İçeriğe geç

Kiralite

Gerçeği arayan her kimse düşer çöle.

Gerçekleri arayanlar çöle düşerler. Ben de düştüm. Aslında düşmek değildi benimkisi, yani yerçekimine ya da hayalin çekimine kapılmak gibi istemsizce değildi. Ben bile isteye geldim çöle. Mecnun öyle yapmamıştı, Küçük Prens de. Bense bilerek gelmiştim, isteyerek. Günümüz bunu gerektiriyordu. Günümüzde düşmek gülünç bir şeydi zira. Günümüzde düşmek sadece kendilik bilincine sahip olamayıp nefsine teslim olanlara has bir cereyandı. Ben buraya bilerek geldim ve amacım daha fazla bilmekti.

Ben unutmak için düştüm çöle aslında. Her şeyi unutup tek bir gerçeğe tutunmanın yeterli olacağına inandım.

Çöle gelince insan, o kum karşısında görünce ister istemez soruyor kendisine, çölün başında mı duruyorum sonunda mı diye. Ben bu cevapsız ya da cevabı önemsiz soruların cevaplarının peşinde değilim.

Mesela, şu kum tepelerini karşımda görünce o soru geliyor aklıma: Çölün başında mı duruyorum sonunda mı? Bunun cevabı, gerçekti.

Bunların cevaplarını bilmek günümüzde gerçek nevinden sayılmaz. O yüzden ben bunları düşünerek vakit kaybettiğimi düşünürken dahi vakit kaybetmemek için çölde ilerlemeye başlıyorum. Navigasyon iki kilometre boyunca dümdüz ilerleyin diyor. Onun dediği üzere yapıyorum; çünkü, o, biliyor. Oraya yürüyerek üç saat on altı dakikalık bir mesafede olduğumu biliyor.

Kimi zaman vakit kaybetmeliyiz. Ancak o zaman vaktin kıymetini kavrayabilir ve kaybettiğimiz vakitleri dahi geri kazanabiliriz. Çölde, mesela, çölde vakit kaybetmek kendini kaybetmeye götürür, değil mi?

İki kilometrenin bir kilometre altı yüz metresini tamamladıktan sonra navigasyon diyor ki dört yüz metre sonra kum tepesinin ardından sola dönün. Navigasyonun beni bir hipotenüs çizdirmek suretiyle kestirmeden götürebileceğini fark ettiniz mi? Ben lisedeyken böyle düşünmüştüm ve hocam bana demişti ki, bilindik yoldan şaşma, zira o seni güç de olsa hedefine ulaştırır. Gerçeklere ulaşmak gibi büyük bir hedef varken, insan ister istemez en kısa sürede ona varmak isteyebilir; ama gerçeklere ulaşmak öyle değerli bir hedeftir ki; sırf biraz zaman kazanmak için denenmemiş yollara sapmak kabil değildir.

Gerçeğe varmanın yolu unutmaktan değil, vazgeçmekten geçiyordu. Vazgeçmenin kestirme bir yolu yoktu. Vazgeçmek, herhangi bir yerden değil, belirli bir süreçten geçmekti.

Bu dünyada zaman kazanmak en önemli şey olsaydı insanlar hemen ölmek isterdi. Ama istemediler. Çünkü insanlar gaflet içindeydi; yaşamanın zaman kazanmak olduğunu sanıyorlardı. Hem, ölmeden önce yaşamak, denenmiş bir yoldu neticede.

Yaşam bize yaşamaktan vazgeçmek için verilen süredir.

Sola dönüp yedi yüz metre ilerledikten sonra, üç yüz metre sonra sağdaki caminin oradan sağa dönmemi söyledi navigasyon. Garipsemeyin bu camiyi; çünkü şeyler anlam ve işlevlerini kaybetti çoktandır, ibadethaneler dahil. Bu saçmalıklar, ilk ortaya çıktıklarında, sanat olsun diye ya da bu da kişisel bir ifade biçimi denerek kabul görmeye başlamıştı. Sonra insanın yapabilme, edebilme, nihayete erdirebilme, ettiğinin karşısında yaratıcı misali dikilebilme şehvetinin etkisiyle bir salgın hastalık gibi yayılmıştı. Sırf yapabiliyor olmamız, yapmamız gerektiğine bir şekilde işaret etmişti. O şekil, kibir idi.

Bizim bir temelimiz yoktu. Çünkü temelli kalmaya gelmemiştik.

Caminin oradan geçerken ikindi ezanı okundu. Elbette bu caminin bir müezzini yoktu; güneş enerjisiyle çalışan elektronik sistemle ezan otomatik olarak okunuyordu. Ezan, cılız hoparlörden kurumuş boğaz hırıltısını anımsatan bir cızırtıyla yayılırken, nereye sığındıklarının bilgisi yalnız Allah’a mahsus olan çöl böcekleri, cızırtıları türkü belleyip iç çekiyordu. Geçtim gittim camiyi, iki kilometre boyunca kuzeybatı yönünde ilerledim. Sonra bir vahaya vardım. Vahada su içtim. Su, genzimden aşağı, gerçek gibi acı acı aktı.

Vahada su içtim. Su, genzimden aşağı, gerçekler gibi acı acı aktı.

Aslında o acının sebebi su değildi. O acının sebebi, bu suya varmak için çıktığım yolda boğazıma yapışan kum taneleriydi. Hayır hayır, gerçeklere varmak için yola çıkmıştım, unutma. Gerçeklere giden yolda unutkanlıklar olabilir deniyordu; ya da sadece güneş başıma geçmişti.

Aslında o acının sebebi su değildi. O acının sebebi, bu suya varmak için çıktığım yolda nefsime yapışan haz taneleriydi. Hayır hayır, gerçeğe varmak için yola çıkmıştım, unutma. Gerçeğe giden yolda unutkanlıklar olabilir deniyordu; ya da sadece güneş başıma geçmişti.

Bunların hepsini az sonra öğrenecektim. Navigasyon diyordu ki yirmi beş dakika kaldı hedefinize. İçerken hiçbir dinçlik katmayan ama son yudumu içilince çarpıntısıyla çarpan kahve misali ben de anca bunu duyunca heyecanlanabilmiştim gerçeklere varmak üzere olduğuma. Neredeyse koşacaktım; ama yürümeliydim; henüz bunu unutmamıştım ve unutmayacaktım.

Vahadan sonra yol acayipleşti. Önce yüksekçe bir kum tepesinin üstüne çıktım. Sonra navigasyon aşağı yuvarlanmamı söyledi, yuvarlandım. Sonra navigasyon koşarak ilerle dedi. Bir anda dur dedi. Sağa bak sola bak ve dön arkana iyi bak dedi. Anlaşılan eskiden buradan yol geçiyormuş; navigasyon güncellememiş. Ben yine de navigasyona uydum. Bu esnada daha fazla kum yuttum. Ve kendimi nihayet büyük bir yapının önünde buldum. Yapının sarı kesme taştan çehresi antik Mısır kokuyor ve bu koku beni daha da heyecanlandırıyordu. Kocaman kızıl kapısına, kapısındaki ayrıntılı işlemelere, işlemelerdeki acı dolu aşınmışlığa hayretle baktım. Nefsim, bir kimyasal tepkimeye girmiş gibi kontrolsüz büyümeye başlamıştı sanki. Kalbim, nehir denize kavuşmuş gibi usulca ve apansız büyümeye başlamıştı sanki.

Büyük kapıyı büyük tokmaklarından tuttum. Ağırlığını hissettiren bir gürültü, sarsıntı ve ihtişamla kapıyı ardındaki karanlığa doğru açtım. Gerçekleri aydınlatmanın vaktidir, dedim içimden, sonsuz karanlığa bakarken, ve içeri girdim.

Karanlıkta insanın yolunu bulması zordur. Ama aydınlıkta daha zordur. Çünkü karanlıkta çıkar yoldan başka yol düşünmezken aydınlıkta bir sürü yol olduğunu sanarız.

Birkaç iç karartıcı ve yankılı adım sonrasında, ayağımı bir yere basmamla, bir güç kaynağının ağır aksak sesini işittim önce. Sonra, ayağımın altından başlayarak, yerdeki ince yarıktan, yine ipince bir eğri boyunca mavi bir huzme süzülmeye başladı. Eğri, çok geçmeden bir nehir gibi kollara ayrıldı ve bir ağacın dalları gibi yukarılara tırmandı ve bir şimşek gibi zikzaklarla yüksekteki tavan boyunca ilerledi. Yerdeki eğriyi takip etmekten başka fırsatım olmadığını düşündüm ve ilerledim. Eğri önce sola sağa döndü sonra sola sağa döndü ve sonra bir süre dümdüz dümdüz ilerledi ve sonra yine sağa sola döndü ve sonra yukarı yükseldi yukarı yükseldi. Eğrinin yükseldiği duvarda tahta bir merdiven vardı. Hedefinize varmak üzeresiniz, diyen navigasyon ödümü kopardı. Çünkü unutmuştum.

Hedefime varmak üzere olduğumu anlayınca ödüm kopmuştu. Çünkü vazgeçmiştim. Bana geri kalan adımlarımı attıran, sadece bu karanlıktan çıkar yolu takip etmek arzusuydu.

Merdiveni çıktım. Çok uzun bir süre çıktığımı söyleyebilirim. Öyle uzun bir süre ki, insan neredeyse her şeyden vazgeçebilirdi artık tırmanması bitsin diye. İkide bir hedefinize varmak üzeresiniz diyen navigasyonun verdiği güçle tırmanışımı sürdürebildim.

En sonunda tırmandığım duvar boyu ilerleyen mavi çizginin kaybolduğunu gördüm. Bitiyor, dedim. Heyecanla teslimiyetle son basamakları da çıkıp yukarı attım kendimi. Mavi çizgi, önümdeki kısa yokuştan sonra günışığı dolu bir eşikte son buluyordu. Çizgiyi takip edip açıklığa çıktım. Dışarıda, çölü yüzlerce kum tepesiyle ve hafif bir meltemle gördüm. Yanıma baktığımda, birkaç basamak merdiven daha olduğunu fark ettim. Ve bitti sandığım mavi ışığın basamaklar boyu devam ettiğini de o zaman gördüm. Hedefiniz solda dedi navigasyon.

Gözlerimi sonsuz çöl manzarasından güç bela alıp sağdaki basamakları çabucak çıktım. Kalbimin hamur gibi yumuşadığını fark ettim. Nefes nefese kalmışlığımla birleştiğinde, kendimi nehrin akışına teslim olmuş kuru bir ot gibi hissediyordum. Mutlulukla, kıpırtılarla, hızla ve ahenkle uçuşan kırlangıçların görüntüsünün anımsatacağı türden bir heyecan süzülüyordu kalbimden bedenimden geriye kalana. Buraya kadar aklıma mukayyet olabilişime şaşırarak büyüklendim; artık vakti geldi dedim. Hedefinize ulaştınız diyen navigasyon beni doğruladı.

Yukarı çıktıktan sonra yine çölle karşılaştım. Anlam veremedim. Gerçekler neredeydi? Bu zirvede çözmem gereken bir bulmaca mı vardı yoksa? Belki de aşağıda bastığım taş gibi bir taş vardı burada ve o taşa basmamla gerçeklerin bulunduğu mavi bir bilgisayar çıkacaktı meydana. Aranırken arkamı döndüm ve arkamı dönmemle açık mavi göğün altında gerçekleri gördüm. Hepsi, karşımdaydı. Nasıl bir şekilde karşımda olduklarını anlatabilmem mümkün değil. Görüntü, yazı, ses, koku, tat veya temasla açıklanamayacak cinsten. Ama, istediğim gerçeklere bir şekilde -şekilsizce hatta- ulaşabiliyordum; sanki aklıma gerçeklerle ilgili ne soru gelirse kendimde cevabı buluyordum; ama içten içe biliyordum ki bu gerçekler bende değil, karşımdaydı.

Arkamı dönmemle gerçeği görmem bir oldu. Koyu mavi göğün altında, bütün yalnızlığıyla, bütün azametiyle ve bütün haşmetiyle, gerçek, karşımdaydı. Onun karşısında yerlere kapanmaktan gayrısını yapamazdım. İşte, sonunda, bu, dedim içimden teker teker, yorgun verilen nefeslerle ve şükür dolu bitap gözlerle. Ama, ama… Çok geçmeden, ağırlığıyla mideye oturan bir yemek gibi, ihaneti görmüş gözler gibi, iftira duymuş kulaklardaki gibi, yumruk yemiş burunlardaki gibi ve gece baskınıyla sevdiceği öldürülmüş yiğit bir kahramanın kalbindeki karanlık gibi soğuk bir ağırlık, kaskatı kesilmeme sebep oldu. Kalbimdeki hafiflik, bir tüfek ateşiyle kaçışan kuşlar gibi, perdeleri savuran sert bir rüzgârla sönen bir mum gibi, toprakta açtığı çatlaklarla kocaman putları yutan bir zelzele gibi geri dönüşsüz ve geri kalanı da yutarak kayboluvermişti. Çağlayandaymışım gibi karmakarışık, köpürmüş ve bembeyaz boğuluyordum. Çıldırtıcı bir iniltiden kulaklarını kesip atarak kurtulmak isteyen birinin çaresizliği ve gözyaşlarıyla büzüldüm ve başımı gerçekten öteye çeviremeden adım adım geri gittim.

Bir süre sonra korkmaya başladım. Bu kadar gerçekle ne yapacaktım? Ne öğrenmeyi istiyordum bilmiyordum ki. Neyi öğrenmek istemiyordum onu dahi bilmiyordum. Çünkü ben her şeyi istemiştim. Ama şimdi fark ediyordum ki her şey karşımda olsa dahi ben her şeyi kavrayabilecek bir akla sahip değilim. Her şeye sahip olamayacağımı her şeyi karşımda bulunca anlamıştım. Bunu fark etmemle beraber sonsuz bir uçurumda yuvarlanıyor gibi, çarklar arasında öğütülüyor gibi, üzerime koca bir kütüphanenin bütün rafları devriliyor gibi hissettim kendimi. Navigasyon bu kadar gerçek karşısında bozuldu. Bozuk plak gibi tekrar tekrar rota yeniden hesaplanıyor dedi sesine endişe katan cızırtılarla. Yolumu kaybettiğimin o da farkındaydı; o yüzden bütün rota hesaplamaları sonuçsuz kalıyordu. Bir süre sonra navigasyon cihazı çok ısındı ve onu elimden atmak durumunda kaldım. Cihaz artan cızırtılar ve elektrik kontaklarıyla yandı bitti kül oldu. Dikkatimi navigasyondan gerçeklere geri çevirdiğimde, gerçeklerin ağırlığı bir büst gibi kafatasımdan içeri bastırıverdi. Zift gibi yapışkan, siyah ve boğucu bir dehşet gözlerimden içeri sökün ediyordu. İnsafsız hava aracından atılmış bir kimyasal bombadan başını masanın altına sokarak korunmaya çalışan birinin amiyane ve cahilane ve acizane ve yegâne ve cansiperane çaresizliğiyle büzüldüm ve başımı gerçeklerden başka bir tarafa çeviremez halde, küçük adımlarla geri gitmeye başladım.

Arkamda birinin varlığını hissettim.

Kategori:2017hikaye

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir