İçeriğe geç

Bir Yalnızın Doğuşu

Bu hikâye Şiar dergisinin 33. sayısında (Mart-Nisan) yayımlanmıştır.

Hikâye uzar, uzadıkça karışır, karıştıkça kötüleşir, kötüleştikçe anlatılmaz olur. Sessizliğin doğuşudur bu. Sessizlik doğduktan sonra da gerisi gelir zaten. Bu kadar karışık düşünmezdim eskiden. Sanki eskiden daha basit bir aklım vardı; sebep ve sonuçlar daha netti. Günün akışına kapılmak imkânı vardı. Herkes eve varma hevesiyle kimseye bakmadan yoluna devam ediyordu demiyordum eskiden, ben de bizzat o kalabalıkta, kimseye bakmadan yoluna devam edenlerdendim. Bunları düşünmeyenlerden. Oysa şimdi, vapurdan inince onlar gibi gitmeye gönlüm el vermedi. Gitmedim onlarla.

İçimde sıkıntı koca bir balon. Biraz oturayım. Bankta, sakince. Allah’a biri bana laf atmasın diye dua ettim. Bu kadar korkarken neden gelip oturdum ki? Erkek olmak güzel olurdu diye geçirirdim içimden, laf atılma korkusu gibi bir şeyleri yok onların. Bu korku çok acayip bir şey; elle tutulmayan, o yürüyüp gidenlerin görmekten aciz olduğu bir korku. Galiba böylesine doğrudan bir ahlâksızlığa alışkın değil insan evladı fıtratı gereği.

Aklım gidiyor yine o güne. Ne zaman gitmiyor ki, ne zaman oradan geliyor ki… Daha on üç yaşında mı neyim; kargacık kurgacık bir hâldeyim, çocukluktan bile çıkmamışım. Sadece, bedenim, biraz, değişmiş. O kadar. Sahilde oturmuştum böyle. O ahlâksız belki benden bir yaş büyüktü; saçlarının yağından sadece pazar günleri banyo yaptığı anlaşılıyordu, soluk lacivert bir kot pantolonu ve ucuzluğu her yerinden belli olan tiftiklenmiş bir kazağı vardı. “Yanın boşsa biz de oturalım mı?” demişti gülerek, bir yandan da yanındaki birkaç çocuğa dönmüştü; bakın ben ne kadar erkeğim de tanımadığım bir kıza laf atıyorum ve o bir şey diyemiyor düşüncesinin gururuyla.

Kalakalmıştım. Yüzümün kızarması; buna engel olmak istedikçe daha da kızarması. Galibiyet sarhoşluğu yaşayan çocuk, bunu bir galibiyet işareti belleyip yanıma oturmaya cüret etmişti. Arkasındakiler “Oooo” yapıp gülerlerken artık utançtan değil öfkeden kızarıyordum. Onlara bağırasım vardı; ama sesim çıkmamıştı, çıkamamıştı; sesimi kısan bir şeyler vardı. O gün ilk defa kadının ve erkeğin iki ayrı cins olarak farkına varmıştım: Erkek cüretkâr olurdu çünkü kadını korunmaya muhtaç görürdü; kadın ise korkak olurdu çünkü erkeği korumaya hevesli görürdü. O sahne, içgüdüsel eğilimlerimizin dışavurumuydu. İkimiz de durumun rezilliğine rağmen rollerimizi benimsemiş haldeydik. Basit bir ergen rezaleti; ama getirdiği manalar baki.

Tam da bunları düşünürken yanıma biri oturdu. Bunları düşünürken yanıma birinin oturması ödümü kopardı. Birden kendimi ürkek bir ceylan gibi hissettim; işte aslanın geldi, kaç ceylan kaç! Kendimi hor görüşüme, aczime kızdım. Tüm bu öfke koca bir saniyeye sığdı. Adam ise benden öte tarafta oturmuş, telefonunda bir şeylere bakıyor, bir yandan da elindeki ahı gitmiş vahı kalmış pet şişedeki suyundan yudumluyordu. Kendime sakin olmayı telkin etsem de fayda etmiyordu; o rezil gün bir hayalet gibi ruhumda dolaşıyordu. Kalkıp gidebilirdim. Tüm korkumu ve öfkemi yutmamı sağlardı bu. Ama yapamıyordum. Yapmıyordum. Kaskatı kesilmiş bir şekilde duruyordum sadece.

Adamın “Pardon,” demesiyle panik oldum. Normal davranmalıydım. Sesimi toparlamaya çalıştım ve “Buyurun.” deyip adama döndüm.

Memura benziyordu. Dümdüz, anlamsız bir suratı vardı. Gözlerinin feri sönmüştü; bu sönüklük biraz olsun rahatlatmıştı beni. Adam sana laf atmayacak, diye geçiriyordum içimden sürekli, adam sana laf atmayacak.

“Telefonumun şarjı bitti de, acaba bir arama yapabilir miyim sizin telefonunuzdan?”

Adam masumane söylemişti kesin ama bende o masumiyet yok ki. Telefonumdan kendisini arayacaktı ve sonra numara kendi hattına sizi bu numara aradı diye düşecekti ve sonra adam beni sürekli arayacaktı ve sürekli taciz edecekti ve-

“Ha-hayır. Benim, de, ne tesadüf, şarjım bitik de.”

Kendimi çığlık atmamak için zor tutmuştum. Denize düştüm yalana sarıldım. Bedenimin tir tir titremesine zor hâkim oluyordum ve ter boşalıyordu sırtımdan ve sonra her şey bitti basitçe:

“Hay Allah. Neyse, iyi akşamlar.”

O gün de, çocuk aynı böyle banka oturmaya cüret edebilmişti. Sonra bir yılan sinsiliğiyle yavaş yavaş yaklaşmıştı, sonra çocuklar “Oooooo” diye bağırıyordu, sonra tam tıslayıp sokacaktı ki beni, ayağa kalkacak cesareti bulabilmiştim. “Ne oldu güzelim, korktun mu?” demişti, gülerek. Gözlerinde dehşete düşürücü ama kendisinin dahi farkında olmadığı bir alev vardı. Ayağa kalkabilmiştim ya; kaçmak kolaydı artık. Kahkahaları her nefes verişimle daha da uzaklaşıyordu. İşte o gün ergenliğe girdim. Kimse bilmedi.

Oysa bugün, öylece gitti ya o adam, ferahladım tabii; ama bir yandan da üzüldüm. Onu o kadar masum görünce, keşke gitmeseydi diye içimden geçirdi bir yanım. Hangi yanım? O gün o çocuktan kaçan yanım, arkadaşlarımın ama sen de artık birini bul bak deyişlerinden kaçan yanım, annemin artık etrafına bak şöyle güzel bir kısmet bul mürüvvetini görelim sıkıştırmalarından kaçan yanım, üniversitede seni daha yakından tanımak istiyorum diyen Murat’ın teklifinden kaçan yanım… Dört bir yanım. Dindir, namustur, muhafazakâr babadır; sığınaklarım olmuştu bunlar. Şimdiyse tüm bu kaçışlarım, bana laf etmeyen o adama doğru kaçmak istiyordu. Kaçamazdım. Çünkü asla tek şeyden kaçılmaz; kaçtığın vakit kaçtığın şeyin etrafındakilerden de kaçarsın. Sessizlik doğduğunda başka şeylere de gebedir: Sessizliğin evladı bunalım; torunu öfkedir. Bu öfke bağırıp çağırmaz; aksine kan dondurucu bir suskunluğu vardır. Yalnızlık ikizidir bu öfkenin. Annesi olan bunalımın genlerini taşır üzerinde; ikizi öfke kadar soğuk ama öfkenin aksine keskin değil yumuşacıktır. İnsanlar yalnızlığı kardan bir yorgan gibi üzerlerine örterler. Uyuşuk ve tatlı bir ölüm getirir yalnızlık. Meylederiz.

Oysa bağırmak isterdim gerçekten de o arkadaşlarımın yüzüne bu sebepten kaçtım diye ve anlatmak isterdim anneme o gün yaşadıklarımı ve Murat’a derdim böyle böyle lütfen beni anla lütfen beni sev ama beni uzaktan. Aslında onların her biri beni sarıp sarmalarlardı belki o kar battaniyesinden daha güzelce ve ben bu melun uykuya meyletmezdim. Ama ruh aklın mutlakıyetini kabul etmiyor; o günü tekrar tekrar izliyor ve her izleyişinde kendini o tatlı uykuya atmaktan başka bir şekilde huzur bulamıyor.

Haykırışlarımdan beri yanıma döndüm ki adamın demin oturduğu yerde cüzdanını gördüm. Deminki korkularımla adama cüzdanı vermek arasında kalmış olsam da, onu az ileride görünce gitme kararı aldım, alabildim. Cüzdanı kapıp koştum. “Beyefendi!” Belki de koşmaktandır acayip bir heyecan parladı içimde. Adam, az ileride başkasının telefonunu almış arama yapıyordu o esnada. Ona koşuverince, koşuverebilince, seslenince, seslenebilince, tüm kaçışlarım bitti sanki; zanlarım ve arzularım ve saçmalamalarım ve sayıklamalarım yükselsin istiyordum, salınsın, dalgalansın; ihtişamıyla göz kamaştırsın, bakan bir daha baksın, seven bir daha sevsin, sevmelere doyamasın. O bunları görmedi, yalnızca elimdeki cüzdanı gördü. Görünce anladı hemen, tebessüm edip “Teşekkürler.” dedi. Gülümsedim. Allah’ım gülümsedim! Dudaklarım o dehşet denizini yardı ve vaat edilen mutluluklar gözüktü ufukta. Ama telefonumun çalmasıyla o yarılmış deniz ben karşıya varamadan birbirine kavuştu. Kıssanın Hz. Musa’sından Firavun’una döndüm. Yüzüm kızarmış bir hâlde, bir şey demeden arkamı dönüp uzaklaştım. Annem, bir ekmek istiyormuş. Yapacak tek şey kalmıştı: Yorganı iyice üzerime çekip, yürüyüp gitmek.

Kategori:2014diğerGenelhikaye

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir