Musa Erdoğdu
12 Nis 2015
Hatırın bir miladı vardır. Şimdiden geriye adım adım giderken, parçalarına ayrılan bir uzay aracı gibi suskun bir çekimsizlik içinde savrulur hatıralar; dönüp bakınca anlarız ki onlar bizden pek uzak zamanlarda ve pek uzak mekânlardadırlar. Bir nehri geçerken üzerinden seke seke atladığımız taşlar gibi, zaman ekseninde ilerleyişlerimiz sıçramalara dönüşür. Ve büyük patlama gibi insanın aklının alsa dahi aslında alamadığı o milada yaklaştığınızda acayiplikler meydana gelir: Keskin renkli görüntüler, ayırıcı sesler ve hoş dokular kesikli bir hâlde, bir süreksizlikte, bütününün bizden uzaklaştığı parçalar hâlinde çıkar karşımıza. Bu süreksizlik düzleminde en büyük mesele, çok sivrilen hatıraların olup olmadığıdır. Eğer çok sivrilmiş hatıralar varsa bir uçdeğerin yaptığı gibi etrafındaki her şeyi bastırır; bir beyaz cüce gibi küçük ve yoğun olan “milat” da, verideki bu uçdeğerlerden dolayı görünmez hâle gelir.
Süslü laf kalabalıkları yaptığıma bakmayın; bunları ben de yakın zamanda öğrendim. MİLADA YOLCULUK adlı bir kitaptan. Saman kağıdına basılmış, cildi neredeyse kopup ayrılacak hâle gelmiş, kapağına basit bir uzay resmi konmuş; beyaz harflerle de kitap ve yazar ismi kapağa öylece yerleştirilmiş. Kitaba annem ve babamın vefatından sonra evdeki eşyaları ayıklarken denk gelmiştim. Aslında çoğu şeyi bağışlama kararı almıştık; ama her şeyi bağışlamadan önce kendimize hatıralık eşyalar bulalım demiştik. İşte o gün ben kitapları karıştırıyordum. Evlendikten sonra, bekârken okuduğum kitapların hiçbirini yanıma almamıştım, şimdi birkaçını alayım bari diye düşünmüştüm. Kitaplar beni hatır yolunda geri döndürmüştü: Çocukken okuduğum Küçük Prens ve Şeker Portakalı, lise vakti okuduğum Erbain, İnce Mehmed ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü; sonra üniversitedeyken okuduğum Sinekli Bakkal, Dövüş Kulübü ve Tehlikeli Oyunlar… Uzaktan bakınca daldan dala atlamışım demiştim; ama hayat da öyle değil mi zaten? Hatır yolunun koyu gölgeleri, kızıl güneşi ve gitar tıngırdatmaları huzur dolduruyordu içime. Ara ara annemlerin vefatından esen rüzgârlar üşütmese bir de… Bu rüzgârlar her bir odada başka bir şeyle meşgul kardeşlerimi de vuruyor olmalıydı ki odalardan sessiz kalamayan hıçkırıklar geliyordu. Her birimiz, her birimizin çok özel ve ne kadar kötü olursa olsun mukaddes olan o hatır yolunda bir yolculuğa çıkmıştık. Birbirimize mesafemizin birkaç metre kadar olduğuna inanmak güç geliyordu.
İşte tam da bu düşüncelerle mest olurken geçmişti elime o kitap. En ulaşılmaz rafın en düşünülmez köşesinde duruyordu. Daha önce de bu tip kitaplar görmüştüm; apartman görevlisine bilmem hangi dairenin eskiciye verirsin diye itelediği kitap yığınları olurdu ya, onlardandı bu kitap da. Kıyamet senaryoları dolu astroloji kitapları, hayalet fotoğrafları içeren metafizik kitaplar, cinler ve meleklerin dokunduğu hayatların travmatik ya da mucizevi hikâyeleri, yüz kızartıcı soruların terbiyesizce cevaplandığı kitaplar, dünyanın en gereksiz listelemelerini ve bilgilerini içeren gayriciddi ansiklopediler… Bu tür kitapların biri ya da birkaçı kimin aldığı bilinmez bir şekilde her eve girer diye düşünürdüm. Bir heves alınmış, sonra unutulmuş, çok sonra evin annesi büyük bir temizliğe giriştiğinde de ne gerek var denerek ömrünü tamamlayan kitaplar. Ne hikmetse Orhun Kitabe’nin yazdığı MİLADA YOLCULUK bu akıbetten kendini koruyabilmişti. Kimin aldığı, ne zaman alındığı ve neden alındığı bilinmediği gibi neden atılmadığı da bilinmeyecekti.
Kitabın arkasını çevirdim: “Hiç ilk hatırladığınız şeyi merak ettiniz mi?” diyordu, “Ünlü nörolog ve kuvantum uzmanı Orhun Kitabe’nin bu kitabıyla hafızanızın sınırlarını zorlayacak ve şimdi ilk hatırladığınızı düşündüğünüz şeyden çok daha geriye gideceksiniz…” diye de devam ediyordu. Bu tanıtıcı yazının altında, önlüğüyle poz vermiş; gözlüklü, siyah saçlı ve yüzü tıraşlı sıradan bir adam vardı. Belki de rastgele bir doktor resmini kırpıp koymuşlardı, kim bilir? Biraz gülerim ve içeridekileri de güldürürüm diye kitabı okuyayım dedim. Ama pek de öyle olmadı. Saman kağıdının hışırtısını duyar duymaz sanki işe yaramaya başladı kitap. Bir şeyler parladı aklımda: Tıkalı burundan alınan hırıltılı bir nefes, televizyondaki tarih programında vurgusuz vurgusuz konuşan adamın sesi gibi bir şeyler. Ne olduğunu anlayamadım, bir bütüne kavuşturamadım. Neyse deyip Önsöz’ü okumaya koyuldum: Arka kapaktaki vaatler sıkıcı bir şekilde yineleniyordu, kuvantum kelimesi kullanıla kullanıla içimi baymıştı. Galiba kitapta pek komik bir şey bulamayacağım diye düşünüp sayfayı umutsuzca çevirdim.
“Siz söylemeden biz söyleyelim,” diye başlıyordu; “siz bu kitabın sayfalarını çevirir çevirmez aklınızda bir şeyler canlandı, değil mi?”. Afalladım. “Çünkü bu sıradan gördüğünüz sayfalar, kuvantum bilgisiyle özel olarak düzenlendi ve sayfanın dokusu, çıkardığı ses ve görüntüsü, sizin MİLADA YOLCULUĞUNUZUN ilk adımı olarak özel olarak tasarlandı. Kuvantum ilmi gelecek yüzyılları şekillendirecek bir ilim olarak pek az kişinin vâkıf olduğu bir alandır. Bendeniz, sizinle MİLADA YOLCULUK etmek için bu ilmi zorlu tıp tahsilimin yanında öğrenmiş bulunuyorum. Çünkü bu yolculuk aynı zamanda sizlere hafızanızın kapılarını aralayacak.”
İnsan doğaüstü bir şeye inanmayagörsün; hemen bunu kutsamak istiyor, kendisini de bu olayın şahidi hatta belki de öznesi olduğu için kutsuyor. Ona inanmak için bütün yanlışları, çelişkileri göz ardı ediyor. Yaşanılan ikna edicidir; inanç da çoğunlukla yaşanılanın üzerine inşa edilir. Benim de inanasım geldi bu milada yolculuğa o anda.
İlerlemeye devam ettim belki başka şeyler hatırlarım diye. Kitap üç kısma ayrılıyordu: MİLADA YOLCULUKTA BESLENME, MİLADA YOLCULUKTA ZİHİN EGZERSİZLERİ ve MİLADA YOLCULUK İLMİ. Yazara göre beslenme çok önemliydi; hafızayı güçlendiren acı biber gibi yiyecekleri her öğün abartılı miktarlarda yemek gerekiyordu. Zihin egzersizleri ise acayip kelimeleri tekrar etmek, bilmem kaçıncı senfoniyi dinlemek ve hafıza oyunu oynamaktan ibaretti. Son bölümde ise yazar hatırlamanın değil de saçmalamanın ilmini tahsil etmişçesine Allah, astroloji, kuvantum, mason örgütler, Çanakkale Zaferi, Hz. İsa, Ay’a ilk iniş, Panama Kanalı ve pop şarkıcılarını bir potada eritiyor ve büyük güçlerin asıl amacının bize her şeyi unutturmak olduğunu iddia ediyordu. Sonra birkaç kuvantum eşitliği yazıp, her şeyi her yere bağlayıp, milada yolculuk ilmini anlaşılmaz kılarak mümkün gösteriyordu. Hatta o büyük güçler yüzünden bu kitap meşhur yayınevlerinden de çıkamamış da yine de cesur Buradayız Yayınevleri sayesinde kitap basılabilmiş. Biz de bu kitabı eline geçirebilmiş şanslı insanlar olarak olabildiğince bu ilmi yaymalıymışız da falan filan.
Kırılan cam sesi bu saçma yolculuğu kesti. İçeri koştuğumda kırılmış vazoyu gördüm. Annemin, dedi kardeşim, en sevdiklerindendi. Durduk. Kanal değiştirirkenki o bir anlık karanlıktaki kadar kısa bir sonsuzlukta kalakaldık. Birbirimize sarılarak çıktık o andan. Sonra diğer kardeşlerim de geldi. Ne olduğunu bilmiyorlardı ama evdeki melankoliye uygun bir kompozisyon oluşturduğumuzdan sormadılar bile.
Zaten pek gülmelik ortam olmadığı için kitaptan bahsetmedim; ama nedense atamadım da, eve götürüp bir ömür daha geçireceği kuytu bir rafa diğer kitaplarla beraber yerleştirdim. Ara ara aklıma o ses geldi sadece -kitabın sayfasını çevirdiğimdekini diyorum-. Bir ara, aklım bir şeyleri canlandırmak için zorladı kendini sanki. Dönmeyen bir dişliyi döndürmeye çalışmak gibi bir çabaydı bu: Aklım bir anda parçalanacak ve kötü şeyler olacak diye korktuğum bile oldu. Akşamları, uyku öncesi sessizlik çöktüğü zaman bu ses beni avlar oldu. Öyle ki bazen sesin düşüncesi beni uykumdan uyandırıyor ve o hışırtıyla baş başa kalıyordum.
Birkaç hafta bu sesi kimseye anlatmadım. Anlattığımda da kısmen anlattım: Gece uyanıp sürekli aynı sesi duyuyorum dedim sadece. Allah Allahlarla karşılandım; bir doktora git barilerle kendimi bir doktorda buldum. Her şeylerime bakıldı da bir şey çıkmadı. Belki de tetkiklerin etkisiyle, sesleri duyma sıklığım azaldı diyebilirim. Sıklığı azalınca da boş verdim. Derken, bir gün rüyamda şu dizeleri işittim:
Sıkıntılı nefesim;
Yaşamaya da ölmeye de yetmeyen nefesim.
Bu dizelerden sonra yine o hışırtı sesi geldi ve korkuyla uyandım. Bu dizeler son demlerinde şiir yazmaya başlamış olan KOAH hastası amcama aitti; nefes alamamaktan illallahı gelmişti ve zaten çok geçmeden de vefat etmişti. Hışırtı sesine şimdi zorla nefes alan birinin o debelenme sesi de eklenmişti. Bu sesler hışırtıyla beraber kafamda birkaç dakika boyunca döndü durdu. Debelenme sesi öylesine tiksindiriciydi ki bir an bende kusma isteği bile doğurdu.
O geceden sonra birkaç hafta bu sesler sustu ama bu sefer de haricindekiler başladı. Bütün seslere karşı aşırı duyarlıydım: Masada işkence edilirmişçesine titreyen cep telefonunun sesi, tahta sandalyeye oturulduğunda gelen mihnet dolu gıcırtı, fabrika ekipmanının boğucu yakarışları, dökülen yaprakların hüzünlü sürüklenmeleri, tüten bacanın efkârlı oflayışı, vapurun köpürttüğü suyun bir gazozunkine benzer çıkardığı pıtırtılar, metronun sonsuzluğa götüren uğultusu; hepsi kafamda büyüyor, büyüyor ve büyüyordu.
Sonra fabrikada benim rahatsızlığımdan haberdar bir delikanlı, “Abi biliyon mu sesler uzayda hiç kaybolmazmış.” dedi. “Hani, yani, biz böyle konuşurmuşuz da mesela sen duyarmışın ama sonra o ses gidermiş de gidermiş. Acaba mahşer günü de sesler bu yerden mi? Bu şekilde mi amel defterimiz dürülecek? Sen de bunları mı duyuyon yoksa?” Cevap vermeye yeltenemedim çünkü başım çatlayacak gibiydi. Öyle ki artık herkesin çiğneme sesini duymaktan yemek bile yiyemiyordum. “Bebeklerde de öyledir ya,” dedi eşim, “onlar bizim duyamadığımız sesleri duyarlarmış; ondan öyle korkarlarmış toplu alanda filan.”.
Dayanamadım ve yine doktora gittim. Kulağımdaki aşırı hassasiyetin tıkaçlarla önüne geçmeye çalıştılar. Bu sesler gidince gece sesleri geri geldi bu sefer de. Hem de yanlarına “Abi” sesi de eklenmişti. Fabrikadaki delikanlının sesi değildi; ama kime ait olduğunu da bulamıyordum.
Sonra bir gün, “Abi” diye başladı delikanlı mescidden çıkarken yine, mescid çıkışı ayaküstü varoluş muhasebesi yapmaya kalkmıştı, ben de onları düşünme o kadar sen iyi kul olmaya bak nevinden bir şeyler demiştim konuyu kısa kesmek için. Buralar önemsiz tabii, ama sonra o delikanlı tetikleyici cümleyi söyledi: “Haklısın Musa abi.”
Ne oldu diyeceksiniz, ne var dediğinde? “Abi” var. Bu kelime bir şeyler parıldattı aklımda. Kafamda yankılanan sesin kime ait olduğunu çıkardım: Çocukluk arkadaşımın kardeşine aitti! Evet, hatta ismi de… Veli! Gülümsemem delikanlının şaşkınlığına gitti tabii; yok bir şey deyip gittim çabucak. Yapbozumun ilk parçasını bulmuştum. Veli’yi birkaç kez görmüştüm en fazla; çok küçük olduğu için bizle oynamazdı, ben de anca arkadaşımın evine gittiğimde görürdüm. Sanırım bu abi sesi de arkadaşımın annesi bizi mutfağa kek yemeye çağırdığındaydı gibi bir şeyler. Biz hemen gitmemiştik mutfağa, Veli de abi diye bağırıp odaya gelmişti; evet, evet… Şimdi geriye bir KOAH hastasının nefesi ve sayfa hışırtısı kalmıştı. Biraz zihnimi zorladım; ama bir şey gelmedi aklıma. Sonra, dur dedim içimden, bir saniye, MİLADA YOLCULUK mu ediyorum yoksa? Kitapta söylenen hiçbir şeyi yapmamıştım oysaki. Bir tevafuk olacaktı bu herhalde. Olayların birbirine bağlıymış gibi ard arda geliverişinden fazlası olamazdı. Yine de, denk gelmelerden daha fazlasını istedim nedense. Eve gidince amcamın bize kendisinin bastırıp hediye ettiği şiir kitabını buldum ve o dizelerin geçtiği şiiri aradım. Kayıtlara geçmesi için şiiri aynen buraya aktarıyorum:
Nefes
Nefesim.
Ah nefesim.
Seni güzelce aldım;
Bir ilkbahar akşamının ılık yeli gibi huzurla
Yalnızca bir yaz sabahında, iğde altında,
Rüzgârın kucağında,
Seni huzurla aldım.
Nefesim.
Ah nefesim.
Seni mutsuz aldım hep;
Babam, anam, abim öldüğünde hıçkırıklarla,
İlk aşkımdan ve sonrakinden ayrıldığımda efkârla,
Fenerbahçe Galatasaray’a her yenildiğinde buruk bir acıyla,
İş bulamadığım her Allah’ın belası günü derinden bir isyanla,
Çalışmaktan imanımın gevreye gevreye bir hâl olduğu zamanlarda,
Çocuğumun engelli doğacağını öğrendiğim o kara çarşambada,
Ve karımın o veledi doğurmaya çalışıp da öldüğü o daha kara çarşambada
Ve sonra o engelli belanın da üç aylıkken öldüğü o yine kara çarşambada,
Büyük bir yalnızlıkla, seni ölesiye aldım.
Nefesim.
Ah nefesim,
Sıkıntılı nefesim;
Yaşamaya da ölmeye de yetmeyen nefesim.
Altında da şu not vardı: “İlk kıta dize uzunlukları bakımından normal bir nefes alıp vermeyi simgelerken, ikinci kıta alınan ve bir türlü verilemeyen hastalıklı nefesi simgeliyor. Son kıtada ise nefes alınıyor da verilemiyor, yani ölünüyor.” Amcamın birkaç kere zorla bana okuduğu şiirlerden düşündüğüm kendisinin kötü bir şair olduğu ve şiirle son günlerinde bir şeyle uğraşmış olmak için uğraştığıydı; ama şu notu okuyunca, nasıl desem, içim yandı. Ne vardı ki biraz ilgilenmiş görünseydim, biraz yüreklendirseydim? Babamın amcamla dalga geçmesi geldi aklıma, kim bilir ne kadar üzülmüştür içten içe. İçim yanmasına yandı işte; ama aklımda bir şey yakmadı bu. Daha ileri gidemeyeceğimi anlayınca, bu işi bir şey hatırlamadığım sürece daha fazla kovalamamaya karar verdim.
Bu kararım sesleri etkilemiş olacak ki, sonraki birkaç hafta sessiz, hatta huzurlu geçti. Geceleri uyanmadım, sesler büyümedi, hatta tıkaçları da çıkardım. Sonra, hikâye olacağı varmış ya, tam da bunları iyice unutmuşken, bir gece tuvalete kalktığımda, içeri adımımı atar atmaz bir şeye çarpmışım gibi yere yığıldım. Gözlerim kararmıştı tamamen, sanki üzerime bir şey bastırıyordu kalkmamam için. Bir yandan da bütün sesler üzerime geldi. Önce fabrika ekipmanlarının metal sesleri geçti üzerimden; sonra hayatım, canım, oğlum, abi, kardeşim, dostum, kanka sesleri saldırdı dört bir taraftan; duyduğum tüm şarkılar bir kakafoni hâlinde aklımı tırmaladı ve sonra günlük yaşamın olağan sesleri kum fırtınasındaki kum taneleri gibi her bir zerreme tüm zerreleriyle vurdu ve en sonunda da o üç ses; hışırtı, nefes ve abi sesleri beni bayılttı. Bir beyazlığa vardığımı hatırlıyorum; bu muydu acaba milat? Heyecanlandığımı hatırlıyorum, baygındım ama hatırlıyorum ve hatta kalp atışlarımın arttığını böyle sanki o beyazlıktan kurtulup bir şeylere uzanacakmışım gibi-
Sonra eşimi karşımda buldum. Yüzüme vuruyordu. Gözümü açınca sevindi. Bir şey dedi. Anlamadım. Sonra bir şey daha dedi. Sonra oğlumu gördüm. Ağlamış; şimdi o da sarılarak bana bir şeyler diyordu. Kulağım acıyordu. Ses yoktu. Tıpkı o gerçekçi olması için sessiz olan uzay filmlerindeki gibiydi. Bütün sesler yok olmuştu; sessizliğin uzayında hem huzurlu, hem de tedirgindim. Kafamı sallayabildim sadece, elimi güç bela kulağıma götürüp duyamadığımı anlatmaya çalıştım. Apar topar hastane falan filan derken anladık ki sağır olmuşum. Doktor birkaç sebep saymaya çalıştı eşime; belki fabrikanın o gürültülü makinelerindendi, ya da aşırı stres, ya da genetik bir şeyler… O birkaç ay önceki aşırı ses şikâyetim olacakların habercisiymiş belki de. Ne fark eder ki, olan olmuştu. Ben de bu sayede işten emekli edilmiştim. Tüm şu MİLADA YOLCULUK işi de yalandı zaten de; bu sayede tamamen arkamda kalmış oldu. İşte, siz nasıl bu hikâyenin sonuna bu gizemden geliyorsanız, hayat da öyle. Gizemi kovalamamızın tek sebebi başka bir cevap ihtimali; ama anladığım kadarıyla öyle bir şey yok.
Şimdi hem sağır hem emekli olduğum için hikâye yazmaya başlayayım dedim. Bu yazdığım tam olarak hikâye sayılamaz gerçi; bu, hikâye yazmaya başlayışımın hikâyesi. Umarım beğenmişsinizdir. Beğendiyseniz beğen tuşuna basmayı unutmayın, yakınlarınızla paylaşın… Hikâyemi bu hikâyede de yeri olan amcama adıyorum. Gelecek hikâyelerimi sesler üzerine kurmayı düşünüyorum: Onları sonsuza dek kaybettiğim için özlemle yüceltebileceğim ve hakkıyla anlatabileceğim yegâne şeyler onlar. Tekrar görüşmek üzere sevgili takipçilerim, hoş ve esen kalın.
56 kişi bunu beğendi.
İlk Yorumu Siz Yapın