İçeriğe geç

Kategori: hikaye

Semra’nın Kayıplara Karışması

Ben galiba en son iki hafta önce gördüm onu. Yemekhanede tek başına yediğini görünce yanına gitmiştim. Öyle sürekli görüşmeyiz, merhaba merhaba düzeyindedir muhabbetimiz. Bu yüzden annesinin kanser olduğunu çat diye söylemesini beklemiyordum. Nasıl tepki vereceğimi bilemedim. Ay çok üzüldüm dedim, yapmacık geldi; sonra ya çok üzüldüm dedim, anlamsız geldi; ne diyeceğimi bilemiyorum dedim, o da soğuk geldi. Ne kanseri, dedim toparlamak için, doğru tepkiyi verememişliğimi örtmeye çalışarak. Anlattı o da. … Şey, evet, bunların konumuzla direkt alakası yok tabii de, ama olabilir de. Bilmiyorum, polis olan sizsiniz, cevabını siz vereceksiniz. Ben başka bir şey bilmiyorum zaten, o yemekten sonra bir daha görüşmedik. Okula da pek gelmiyormuş, muhtemelen ondandır. Hâli çok kötüydü.

On Fakir

On

Metro istasyonunun çıkışında gördü onu. Tiftiklenmiş şalı arasından görünen lekeli siyah penyesi, altında çiçek desenli şalvarıyla ve çiçek desenli baş örtüsüyle. Ve boşluğa uzanmış, kaba, esmer elleriyle. Cebinde hazırda tuttuğu parayı yokladı. Adımları kendisi fark etmeden hızlandı. Uzun süre planlandığı izlenimi veren bir hareketle parayı yerdeki poşete bıraktı. Paraya baktı kadın, gözleri parladı, Allah razı olsun dedi hemen, Allah ne muradın varsa versin dedi sonra ve en son da Allah tuttuğunu altın etsin dedi. Oysa hiçbirini duymamışçasına uzaklaşmıştı.

#TekSen

Sena,

Sana bu isminle hitap etmeyi tercih etmemin sebebini bu mektubu okuyunca anlayacaksın. Uzatmadan konuya gireceğim, zira aslında çok uzun zaman önce söylemem gerekiyordu bunu. Sena, ben seni seviyorum. Hayal edemeyeceğin kadar çok hem de. Bu mektubu burada bitirmeli belki de. Öncesinde ve sonrasında olanların bir önemi var mı ki sen bunu okuduktan sonra… Ama ben tutamam ki kendimi artık. Sana seni sevdiğimi söylemeyi içimde o kadar tuttum ki, şimdi ölene kadar konuşmak istiyorum bunun hakkında. Böylesine coşkun bir aşkın başlangıç noktasını merak ediyor musun mesela? İlk görüşte sana tutulduğumu düşündün belki de. Zamanda geri gidip seni ilk gördüğüm anda sana âşık olmayı ne kadar isterdim bilemezsin; ama öyle olmadı. Sen, en nihayetinde, bir iş arkadaşı olarak girdin hayatıma. Çalışırken belli bir miktar samimiyet ve sonra iş bitince de hiçbir şey olmamış gibi çekip gitmekti bizimkisi. Yani dünyada çalışan milyarlarca insan nasıl çalışıyorsa öyleydi. Sonra o milyarlarca insanın küçük bir kısmına nasip olan o aşk doğdu zamanla.

Çöl Dedikleri

Zerreler, keskin bir bıçak suretince, mağara duvarına vuran günışığında alaşağı süzülüyor, bir parıldayıp bir kayboluyorlardı. Kum zerreleriydi bunlar; günışığının vurduğu alanda süreğen ve ipince bir kuşak boyu akıyorlardı. Saçılan aydınlık, mağaranın içindeki kum tepeciğine karamelimsi bir renk ve ılık bir cezbe katıyordu.

Çöl delikleriyle ilk karşılaşmam böyleydi. Bir değil, on değil, yüz değil, çölün tamamına yayılmış binlerce delik. Her biri adeta devasa bir kum saati. Çölün büyüklüğüne nispetle küçücük deliklerdi bunlar. Ama zaman da zerreler gibi durmaksızın akıp giderken, bu küçük delikler koca bir çölü yutmaya muktedir olacak gibiydiler. Bu sorunu incelemek ve en nihayetinde de çözmek için çağrıldım bu çöle. Bir devlet için bir çölün mânâsı nedir bilmiyorum ama, çölü muhafaza etmek istiyorlardı işte. Turizmden, herhalde, çöl egzotik bir mekân neticede. Her neyse, ben ve bir avuç araştırmacı geldik çöle bu vesileyle. Öncelikle rehberimiz bizi bir deliğe götürecekti meseleyi ilk elden göstermek için. Bir Bedeviydi, çölde yaşarlarmış, çok iyi bilirlermiş, tam zamanında gelmişiz ki bu Bedevi’yi yakalayabilmişiz. Tercümanımız bizi takdim ettikten sonra Bedevi yola koyulacaktı ki ismini sormasını söyledim tercümana. Bedevi şaşkınlıkla döndü ve “Abdusselam.” dedi. Ölüce, öylece bir deyişti. Oryantalist bakışa sahip olduğumuzu varsayarak ya onu önemsemememiz gerektiğini ya da önemsememizin bir samimiyetsizlik barındırdığını düşünmüştü belki.

Son Romanı

Bu hikâye Şiar dergisinin 40. sayısında (Mayıs-Haziran 2022) yayımlanmıştır.

Ve işte bu yüzden de yazmaya devam ediyorum, diyerek bitirdi sözlerini Abdullah Bey. Sonrasında da konuşmanın uzunluğundan mahmurlaşmış ellerden ilkin ağır ağır, sonrasındaysa daha coşkun alkışlar yükseldi. Evet, Abdullah Bey’e bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyoruz dedi sunucu. Şimdi dinleyicilerimizden birkaç soru alalım. Kırk-elli kişiden yedisinin eli havaya kalktı. Evet, siz beyefendi, diye gözleriyle işaret etti sunucu arka sıradaki dinleyiciye.

Yok Ağrısı

Bu hikâye Şiar dergisinin 38. sayısında (Ocak-Şubat 2022) yayımlanmıştır.

Tekerlekli sandalye biraz rahatsız görünüyor demiştim. Ne fark eder ki, demişti, hissetmiyorum.

Aramızda yükselecek olan o aşılmaz duvarın ilk tuğlasıydı belki de bu. Kötü bir niyetim yoktu. Böyle yazınca öyle görünmedi, biliyorum. Dostuma kötü bir kastım olabilir mi ki? Bu, konuşmakta, yeni vaziyete uyum sağlamaktaki acemiliğimdendi yalnızca. Ne yapayım, eli kolu bağlı oturmuş dostum karşımda, ve ben de dostumun karşısında, ayağım tutsa da ondan farksızdım bu musibet karşısında. Doktoru bekliyorduk. Bize vereceği bir ümit kalmamıştı; ama en azından mevcudu muhafaza edebilelim diye dua ediyordum.

Orta

Bu hikâye, Şiar dergisinin 32. sayısında (Ocak-Şubat 2021) yayımlanmıştır.

Onlar, “Bir gün, ya da bir günden daha az bir süre kaldık. Hesap tutanlara sor.” derler. – Mü’minûn Suresi 113. âyet-i kerime

Şimdi, yeniden başlamadan önce söylemek istiyorum ki-

Çok geç kaldığım bir gün. Gitmem gerekiyor, yetişmem gerekiyor. Aslında, ilk başta, sadece, şey: Beni çeken bir şeyler vardı işte. Herkesin vardır, ne vardır bunda? Bir hikmet elbette, ama ben hikmetini anlatma derdinde değilim. Diyeceğim o ki, bunda bir ziyan vardır.

Gaflet

Bu hikâye, Muhayyel dergisinin “hikâyenin 26. kelimesinin 26 kere kullanılacağı 526 kelimelik bir hikâye yazma” çalışması kapsamında yazılmıştır. 26 kere kullanılmış olan “kutu” kelimesi metinde kalın yazı tipiyle belirtilmiştir.

Akan Kan

Çocuktu. Topun ardından koşturuyordu. Goool diye bağırıldı o yetişemeden. İçi burkuldu. Bir sırrı olmalıydı. Nasıl da alıp topu ilerleyip, nasıl da gerilip şutu çekip, atıyordu golü… Gooool. Ertesi günü çarşıya gittiler. Bir krampon gördü mağazada. Fosforlu çizgili. Bu dedi sırrı. Bu ayakkabıyı alsa o da gol atardı. Topu güzelce kavrardı. Pas verilince kaçırmazdı. Çok sektirirdi de kaleye geçmezdi dokuz aylıkta. Öyle baktı ki babasına alalım diye, aldı mecburen o da kredi kartına taksitle. Hemen giydi o gün ayakkabılarını, gitti kum sahaya. Oğlanlar başına toplandı, ooo dediler, doksanlı ayakkabı bu dediler, ver giyeyim diyenler… Hayır dedi o, gol atacaktı o, hadi maç yapalım dedi o. Takım ayarlamaları, yerleşmeler, kıpır kıpır hep o. Başladı sonra maç, koştular durdular. Ayakkabı işe yarıyordu; önceden yapamadığı çalımları yapıyordu, hızla koşuyordu, evet ve evet ve evet. İşte gidiyordu, kaleye yaklaşmıştı, gol atacaktı kiii… düştü. Ayağına kaymışlardı, o da yüzüstü, yere. Öyle hızlıydı ki giderken, sürüklenmişti düşünce. Sıyrılmıştı elleri, yarılmıştı dizleri. O üzücü sıcaklık. Başarısızlık, yarımlık. Kalktı hemen, dizlerine baktı gözyaşlarının titrettiği gözleriyle. Akan kan kızıldı.