Durgun bir akşamüstünde yavaş adımlarla parkı arşınlıyordu. Parkta tozlanmış bir huzur vardı: Günbatımında parlayan polenler etrafta uçuşuyor, yaşlı teyzeler banklara ikişerli üçerli oturmuş dedikodu yapıyor ve anneler de oyun alanındaki çocuklarını izliyorlardı. Anneler birbirleriyle çocukları üzerinden samimiyet kurma gayreti içinde görünüyorlardı. Çocukların gürültüsü bile parka hâkim olan tozlu huzuru silkeleyemiyordu. Garip bir şekilde çocuklar da sanki bu tozlu huzur tarafından uyuşturulmuş gibiydi. Bağırıp çağırıp koşsalar da gürültü belirli bir eşiğe kadar çıkıyor ve ötesine geçemiyordu. Ağaçların konumundandır belki diye düşündü yavaş adımlarla parkı arşınlayan yaşlı ve yavaş adam. Parkın normal yürüyüş yolunun yanında bir de koşu parkuru vardı tartan zeminden. Yaşlı adam bu parkurda yürüyordu. Yanından geçen genç koşuculara kamburundan dolayı yere dönük başını kaldırıp bakıyordu ara ara. Bir zamanlar kendim de böyle olabilirdim ama olmadım diye iç geçirdi. Kamburum olsa da çok şükür hâlâ bastonsuz yürüyebiliyorum diye teselli etti kendini. Gerçi oğulları sürekli söylüyordu baston alsın diye çünkü bastonsuz çok yavaş yürüyordu. O da onlara öyle demeleri üzerine şu hikâyeyi anlatıyordu: Gâvurlar bir gün bir kabile halkının yaşadığı bir adaya gitmiş ve bu gâvurlar kabile halkından kendilerini adadaki volkanın zirvesine çıkarmasını istemiş. Kabile reisi de iki üç yiğit delikanlı ayarlayıp gâvurlara rehber etmiş. Hızlı hızlı çıkmaya başlamışlar volkana, derken bir süre sonra yorulup mola vermişler. Dinlenmişler etmişler ama gâvurlar bakmış ki bu kabiledekiler de dinlenmiş gözükmelerine rağmen hâlâ oturmuş halde bekliyorlarmış. En sonunda gâvur-tabii gâvur dediğin sabırsızdır zaten- dayanamayıp sormuş dinlendik devam etmiyor muyuz diye. Adamlar da ruhlarımızın buraya gelmesini bekliyoruz demişler. Yaşlı adam da herkese bu hikâyeyi anlattıktan sonra ben ruhumla beraber yürüyorum diyerek baston almayı reddediyordu.
Derken bir bomba patladı.