Zerreler, keskin bir bıçak suretince, mağara duvarına vuran günışığında alaşağı süzülüyor, bir parıldayıp bir kayboluyorlardı. Kum zerreleriydi bunlar; günışığının vurduğu alanda süreğen ve ipince bir kuşak boyu akıyorlardı. Saçılan aydınlık, mağaranın içindeki kum tepeciğine karamelimsi bir renk ve ılık bir cezbe katıyordu.
Çöl delikleriyle ilk karşılaşmam böyleydi. Bir değil, on değil, yüz değil, çölün tamamına yayılmış binlerce delik. Her biri adeta devasa bir kum saati. Çölün büyüklüğüne nispetle küçücük deliklerdi bunlar. Ama zaman da zerreler gibi durmaksızın akıp giderken, bu küçük delikler koca bir çölü yutmaya muktedir olacak gibiydiler. Bu sorunu incelemek ve en nihayetinde de çözmek için çağrıldım bu çöle. Bir devlet için bir çölün mânâsı nedir bilmiyorum ama, çölü muhafaza etmek istiyorlardı işte. Turizmden, herhalde, çöl egzotik bir mekân neticede. Her neyse, ben ve bir avuç araştırmacı geldik çöle bu vesileyle. Öncelikle rehberimiz bizi bir deliğe götürecekti meseleyi ilk elden göstermek için. Bir Bedeviydi, çölde yaşarlarmış, çok iyi bilirlermiş, tam zamanında gelmişiz ki bu Bedevi’yi yakalayabilmişiz. Tercümanımız bizi takdim ettikten sonra Bedevi yola koyulacaktı ki ismini sormasını söyledim tercümana. Bedevi şaşkınlıkla döndü ve “Abdusselam.” dedi. Ölüce, öylece bir deyişti. Oryantalist bakışa sahip olduğumuzu varsayarak ya onu önemsemememiz gerektiğini ya da önemsememizin bir samimiyetsizlik barındırdığını düşünmüştü belki.