Bu hikâye Şiar dergisinin 34. sayısında (Mayıs-Haziran 2021) yayımlanmıştır.
Bir ihtiyar. Sahilde yürüyor. Çok eski bir yaz tatilinden kalmış gibi duran bir şapka başında. Altında sarısı solmuş bir şort, üzerinde ise yeşil bir kısa kollu. Uzaktan bakan biri onu spor olsun diye yürüyüş yapan dinç bir emekli zannedebilirdi; ancak sağa sola yalpalayan ihtiyarın sarhoş olduğu kolayca koklanabiliyordu.
Geçerken.
Ona önce uzaktan bakıp, sonra yaklaşıp, sonra ondan uzaklaşan insanlar; koşarak, yürüyerek, bisiklet sürerek yanından geçiyorlardı. Kulaklıklarını takmış, ter içinde kalmış, pek zayıf bir kız koşarak ihtiyarın yanından geçerken adamdaki yoğun içki kokusundan görünür şekilde tiksindi. Artık alışmıştı bu tip insanları görmeye sahilde; ama yine de öğürmemek elde değildi. Bu aralar nedense artmışlardı sahilde; birkaçı sataşmıştı kendisine hatta. Oysa duymazlıktan gelmişti mecbur -kulaklık da bu konuda yardımcı oluyordu-. Bu rezil insanların ne yapacağı belli olmazdı, başına boşuna bela almaya değer mi hiç?
Sekerken.
Yaşlı bir çift yaklaştı ihtiyara. Evet, işte emekli ve dinç ve mutlu çifti bulduk. Bu güzel, güneşli ve rüzgârlı ikindi vaktinde de yıllardır giydikleri eşofmanları giyip spor olsun diye yürüyüş yapmak istemişlerdi. Dönüş yolunda yorgunluktan ve muhabbetten birbirlerinin kollarına girmişler ve birbirlerine tebessümle bir şeyler anlatmaktaydılar.
Derken.
Önce kadın gördü ihtiyarı. Yalpalamasından ürperdi ve yüzünü ekşitti. Yaşından başından utanmadan nasıl da böyle geziyordu bu adam? Hayır, bak yüzüğü de var; yazık değil mi bu adamın eşine? Bir de çocukları vardır kesin, vah vah vah, ayyaş babanın tekine nasıl dayanılır ki?
Sezerken.
Kadının eşi de adamı gördü ve önce eşinin önüne geçer gibi oldu, biraz da adamdan öte tarafa doğru yöneltti eşini, korumak istercesine. Bu pespaye insanlar olmasa şu dünya ne kadar huzurlu bir yer olacaktı… Ama yok, illa huzur bozulacak.
Elerken.
İhtiyar adam çifte baktı. Yaşlı adamın tehditkâr, üstünlüğünü ima eden hırçın bakışları karşısında ihtiyar bir köpek gibi pustu ve onlardan ters yöne yalpaladı. Arkasına baksa bu çiftin onun ardından baktığını ve onu ayıpladığını görecekti.
Ezerken.
Bir banka yerleşti ihtiyar. Oturdu, hatta tabiri caizse yayıldı. Sırtını bankta tutamıyordu, kayan sırtına söz geçiremeyince de biraz yana yatık, biraz kambur, güneşe karşı yarı yatar bir halde durdu. Gözlerini kısmıştı olabildiğince. Yalnızca küçücük feri gözükmekteydi gözünün.
Sinerken.
Biri geldi ve yanına oturmak için davrandı. İhtiyar şaşırdı; ama sırtını acemi hareketlerle toparlamaya çalışarak diklendi, kaydı, her neyse. Oturdu adam da. Lacivert bir takım elbiseye mavi bir gömlek ve koyu renk bir kravat eşlik ediyordu. Sıcak havaya rağmen bu kalın takım içerisinde bir damla bile terlememiş görünüyordu. Jilet gibiydi adam be jilet! Saçları düzgünce, yüzü öylesine temiz, dürüst ve samimi ki, onun dediği her şeye inanabilirdiniz, inanmalıydınız.
“Neden?”
İhtiyar afalladı, bir an duraksadı ve “N–ne –nneden?”
“Neden buradasın?”
“Anlamazsın ki ssssen.”
“Neden?”
“Anlamazsın da ondan.”
İsterken.
Önlerinden iki bisikletli, yedi yaya geçti gitti; güneş yakıcılığını kaybetmeye başladı. Adam uyuşmuş hissediyordu kendini güneşin bu mayhoş sıcağında.
“Ben neden buradayım?”
“Ssssenn, sen mi? Sen, istediğin için buradasın. İstemeseydin benim gibi bir ayyaşın yanına oturmazdın.”
“Ne istiyorum peki?”
“Oturmak.”
Denerken.
“Seni niye rahatsız edeyim ki oturmak istesem? Hafta içi burada tüm banklar boştur neredeyse.”
“Çünkü yalnızsın.”
Adamın gözleri doldu, boğazı düğümlendi; ama cevap verecekti:
“Ya-yalnız mı? Sahiden mi? Mükemmel bir eşe, mükemmel çocuklara, mükemmel arkadaşlara ve mükemmel bir işe sahip olan benken, senin gibi ayyaş bir ihtiyar beni nasıl yalnızlıkla itham eder?”
“Deneyim, evlat. Sen ne kadar kalabalıkta olursan ol yalnızsın.”
Eserken.
“Peki, diyelim ki yalnızım; niye oturmak isteyeyim?”
“İnsanlar neden sahile gelir bilmez misin? Rüzgâr sesleri ve deniz sesleri, o-ka-dar-gü-zel-dir-ki, o-ka-dar-ki o-ço-kara-dığın-o mü-kem-mm-mel aaa-nı çağ-rıştı-rır-ki-sana. Hu-zur, mükem-mm-mel bir huzu-run sesleri-dir bunlar.”
“Ve?”
“Sen yalnız-dın, sıkkın-dın ve-de-bık-kındın; ferah bir şeylere ihtiyacın var-dı ve-bu sahile geldin-nn. Oturacaktın el-bet; bu ferahlığı solumak iste-yecek-tin-nn, çünkü-sen mahvedecek tek-bir ha-yatın olduğunu biliyordun-ve yine de mahvetmeyi engelleyemedin.”
Gözyaşları yavaşça aktı adamın gözlerinden mükemmel traşlı yüzüne.
Erken.
“Peki neden? Neden engelleyemedim?”
“Ah evlat, üüü-zül-me. Elbette engelleyemez-din; çünkü-denkle-minde çok sabite yer-verdin.”
“Ne?”
“Denk-lem diyoğ-ğğğ-rum evlat, denk-leeeem! Denklemin özü değiş-şş-kende yatar. Değiş-şş-ken yoksa değiş-şş-im yoktur. Senin hayatın iki-artı-iki eşittir dörttü; e öyle olunca da nasıl engelle-yeceksin olacağı?”
Bu sözlerden sonra kendini koyverdi adam. Ağladı, ağladı, ağladı. Sonra durdu. O ağlarken sahil bomboştu, kimse geçmiyordu.
“Ah, bir de bu kadar ağla-dıktan sonra tek-kk-rar mükem-mm-mel hayatına döneceksin! Mükem-mm-mel eşine gülümseyecek, mükemmel çocuklarınla gülüşec-cc-cek ve mükemmel arkadaşlarınla-kahkahalar-atacaksın! Ama hep bir-eksik olacak.”
Yenerken.
“… Yalnız olacağım.”
Bezerken.
“Soğuk, yorucu bir-gün son-rası kafanda iş-le-eş-le-ço-cukla ilgili yüzlerce yılan dolaşır-ken bıkacaksın-nn. Keşke o-o-o olsa şim-mm-di diyeceksin. Onu öyle büyüteceksin-ki, öyle büyüte-ceksin-nn ki, sanki o bir-gel-se her-şey bitecek zannedeceksin!”
Severken.
“H-hayır, öyle değil. O olsa, çekilmeye değerdi sanki bunca dert. Mesele bu.”
“Neyse ne! Denklemini değiş-şş-tirmelisin evlaaaat! İşe bu sabiti atarak başla.”
“Na-nasıl atabilirim?”
“Atar-r-ak! Aman be! Her şey bir hapla mı hallolur ss-sanki? İnanma kendi dediğine! Yık-kk! İçin-sana-bunu-derse hayır diye-bağır.”
Keserken.
“Bunu atsam da yalnız kalacağım ama.”
“En azından aciz kalmazsın ev-vv-lat. Bu böyle. Yıkarsan bu-yargını, yalnızlığını daha az hissedeceksin. Gü-le eğle-ne zaten bir bakacaksın buyurun cenaze namazına!.”
Güneş çok güzel görünüyordu kızıl haliyle. Davetkârdı. Bir plaj geldi adamın aklına. Yakışıklı gençler ve güzel kızlar vardı bu plajda. Dans ediyorlardı kendilerini unutmuşçasına. Sonra çeşitli mutlu ve Amerikan sonlar.
“Batan geminin malları yani, ha?”
“Evlat, hepimizin bir mü-kem-mm-mel hayali vardı! Mükem-mmmmm-eeee—–l! Kelime ne kadar da güz-el! Ama olmuyor. Her şey beklediğin gibi olmaz ki, sen-bil-e beklediğin gibi değilsin! Bunun farkında bile değilsin!”
Beklerken.
“Evet…” dedi adam, bir süre denize baktı, derin nefes aldı ve mükemmel tenini okşayan rüzgârı bir annenin şefkatli okşayışına benzetti. Bu denli sıkıcıydı işte. Ayyaş ihtiyar ise bunların hiçbirini hissetmedi. Çünkü o sıkıcı değildi. Sıkışmıştı o. İşemeye kalkamayacak kadar ağır bir uyuşukluk hali içindeydi ve belki yok olsa çok daha iyi hissedecekti kendini. Kendisi değil, çişi.
“Peki, sen neden buradasın?” dedi adam ihtiyara.
“Anlamaz-zszszs-sın ki s-sssen.” dedi ihtiyar, bu uyuşuk halinden hiç çıkmak istemezcesine. Gözlerini kapatmıştı artık, güneşin kızılının gözlerine vurmasıyla o içinde bulunduğu uyuşuklukta kaybolmak istiyordu yalnızca…
“Anlamaz mıyım hiç? Onu atamadın, unutamadın, ayık ayık böyle mükemmel bir acıyla yaşayamam deyip kendini içkiye verdin, ailenle bağlarını kopardın, mükemmel neyin varsa bıraktın ve tüm hayatın boyunca biriktirdiğin mükemmel parayla da içip içip duruyorsun. Buraya da sırf yıllar önce gelip oturup korku içinde yaşlı hâlinin hayaliyle yaptığın hazin konuşmayı hatırlayıp iyice efkârlanmak için geldin.”
Seçerken.
İhtiyar ayıldı çabucak. Diklendi, gözlerini açtı ve korkuyla adamın olduğu yere baktı. Tabii ki yoktu. Çişi.
İlk Yorumu Siz Yapın