İçeriğe geç

Kategori: hikaye

Dolgu

Kapı aralıktı. “Merhaba Orkun Bey.” diyerek içeri girdi hanımefendi. “Ben 16:30 randevunuzum da, asistanınız yoktu dışarıda. Gelebilir miyim?”

“Oh, tabii ki, buyurun.” dedi dişçi. Dolgun bir sesi vardı. Hanımefendi çantasını girişteki sandalyeye bıraktı ve dişçi koltuğuna kuruldu. “Bir saniye bekleyin lütfen, hemen geliyorum.” dedi dişçi. Masasındaki randevu listesinden kadının ismine baktı göz ucuyla.

Bütün Sesler

Musa Erdoğdu

12 Nis 2015

Hatırın bir miladı vardır. Şimdiden geriye adım adım giderken, parçalarına ayrılan bir uzay aracı gibi suskun bir çekimsizlik içinde savrulur hatıralar; dönüp bakınca anlarız ki onlar bizden pek uzak zamanlarda ve pek uzak mekânlardadırlar. Bir nehri geçerken üzerinden seke seke atladığımız taşlar gibi, zaman ekseninde ilerleyişlerimiz sıçramalara dönüşür. Ve büyük patlama gibi insanın aklının alsa dahi aslında alamadığı o milada yaklaştığınızda acayiplikler meydana gelir: Keskin renkli görüntüler, ayırıcı sesler ve hoş dokular kesikli bir hâlde, bir süreksizlikte, bütününün bizden uzaklaştığı parçalar hâlinde çıkar karşımıza. Bu süreksizlik düzleminde en büyük mesele, çok sivrilen hatıraların olup olmadığıdır. Eğer çok sivrilmiş hatıralar varsa bir uçdeğerin yaptığı gibi etrafındaki her şeyi bastırır; bir beyaz cüce gibi küçük ve yoğun olan “milat” da, verideki bu uçdeğerlerden dolayı görünmez hâle gelir.

Tersine

Uzun geceyi ardında bıraktı Orhan. Bu güzel anda kendisini kaybetmek istiyordu; ama asıl mesele kendini kaybetmemekti, biliyordu. Öğrenmişti ki eğer kendini kaybedebilecek hâldeyken kendini kaybedersen güzelliğin üstadı olamazsın. Orhan’a göre bir üstadın en önemli özelliği güzellik karşısında mest olmayışı; güzellik karşısında – o saf, mükemmel, dokunulamayan güzelliğin karşısında dahi – kendine mukayyet olabilmesiydi. Bunu üç yıl önce kendini sır denen acayip bir şeyi bulmaya adamış ve sonunda intihar etmiş komşusundan duymuştu. Orhan, demişti komşusu, evladım bak ahir zamandayız, güzel dediğimiz her şey ayan beyan ortaya saçılmış ve kirletilmiş durumda. Orhan, evladım, bak, sen çok iyi bir çocuğa benziyorsun; sakın bu ayan beyanlıklara kanmayasın! Orhan, evladım, bak, sen sakın onlara bakma! Orhan, evladım, güzellik nedir bilir misin? Orhan, güzellik dediğimiz şeyi sabırdan gayrı bir şeyle elde edemeyiz. Orhan, demişti amca, omuzlarını tutup, güzele ulaşmanın yolu sabırdan geçer; çünkü ancak sabır bizi ehlileştirir. Sabır bizi ehlileştirir ve böylece güzele ulaştığımızda ondan mest olup kaybetmeyiz kendimizi; hayır, sen sabırla ehlileştiğin vakit, işte o zaman sen bu güzelliğin hakkıyla farkına varabilirsin.

Trol

Bir kadın oturuyordu sahildeki bir bankta. Telefonunun çalışından irkilmesi, uzaklara dalışının emaresiydi. Sonra kendine geldi çabucak ve hattın öteki tarafındakine kısa cevaplar verdi: “Alo. Evet. Sahildeyim. Tamam. Geliyorum.”

Telefonu gelişigüzel çantasına atışı gibi gelişigüzel kalktı banktan. Heyecan ve korkusunun tecellisi olan bu gelişigüzellikten sağlam adımlar atarak sıyrılmaya çalıştı. Yazık bana, diye düşündü, yazık bana. Onu görmekten korkmamalıyım artık; yol kat ettim diyordun, hadi ispat et! Yol kat edemeden iki kere çarpıldı: Biri bir insan bedeni olmalıydı, diğeri ise denizin soğuk yüzüydü. Denizin vücudunu titreten gürültüsü doldu kulaklarına ve hücreleri şoktan donamamışken henüz gözlerini kapatmayı akledebildi ve göremez hâlde su yüzeyini bulmaya çalıştı bir yandan da kolundan kaydığını hissettiği çantasını kendine çekmeye çalışırken.

Soğuk Rüya

Puslu yerlerden geliyorum. Soba sıcağı. Üstümde kalınca bir yorganı bütün haşmetiyle idrak ediyorum ilkin. Kalp atışlarım ve nefesim geliyor sonra. Gözümü açamayacak kadar yorgunum. Uzakta adımlar var. Adımlar pıt pıt gidip geliyor. Tahta kaşık yoğun çorbayı karıştırıveriyor. Bir öksürük tutturuyorum. Adımlar hızla yaklaşıyor, ben de o esnada gözlerimi açıyor ve

SÜPERNOVA

Durgun bir akşamüstünde yavaş adımlarla parkı arşınlıyordu. Parkta tozlanmış bir huzur vardı: Günbatımında parlayan polenler etrafta uçuşuyor, yaşlı teyzeler banklara ikişerli üçerli oturmuş dedikodu yapıyor ve anneler de oyun alanındaki çocuklarını izliyorlardı. Anneler birbirleriyle çocukları üzerinden samimiyet kurma gayreti içinde görünüyorlardı. Çocukların gürültüsü bile parka hâkim olan tozlu huzuru silkeleyemiyordu. Garip bir şekilde çocuklar da sanki bu tozlu huzur tarafından uyuşturulmuş gibiydi. Bağırıp çağırıp koşsalar da gürültü belirli bir eşiğe kadar çıkıyor ve ötesine geçemiyordu. Ağaçların konumundandır belki diye düşündü yavaş adımlarla parkı arşınlayan yaşlı ve yavaş adam. Parkın normal yürüyüş yolunun yanında bir de koşu parkuru vardı tartan zeminden. Yaşlı adam bu parkurda yürüyordu. Yanından geçen genç koşuculara kamburundan dolayı yere dönük başını kaldırıp bakıyordu ara ara. Bir zamanlar kendim de böyle olabilirdim ama olmadım diye iç geçirdi. Kamburum olsa da çok şükür hâlâ bastonsuz yürüyebiliyorum diye teselli etti kendini. Gerçi oğulları sürekli söylüyordu baston alsın diye çünkü bastonsuz çok yavaş yürüyordu. O da onlara öyle demeleri üzerine şu hikâyeyi anlatıyordu: Gâvurlar bir gün bir kabile halkının yaşadığı bir adaya gitmiş ve bu gâvurlar kabile halkından kendilerini adadaki volkanın zirvesine çıkarmasını istemiş. Kabile reisi de iki üç yiğit delikanlı ayarlayıp gâvurlara rehber etmiş. Hızlı hızlı çıkmaya başlamışlar volkana, derken bir süre sonra yorulup mola vermişler. Dinlenmişler etmişler ama gâvurlar bakmış ki bu kabiledekiler de dinlenmiş gözükmelerine rağmen hâlâ oturmuş halde bekliyorlarmış. En sonunda gâvur-tabii gâvur dediğin sabırsızdır zaten- dayanamayıp sormuş dinlendik devam etmiyor muyuz diye. Adamlar da ruhlarımızın buraya gelmesini bekliyoruz demişler. Yaşlı adam da herkese bu hikâyeyi anlattıktan sonra ben ruhumla beraber yürüyorum diyerek baston almayı reddediyordu.

Derken bir bomba patladı.

Bir Yalnızın Doğuşu

Bu hikâye Şiar dergisinin 33. sayısında (Mart-Nisan) yayımlanmıştır.

Hikâye uzar, uzadıkça karışır, karıştıkça kötüleşir, kötüleştikçe anlatılmaz olur. Sessizliğin doğuşudur bu. Sessizlik doğduktan sonra da gerisi gelir zaten. Bu kadar karışık düşünmezdim eskiden. Sanki eskiden daha basit bir aklım vardı; sebep ve sonuçlar daha netti. Günün akışına kapılmak imkânı vardı. Herkes eve varma hevesiyle kimseye bakmadan yoluna devam ediyordu demiyordum eskiden, ben de bizzat o kalabalıkta, kimseye bakmadan yoluna devam edenlerdendim. Bunları düşünmeyenlerden. Oysa şimdi, vapurdan inince onlar gibi gitmeye gönlüm el vermedi. Gitmedim onlarla.

Mübah

Yağmur başlayacaktı. Hızla geçti ışıkların oradan karşıya. Kaldırımda temkinli adımlarla ilerledi. Seslerin birbirine girdiği, gökdelenlerin insanın üstüne geldiği bir keşmekeşi aşması lazımdı. İleriki ışıkların orada durdu. Yukarı baktı. Bir gökdelen vardı; o kadar yüksekti ki gökdelen, bulutlar sarmıştı üst katlarını. Yürüme vakti. Gök gürledi ilk adımını attığında. O ilk adımı sanki bu dünyada yaptığı en kudretli eylemdi. İçine anlamsız bir sevinç geldi.

Piyango

Geçip gidiyordu ki bir anlık gafletle arkasını dönüp dilenciye baktı. Beş parasız, beş para bekler hâline. O da bu günlerden geçmişti. Hayat ne de garipti, ne hızlıydı akış…

“Bir beşlik atsaydın ya kardeş…”

Merhamet Oyunu

MERHAMET OYUNU

(Nazif’in evinin salonu. Oda karanlık, yalnızca şöminenin loş ışığının önüne oturmuş Güzide ve kardeşi Mine görünüyor. Güzide, seyirciye arkası dönük, şöminenin kenarında hıçkırarak ağlamakta. Mine elini Güzide’nin omzuna koymuştur, o da seyirciye dönük bir hâldedir. Karanlık bırakılan sol tarafta kapı yavaşça açılır.)

GÜZİDE: (Hıçkırıklarının dinmesi biraz vakit alır.) Lütfen… git.

NAZİF: (Karanlık taraftan aydınlık tarafa doğru yürürken) Lütfen, izin ver-

GÜZİDE: (Yüzü hâlâ şömine tarafına dönük, elini ona doğru kaldırır.) Lütfen, gelme, git! Seni… seni affetmem lazım.