İçeriğe geç

Kategori: 2017

Sersemlet

Bu hikâye yazı boyutlarıyla ilgili özel düzenlemeler içermektedir. Bu yüzden bir .pdf dosyası halinde sunulmuştur. Dosyaya erişmek için ana sayfadaysanız “Devamını okuyun” a basıp sonra aşağıdaki Sersemlet ismine tıklamanız gerekmektedir.

Buyurun Efendim

Bu hikâye Aşkar dergisinin 61. sayısında (Ocak-Şubat-Mart 2022) yayımlanmıştır.

O gün tek istedikleri ailecek güzel bir yemek yemekti. Beyaz ışığın geldiği tarafa ilerlediler karanlığın içinden. Kamaşmış gözlerini ovuşturup etraflarına bakınıyorlardı ki, bir “Buyurun efendim!” sesi işittiler. Ailenin babası, kafasını sağa çevirdi ve aydınlığın içinde siyah takım elbiseli, yaşlıca bir beyefendi gördü. Beyefendi, sol kolunu dirseğinden bükmüş, elini karın hizasında tutuyordu. Yüzü buruş buruştu, birkaç büyükçe sivilcesi vardı; keldi ve altın çerçeveli, yuvarlak camlı küçük bir gözlüğü vardı.

Tekasür

Dedi ki, aldığın bütün nefesler Allah içindir. Bir evlâdın olduktan sonra, verdiğin bütün nefesler onun içindir.

Üzücüydü, çünkü bunu son nefesini verirken söylemişti babası. Sevindiriciydi, çünkü dediği üzere son nefesini yine evlâdı için vermişti; son nefesiyle ona öğüt vermişti. Üzücüydü; çünkü babasını kaybettiği gün doğmuştu çocuğu. Sevindiriciydi; çünkü doğar doğmaz bir koşu babasına götürmüştü evlâdını. Babası torununu görünce hafif bir tebessüm etmiş, işte bir yerden hayat verirken bir yerden de alıyor Allah demişti. Sonra da, yukarıdaki cümleleri. Sonrası, uzun bir dıt sesi, koşuşan hemşireler, lütfen dışarı çıkın, beyaz önlükler, terli alınlar ve babasının son görüntüsü: Ağzı hafif açık, teni bembeyaz, kapanmış gözlerinde mayışmış bir kedinin huzuru. Saçı ve sakalındaki tüm o beyaz teller onun meleksiliğine delalet gibi. Şehadet getirebildi mi bilemedi oğlu, sırf yukarıdaki sözü söyleyebilmek için getiremeden vefat etmişti belki. Bu düşünce onu çıldırtabilirdi; böylesine mübarek ve her haline imrendiği bir babanın şehadetsiz vefat ihtimali; neyse ki Allah’ın rahmetinden ve babasının ihlâsından emindi.

Patlamak

“Gel buraya seni yaramaz…”

Ahmet gülümsedi ve annesine baktı haşarı ve gözlerle kaçtı. Ahmet, dedi. Abdülcabbar abi seni görmek istiyor. Ahmet tamam dedi ve ardından yürüdü. Bir ışık geçtiler, sessiz, ikinci ışığa yürürken havadan sudan konuşmalar ve öylece, öylesine tebessümler, sonra üçüncü ışığa, yürümekten gına gelmişçesine, gereksiz bir gerginlikle. Eller istemsizce yumruk olmuş, omuzlar bilinçsizce aşağı çökmüş, yürüyüşlerinde kâğıt kesiği gibi rahatsız eden bir derinlik ve sisli dağlar misali saklı bir azamet, saklayarak kendilerini tatmin ettikleri bir azamet. Abdülcabbar abinin tamirhanesine girdiklerinde güneş arkalarından vuruyordu. Ahmet ve arkadaşı, o esnada çayına iki küp şekeri ardı sıra atan Abdülcabbar abiyi karanlığa gömüyordu. Ahmet’in arkadaşı selam verdi ve uzaktaki tabureyi Ahmet’e çekip kendi de Abdülcabbar abinin yanındaki tahta sandalyeye oturdu. Uzakta, sesi kısık radyoda, etkin sis nedeniyle İstanbul Boğazı gemi geçişlerine kapatıldı diyordu.

Özgür Düşünce

Dokuz aylık oynarlardı küçükken. İlk dokuz golü yiyen anne olurdu ve anne olanla dalga geçilirdi. Sonuçta bir erkeğin anne olması gurur kırıcıydı. Çünkü orada mesele anne olmak değildi. Şeydi. Söylemeseler daha iyi olacaktı. Biraz bilinmez bir şeydi, ama küçük düşürücü olduğu kesindi. İçlerinde bir oğlan vardı. İyi gol atardı atmasına ama kalecilikte rezaletti; bu yüzden hep anne olurdu. Sadece bir oyunda kaleye oyunun sonlarında geçtiği için erkek kardeş olmayı başarabilmişti. Anne olmanın gurur kırıcılığı yüzünden diğer oğlanlarla sürtüşürdü. Kendini mazlum, hakkı yenmiş hissederdi hep ve hedefsizce bağırdığı ve ağladığı olurdu. Ağlayınca alayın dozu iyice artardı ve o da koşarak eve çıkardı, annesinin dizlerinde anne oldu diye ağlardı.

Market

Küçük bir mahalleye büyük bir market açılacaktı. Mahalle sakinleri marketin otoparkına toplanmışlar, heyecan içinde bekleşiyorlardı. Koca otoparkta kapladıkları yer pek azdı. Açılış törenine bazı siyasilerin de katılacağı duyulduğundan beri, öncesinde de heyecanla beklenen açılışı beklemek iyice güçleşmişti. Daha market inşaatının haberi yeni duyulmuştu ki, muhtar, kahvede etrafına toplanmış ahaliye şöyle demişti: Siyasinin geldiği yerde gül biter. Ahaliden yaşlıca biri, başını sallayarak doğrusun beyim yirmi sene önce vali gelmişti de ilkokulun halini görüp iki aya yaptırmıştı demişti. Muhtar hah diyerek yaşlıyı işaret etmişti; gözlerini kısarak yaşlıya dikmiş, sonra da iyice açarak ahalinin geri kalanı üzerinde gezdirmişti. Hem bu market, öyle büyük bir yatırım ki siyasilerin bitireceği güle bile gerek kalmayacak inşallah, diye de eklemişti. İnsanlar hevesle bekliyorlardı ama ne bekledikleri konusunda bir fikirleri yoktu. Akıllarını açıp bakacak olsaydık, güneş misali bir parlaklık görürdük; bu parlaklığın sebep olduğu göz kamaşmasından dolayı, beklenilen şeyin ne olduğu konusundaki fikirsizliği doğal karşılar ve aklı açtığımız gibi kapatırdık.

Kiralite

Gerçeği arayan her kimse düşer çöle.

Gerçekleri arayanlar çöle düşerler. Ben de düştüm. Aslında düşmek değildi benimkisi, yani yerçekimine ya da hayalin çekimine kapılmak gibi istemsizce değildi. Ben bile isteye geldim çöle. Mecnun öyle yapmamıştı, Küçük Prens de. Bense bilerek gelmiştim, isteyerek. Günümüz bunu gerektiriyordu. Günümüzde düşmek gülünç bir şeydi zira. Günümüzde düşmek sadece kendilik bilincine sahip olamayıp nefsine teslim olanlara has bir cereyandı. Ben buraya bilerek geldim ve amacım daha fazla bilmekti.