İçeriğe geç

Yazar: hakkans

Yıkmak Üzerine

Peyami Safa’ya…

Bir eliyle çekçek valizinin kulpunu tutuyordu, ötekiyle de sırt çantasınınkini. Otelin girişine baktı gerinerek. Yeniden buraya kavuşmanın huzuruna varmıştı bile. Girişe yöneldi. Çekçek valizinin tekerlerinin tıngırtısı eşlik etti. Rüzgâr kuzeyden hafif esiyordu, sıcaklık yirmi iki dereceydi.

Otel on bir katlıydı. Bir de terası vardı. Soluk pembemsi bir rengi vardı. Köşe kolonlara çiçek takları işlenmişti. Pencereler kareydi, içeriyi yansıtmayan cinstendi. Her katta on beş pencere vardı, merdiven boşluklarındaki pencereleri ve öte taraftaki pencereleri de ekleyince toplam üç yüz elli pencere ediyordu. Tabii buna zemin katta bulunan lobinin yüksekçe pencereleri ve bodrum kattan otelin arka bahçesine geçen çıkıştaki sürgülü cam kapılar dahil değildi. Bunları biliyorum, diye düşündü, neden tekrar?

On İki Dakika

12 Dakika, 2012’de yazdığım ve hayat mücadelesini bir dağa tırmanma serüveni olarak anlatan bir hikâye. E. M. Forster’ın hikâyesiyle beraber okunduğunda, yaklaşık bir asır içinde hayatı kavrayışımızda ilginç değişiklikler olduğunu görüyoruz. Mesela, Forster hayat mücadelesini iki tarafı çitlerle çevrili bir yol olarak görürken (belirli), burada hayat mücadelesi bir dağ olarak (belirsiz) simgelendiriliyor. Forster’ın hayat yolunda farklı yerlere saparak başka ilerlemelerde bulunmak mümkünken, bu hikâyede ise tek amaç yukarı varmak.

Onca emekten sonra, sadece on iki dakika. Öyle demeyin, öyle üzülüyor ki insan, boğazında bir şeyler düğümleniyor ve çıktığı şu zirveden kendini aşağıya bırakmak istiyor. Tüm, tüm yaptıklarım sadece yukarı gelebilmek içindi. Ama, düşününce, başka bir şey de yapamazdım ki. Gelmem gerekiyordu işte: Hayat, kader, umut, inanç, her biri az çok böyle diyordu. Hepsinde iyi olan yukarısıydı, tam burası. Aslında, iyi bir yer yukarısı, şu an gördüğüm haliyle, mükemmel hatta. Ama, on iki dakika denince, insaf diyorsun.

Çeviri Hikaye – Çitin Öte Tarafı – E. M. Forster

E. M. Forster, 1879-1970 yılları arası yaşamış İngiliz yazar. Çalışmalarında ve hayatında hümanizm vurgusu vardır. İronik anlatılarında sınıf farkına dikkat çeker. Aşağıda okuyacağınız Çitin Öte Tarafı isimli hikaye (The Other Side of the Hedge) 1911 yılında yazılmıştır. Hayatı bir maratondan ibaret gören günümüz insanına sembolik bir eleştiridir. https://en.wikipedia.org/wiki/E._M._Forster

Hikayeye, Milton Crane tarafından derlenmiş 50 Great Short Stories kitabında denk geldim (Kitabın Türkçeye çevrildiğini de ekleyeyim). Aşağıdaki çeviri bana aittir. Elbette İngilizce bilmek ve İngilizceden çeviri yapmak farklı şeyler; aşağıdaki çeviride de bunun eksiklikleri mevcut. Artık dilimiz döndüğünce diyelim. Çeviride kullanılan İngilizce metin: http://www.101bananas.com/library2/otherside.html

Adımölçerim yirmi beşte olduğumu söylüyordu; her ne kadar durmak dehşete düşürücü bir şey olsa da; o kadar yorgundum ki, dinlenmek için kilometre taşına oturdum. İnsanlar alay ederek önümden geçtiler; ama içerleyemeyecek kadar kayıtsızdım. Hatta Bayan Eliza Dimbleby, büyük öğretmen, geçtiğinde, bana azmetmemi öğütlediğinde, sadece gülümseyip şapkamı kaldırdım.

Yeşil Yıldız

Bir varmış, bir yokmuş… Karanlık kasabanın ilerisinde, suskun nehirlerin ardında, masum ormanın ötesinde; yeşil yıldızın altında ihtiyar bir kadın yaşar imiş. Bu ihtiyar kadının kavruk, buruş buruş olmuş küçücük elleri var imiş. Güneş bu buruşmuş elleri altmış yedi yıl boyunca her bir gün kavurmuş. Bebekken anne sırtında kavurmuş; çocukken ebelemeç oynar iken; sonra genç kız olmuş da aşkın ateşi güneşe har olmuş; muradına ermiş de sonra tarlada karı-koca beraber kavrulmuş elleri; ve sonra nereden çıktığı bilinmez bir savaş olmuş da kocasının kara haberi gelmiş eve; kadın ellerini dizlerine vurmuş ha vurmuş, vurmuş da kavurmuş. Gel zaman git zaman ihtiyarlık çökmüş de hâlâ güneş kavurur dururmuş. “Ey koca güneş,” dermiş kadın her sabah, “sen kavurmaktan ben de kavrulmaktan bıkmadık gitti.” O sabah da öyle demiş kadın, “Sen kavurmaktan, ben de kavrulmaktan bıkmadık gitti.” Güneş cevap vermiş, “Ben seni kavururum elbet; ama bak şu tarlana orada neler kavururum da onlardan yersin, hem de geçinirsin.” “Hak veririm sana güneş kardeş,” demiş ihtiyar kadın, “senin haksız olduğun gün mü oldu asırlardır da bugün haksız olacaksın?”. “Olsun,” demiş güneş biraz sıkkın, “güneş olmak o kadar parlak olmayı gerektiriyor ki… Geceler yıldızları görürsün de, hele yeşil yıldızı; ama gündüz yok olur her biri.” “Elbet biliriz bunları, artık bana vereceğin yeni bir şey kaldı mı?” deyince ihtiyar kadın, gücenmiş güneş: “O öyle demek değildir; sen demek istersin ki senin benden alacağın yeni bir şey kalmamıştır. Yoksa bende vermek hiç durur mu?” “Ben vermezsin demedim,” demiş ihtiyar kadın, “aynını verirsin. Yazın domates, kışın patates; ha daha vardır; görmüştüm pazarda böyle koca beyaz çiçek gibi bir şey ve turuncu yuvarlak elma gibi bir şey; ama ne fark eder ki? Elhamdülillah tabii, küçümsemek değil bu haşa. Neyse artık bitirelim konuşmayı, bak geldim tarlama aksatmayayım çalışmayı.”

ve Öfke

Havva annesine seslendi kapı eşiğinden: “Anne, ben çıkıyorum. Asiye ile çarşıda gezip geleceğiz biraz.” Annesi “Dur kızım geliyorum.” deyip çabucak indi; o esnada eşarbının öne gelmiş kısmını arkasına attı ve kızını kolundan tutup tembihledi: “Birkaç saate gel, dellendirme babanı sonra. Dur bakayım, hah, tamam, hadi, selametlen.”

İçeriden Celal’in sesi duyuldu, derin bir nefes verişinin sesi. Annesi ve Havva bir an salondan tarafa baktılar. “Celal de iyice sıkıldı artık.” dedi annesi. “Sus anne, duyacak.” dedi Havva, sessizce.

Celal duymuştu. Sonra kapı çekildi.

CESET

otobanda gidiyorduk kimi seksen kimi kırk kimi yüzkırk sonra yavaşladık ve bulutlandık iş çıkışı deyip sıkıldık ve iyice yavaşladık. tam ferahlayacaktık, sonra onu, yol kenarında…

Dalgıçla Buluştuğunda

Not: Bu hikaye, Dalgıçla Buluştuğumda isimli hikayenin devamı niteliğindedir; önce onu okumanız tavsiye edilir.

Gördü herkes; biliyor. Olsun ya, kader bu ya, böyle olacakmış. Ben yine de inatla geliyorum her gün. İşten sana gelmek zaten on sekiz dakika. Bir yarım saat oturuyorum ve sonra gidiyorum. Hep iş çıkışı geliyorum; güneş battı batacak; yollar doldu, taşacak. Güneş o an bir dağın ardına düşmüş oluyor; o yüzden iyice karanlık oluyor evin. O günden beri konuştuğun gün olmadı. Hep sessizce hıçkırdın mükemmel bir hüzünle. Gözyaşların siyah mürekkep; yüzünde aktıkça parıldıyor. Ama o karanlıkla aydınlık arasındaki odanda bunların hepsi muğlak; uyanamadığın bir uykusuzluktaki zaman kadar anlamsız. Yüzün belki en ölü renginde; nefesin mezarlıklar gibi kasvetli.

Dolgu

Kapı aralıktı. “Merhaba Orkun Bey.” diyerek içeri girdi hanımefendi. “Ben 16:30 randevunuzum da, asistanınız yoktu dışarıda. Gelebilir miyim?”

“Oh, tabii ki, buyurun.” dedi dişçi. Dolgun bir sesi vardı. Hanımefendi çantasını girişteki sandalyeye bıraktı ve dişçi koltuğuna kuruldu. “Bir saniye bekleyin lütfen, hemen geliyorum.” dedi dişçi. Masasındaki randevu listesinden kadının ismine baktı göz ucuyla.

Bütün Sesler

Musa Erdoğdu

12 Nis 2015

Hatırın bir miladı vardır. Şimdiden geriye adım adım giderken, parçalarına ayrılan bir uzay aracı gibi suskun bir çekimsizlik içinde savrulur hatıralar; dönüp bakınca anlarız ki onlar bizden pek uzak zamanlarda ve pek uzak mekânlardadırlar. Bir nehri geçerken üzerinden seke seke atladığımız taşlar gibi, zaman ekseninde ilerleyişlerimiz sıçramalara dönüşür. Ve büyük patlama gibi insanın aklının alsa dahi aslında alamadığı o milada yaklaştığınızda acayiplikler meydana gelir: Keskin renkli görüntüler, ayırıcı sesler ve hoş dokular kesikli bir hâlde, bir süreksizlikte, bütününün bizden uzaklaştığı parçalar hâlinde çıkar karşımıza. Bu süreksizlik düzleminde en büyük mesele, çok sivrilen hatıraların olup olmadığıdır. Eğer çok sivrilmiş hatıralar varsa bir uçdeğerin yaptığı gibi etrafındaki her şeyi bastırır; bir beyaz cüce gibi küçük ve yoğun olan “milat” da, verideki bu uçdeğerlerden dolayı görünmez hâle gelir.

Trol

Bir kadın oturuyordu sahildeki bir bankta. Telefonunun çalışından irkilmesi, uzaklara dalışının emaresiydi. Sonra kendine geldi çabucak ve hattın öteki tarafındakine kısa cevaplar verdi: “Alo. Evet. Sahildeyim. Tamam. Geliyorum.”

Telefonu gelişigüzel çantasına atışı gibi gelişigüzel kalktı banktan. Heyecan ve korkusunun tecellisi olan bu gelişigüzellikten sağlam adımlar atarak sıyrılmaya çalıştı. Yazık bana, diye düşündü, yazık bana. Onu görmekten korkmamalıyım artık; yol kat ettim diyordun, hadi ispat et! Yol kat edemeden iki kere çarpıldı: Biri bir insan bedeni olmalıydı, diğeri ise denizin soğuk yüzüydü. Denizin vücudunu titreten gürültüsü doldu kulaklarına ve hücreleri şoktan donamamışken henüz gözlerini kapatmayı akledebildi ve göremez hâlde su yüzeyini bulmaya çalıştı bir yandan da kolundan kaydığını hissettiği çantasını kendine çekmeye çalışırken.