacak gücüm mü vardır?”
“Sen dolan dedin de beni namümkünden mümküne hicret ettirdin. Şu kasabada yaşadıklarım deli saçmasıydı; ama mümkündü… Saçma gelmedi bana; çünkü buraya gelmeden o kendini bilmez su damlacıklarıyla ve dahi günahkâr çam yaprağı… Amaaan, ne bileyim ben, bu yaştan sonra gerçek ne hayal ne onu mu tartayım?”
“Önemli olan bilmek değil; kabul etmek ya da etmemek. Sen her şeyi kabul etmedin mi başına gelen?”
“E-ettim elbet.”
“Sen güneşe selam etmedin mi hep? Ay hilâl oldu mu nemrut olur diye hayal etmedin mi? Bulutun aşkını düşlemedin mi?”
“Evet ettim.”
“Bak, sorguladığın ve bu dünyanın gerçekliğinin ötesindeki bütün şeyler yok oldu. Öte yandan, güneşe kasabada dahi selam etmiştin; çünkü onu sorgulamadın. Şimdi anlar mısın ölümden korkmak suretiyle O’nu sorgulamaya kalktığında neye kalkıştığını? Sen Müîd ismini zikreder durursun, Rahîm’i nasıl unutursun?”
“A-ama yeşil yıldız; bir dur hele, sen, sen hiç cevap vermez; soru sorarak, en iyi ihtimalle de gizliden konuşurdun. Şimdi nasıl oluyor da açık açık cevap veriyorsun?”
Karşısında bütün ihtişamıyla duran yeşil yıldız bir anda şıp diye kayboluvermiş.
Hem yeşil yıldız mı olurmuş?
Siyah cisim ışıması yapan yıldızlar, çeşitli faktörlere göre farklı renklerde bulunurlar ama asla yeşil renkte olamazlar. Mavi veya beyaz yıldızlar optik bir yanılsama sebebiyle bazen yeşil olarak gözlemlenmektedir. https://en.wikipedia.org/wiki/Green_star_(astronomy)
İlk Yorumu Siz Yapın