Bu hikâye, Dergâh dergisinin 280. sayısında (Haziran 2013) yayımlanmıştır. Buradaki metin ise dergidekine kıyasla bazı düzenlemeler barındırmaktadır.
Görmedi onlar; bilmedi onlar. Olsun ya, hikaye bu ya, böyle olacakmış. Ben yine de inatla gidiyorum her gün. Sahile gitmek zaten on beş dakika. Yirmi dakika bekliyorum ve sonra gidiyorum. Hep kerahat denen o vakitte gidiyorum; güneş battı batacak, minare yandı yanacak. Güneş o an bir dağın ardına düşmüş oluyor; o yüzden iyice karanlık oluyor sahil. O günden beri denizin dalgalı olduğu gün olmadı. Hep sessizce vurdu dalgalar mükemmel kuma. Kum taneleri sütlü kahve; dalganın köpüğü koyulaştırıyor arada. Ama o karanlıkla aydınlık arasında bunların hepsi muğlak; uyumaya çalışılan bir uykusuzlukla geçen zaman kadar anlamsız. Deniz belki en ölü renginde; rüzgâr mezarlıklardaki gibi efil.
On yedinci gün de doldu ve yine gelmedi. Arada dalgaların gölgelerinden o çıkacak sanıp umutlanıyorum. Köpekbalığının sırtı gibi görünüyor dalgalar bu vakitlerde. Cırcır böceğinin vızıltısı geçiyor kulağımın dibinden. Böcekler başka vakit bulamamış gibi tam kerahatte uçuşa geçiyorlar. Kiminin gözünü ışık alıyor ve düşüyor yere sırt üstü. Ürpertici vızıltısından korkanlar evlerindeler şu an; cırcır böceklerinin yerleşmelerini bekliyorlar.
Ve işte ezan okunuyor. Gelmedi bugün de. Birkaç gündür yaptığım gibi soluğu sahildeki camide alıyorum. En azından dalgıç bana iyi bir alışkanlık kazandırmış oldu. Cemaattekiler de beni tanımak istiyorlar galiba; arada bazısı gelip Allah kabul etsin deyip elimi sıkıyor. Ben de Allah kabul etsin diyorum sessizce, tebessümle. Tutukluk var bende; ateşlenemiyorum. Karşıdaki de ne yapsın; gelip elimi sıkarak zaten yapacağını yapıyor. Galiba bu yüzden bulmuşlar nasılsın adlı cevabı bariz soruyu. O soruyu sordun mu birden sonsuz bir muhabbetin kapıları açılıyor sanki.
Cami modern. Betonarme ve içindeki ışıklar parlak; zemin kırmızı, kalın ve sıcak halılarla döşenmiş. Deminki ölü sahile kıyasla beklenmedik bir dirilişe geçiyor gibi oluyorum buraya geldikçe. İmam Fatiha’yı uzatarak okuyor; ben kırmızı halıda kayboluyorum. Acaba yalnızca akşam namazı kıldığımı bilseler beni garipserler mi?
Dışarıda akşam daha bir hoş olmuştu çıktığımda. Dağın oralar ölü maviye kavuşmuş; şehir akşam hüznüne bürünmüş ve arabalar iyice azalmış. Evlerindeki mutlu insanları düşünüyorum; evlerindeki mutlu insanlar da evlerinin dışındaki dertleri düşünüyorlar ve evleri olmayanlar bir ev hayaline sarılıp ısınmaya çalışıyorlar bu serin mayıs akşamında. Hayaller bugünün yalanlarıdır ama belki yarının gerçekleridir ve biz o yalanları kovalarız belki bir gün gerçek olurlar diye. Belki gelecek diyorum ben de. Belki tekrar gelecek.
Dalgalar artık sahildeki ölü ışığa yaklaştıkça görünür olmuş. Ve her dalgada küt küt atıyor kalbim; diyorum ki, o, dalgayla beraber, ahenkle, yükseliverecek sudan. Dalga kuma; o bana kavuşacak. Çıkaracak yüzündeki her şeyi ve karşısında beni görecek. Beklettim diyecek; gülümseyecek.
O gün ilk çıktığında çok korkmuştum. Birden fırlamıştı denizden; fosforlu yeşilli dalgıç kıyafeti vardı; koca gözlükleri ve ağzında da o koca nefes alma şeyi. Keşke adlarını söyleseydi bana da doğru dürüst anlatabilseydim. Ne zamandır denizlerdeyim dedi. Ama seni gördüm ve geldim dedi. Yüzüne baktım; anlamıyordum hiçbir şey. Ben ne zamandır denizdeyim dedi tekrardan. Şu en derin çukur var ya dünyada; ona bile indim dedi. Sonra Kızıldeniz’deki renk cümbüşlerinde kayboldum dedi. Kutuplarda dalmak neymiş onu bile bilirmiş. Atlantik’i dalarak geçen ilk ve son insanmış. Çünkü kimse yapamazmış bunu. Çünkü sadece onun dalış tüpü karbondioksiti oksijene çeviriyormuş; o bulmuş bunu. O rekor şeysinin de asla haberi olamazmış o söylemediği sürece. Hayranlıkla dinledim. Bir kız nasıl bunlara cüret etmiş diye düşündüm. Cesaret etmek dedi. Gece denize girmek gibi bir şeymiş cesaret ona göre. Korkunç; ama gündüz girmekten farkı var mı ki gerçekte? Cesaret bilmezlikten öte gelmekteymiş. Her şeyi biliyorsan cesur olamazmışsın. Cesur olmak bilmesen de dalmakmış. O yüzden dalgıç olmuş. Hiçbir şey bilmiyordum ve daldım dedi. Daldım ve seni görene kadar da hep suda kaldım dedi.
İmkânsız diye düşündüm. Anladı ne düşündüğümü. En basitinden açlıktan ölür insan diye düşünmüştüm bir ömür denizde kalmaktan. Cesaret dedi; seni besler. Haydaaa dedim. Deliye çatmıştım anlaşılan. Ama sıradan bir deli de değildi; dalgıç kıyafetleri içinde bir deliydi. Tam bunları düşünürken iyi düşün dedi. Ve maskesini takıp paytak paytak suya girdi. Aslında onu tutmak istedim; öleceğini düşündüm bu delinin. Tutamadım.
Cankurtarana gittim çabucak. “Selamünaleyküm” dedim. Onlar da “Aleykümselam” dediler. Yaz kış nasıl bronz oluyor bu cankurtaranlar hep merak ederdim; ama bu sonraya kalacak gibi. Nasıl anlatmalı bilemiyordum da.
“Demin biri geldi yanıma dalgıç kıyafetleriyle. Deli miydi neydi anlayamadım. Konuştu konuştu gitti. Onu ihbar etmek… istedim de.”
Yüzüme garip garip baktılar. “Abi istersen sahil güvenliğe haber verelim; bir baksınlar.”
“Peki.” dedim. Telefonu çevirdi adam. Birkaç dıttan sonra açıldı telefon. “Abi, biri geldi de buraya; demin bizim sahilde denizden dalgıç kıyafetiyle biri çıkmış; deli miymiş neymiş diyor adam; sonra tekrar dalmış.”
Herhalde karşısındaki küfürler savurmuştu. Cankurtaranın bana ters ters bakışlarından sonra bir “Tamamdır abi.” geldi. “İlgilenecekler.”
Yani ilgilenmeyeceklerdi. Neyse dedim içimden. Kolay gelsin deyip gittim. Eve varınca dehşete kapıldım: Yatağımda her şeyiyle tastamam bir dalgıç kıyafeti duruyordu. Biri bana şaka mı yapıyordu acaba? Buna başka bir açıklama getiremiyordum. Sonra birden kızın bahsettiği dalış tüpü geldi aklıma. Acaba buradaki de ondan mıydı?
Ertesi gün soluğu uzaklardaki bir dalış dükkanında aldım. Herhalde bizim oralarda kimse dalış yapmıyordu; anca şehir merkezinde bulabildim dalış dükkanını. Adama dalış tüpünü gösterdim. Tanıdık bir model değilmiş. Zaten üstünde marka falan da yazmıyor. Sonra dayanamadım sordum: “Acaba verdiğimiz karbondioksiti oksijene çeviren bir dalış tüpü var mı?”
“Yok abi ne arasın öyle şey; onu bir yapsalar zaten herkes bir tüp alacak daha da almayacak.”
“Bu tüp, galiba, öyle de; o yüzden sordum.”
“Sahi mi diyorsun abi? Deneyelim bakalım.”
Denedi, baktı, kurcaladı. Bekledim de bekledim. Sahiden de karbondioksiti oksijene çeviren bir dalış tüpüymüş anlaşılan. Adamın gözlerinden yaş geldi. “Allah’ım bu günlere de mi yetişecektik?” dedi, geldi bana sarıldı. “Abi bak şimdi senle bunun patentini alalım; sonra var ya paraya para demeyiz artık. Sen %80’ini alırsın; %20 de ben tüm pazarlık vesaire işlerini hallederim diye verirsin haa, olmaz mı? Bu tüp şu an var ya altından da değerli abi! Nasıl yaptın sen bunu?”
“Ben yapmadım.” dedim soğukkanlılıkla. Dedim ya, tutuk bir insanım ben; coşmaya gelemiyorum. “Yani, bir arkadaşım-“
“Abi helal olsun o arkadaşına. Kesin bunu pazarlamalıyız ve paracıklar bizim olmalı!”
İş git gide büyüyecekti anlaşılan. “Tamam abi, ben bir daha geldiğimde arkadaşı da getiririm buraya; konuşursunuz, olmaz mı? Şimdi müsaadenizle gideyim.”
“Aaaaa, öyle olmaz! Telefon numaranı almadan bırakmam vallahi! Sonra bensiz soyunursunuz bunu pazarlamaya ha, kaçın kuraları sizi! Yanlış numara da verme; test edeceğim doğru numara verdin mi diye!”
Adamdan tiksinmiştim oracıkta. Ama numaramı verdim mecbur. Eve döndüm. Tüpe bakakaldım. Her şey gerçek miydi gerçekten? Tüm anlattıkları gerçekten gerçek miydi sahiden gerçekten; inanamıyordum. Ya adam beni tongaya getirmişse dalga geçmek için? Ya bu sadece basit bir dalış tüpüyse?
İlerleyen günlerde olmadığını anladım. Adam ertesi sabah aradı hemen. “Ne zaman geleceksiniz?” dedi. “Bugün olmaz.” diye savuşturdum. İnternetten araştırmayla geçirdim o günü. Gerçekten de bu tip bir cihaz yoktu. Sıkıcı bir hayattan garip bir masala geçiş yapmıştım. Açıklanamaz bir sürü şey vardı. Dalgıcın varlığını geçtim; odama dalgıç kıyafetleri nereden gelmişti?
Diye düşünürken kapı çalmıştı o gün. Arkadaşım gelmişti. İş konuşacaktık. “Şaka!” diye bağırdı. Dünden beri olan tedirginlğim ortadan kalkmıştı o böyle deyince. Demek tüm bu işleri o ayarlamıştı… “Allah seni kahretmesin!” dedim. “Ne garip bir şaka bu?”
“Oha, bunu ilk yapışımda kimse anlamıyordu; helal olsun be abi.” diye karşılık verdi.
“Neyini?”
“Yani aslında şaka yapmış olduğumun şaka olduğunu; yani aslında şaka yapmadığımı ve bu yüzden şaka dediğimi. Nasıl da kafalısın maşş-“
“Ne ne ne? Amaaan, git be oğlum ya.” diyerek sıkıcı gerçeklikten garip masala geri döndüm. Dahası, masalı detaylıca arkadaşıma anlattım. Tüpe baktı. Onun da aklı fikri tüpü pazarlamaktaydı. Herkes garip masaldan sıkıcı gerçekliğe dönmek istiyordu sürekli. Gerçek hayata pat diye giren gerçek masalı umursamıyordu kimse.
“Şu tüpü unut da kıza ne diyeceksin?” dedim.
“Abi bırak kızı ya manyağın teki. Bize bıraktığına bakmalı.”
“Abii, kime diyorum ben? Denizden bir kız çıkıyor; bana saçma sapan şeyler söylüyor; sonra daha bulunmamış bir şey benim evimde ortaya çıkıyor.”
“Hmm, tamam, ciddiyete bürünüyorum. Da, ne diyeyim bilemiyorum ki. Kız da gitmiş zaten; hani masal gibi diyorsun da bu bildiğin bitmiş masal. He çözüme ulaşmış mı, hayır.”
Anlaşılan kimse bu masala girmeyecekti benden başka. Arkadaş gitti, gün bitti. İşler ertesi günlerde iyice çığırından çıktı. Adam taciz eder gibi aramaya başladı; ben de sürekli reddettim. Adam sormuş etmiş; dördüncü gün bulmuş adresimi, evime geldi. Bana bak şu işi artık halletmeye başlayalım tamam mı diye tehdit etti. Kaçacağım sanıyordu. Ben de yabana gitmesin dedim, beni bulamasın diye evden kaçtım. Yanıma sadece dalgıç kıyafetini ve bilgisayarımı aldım. Yakınlardaki adı sanı duyulmamış bir pansiyonda kalmaya başladım. Pansiyon sahile yakın olunca da her gün sahile gitmeye başladım. Arkadaşım haklıydı aslında; bu bitmiş ama çözüme ulaşmamış bir masaldı. Bense çözüme ulaşsın da bitmesin istiyordum. Sırf o belki gelirim dedi diye bekledim onu hep aynı vakitlerde. Yoksa gelmiş miydi şu ilk dört günün birinde? Ve sonra beni görmeyip sonsuzluğa mı dalmıştı yine?
Ben akşamüzerlerini beklemekle geçirirken; dalış tüpünün namı hızla yayılmaya başladı. Bir anda tüm dünyanın ilgi odağı oldum. Çünkü bu yalnızca dalış dünyasında değil; bilim dünyasında da merak uyandırdı. Gerçi karbondioksit daha önce de oksijene dönüştürülebiliyormuş da filan da yine de merak konusuymuşum. Ne teoriler atılıyordu ortaya gün be gün; güya küresel ısınma derdi de bitmişti dünyanın artık. Ve sekizinci günde; bir MİT ajanı beni buldu. Evet evet, bildiğin ajan. Daha havalı olur sanırdım; ama biraz memur gibi geldi gözüme, ne yalan söyleyeyim. Tüpü görmek istediğini söyledi. Gösterdim ben de. Bütün dünya bunun peşinde dedi. Sen niye bunu pazarlamıyorsun hemen dedi. Sen de mi ajan? Anlattım. Ajan güldü. Ajan gülünce ajana ajan diye bakasım gelmedi. Bütün ciddiyeti kaybolmuştu olayın. “Bak diyeceğim şu ki çabuk bunun patent alma işini hallet. Bütün dünya peşinde. Seni bulmaları an meselesi. Senden bu tüpü bir alsalar bir daha ispat bile edemezsin senin olduğunu.” dedi ve çekip gitti.
Tüpten kurtulmanın en iyisi olacağını düşündüm. O günün akşamında tüpü parçaladım ve attım. Her parçasını ayrı ayrı yerlere bıraktım. Bir kısmını da denize bıraktım ki asla bulunamasın. Ve ertesi gün sahiden bir sürü insan geldi tüp için. Tüp yoktu, beni götürdüler. O tüpü tıpış tıpış yapacaksın ve biz de paranı vereceğiz dediler. Mobbing diye şikâyet mi etsem insan kaynaklarına? Birkaç gün içinde aksiyonlu filmlerdeki rehin alınmış bilim adamına nasıl dönüştüm ki? Başıma gelen acayip olaylardan etkilenemiyordum; masalın parlak ve yumuşak ışığı gözümü kör etmişti. İyi ki. Ben bulmadım dedim durdum adamlara. En sonunda bıktılar; biraz dövüp saldılar. İnternete de tüpün yalan olduğu haberi düştü; herkes de buna kulağa daha gerçekçi geldiği için inandı.
Mucizelere sırt çevirmek miras kalmış bize Mekkeli kâfirlerden. İmam geçen namaz öncesi vaaz verirken söylemişti bu sözü. Hayat bir mucizedir demişti. Her duyumuz, her hissimiz, benliğimiz ve tüm bunların ötesi, Allah-ü Teâlâ’nın kendisi. Ama yarılan Ay’a nasıl sırt çevirdiymişse Mekkeli kafirler; biz de bunlara çeviriyormuşuz sırtımızı ve kadir kıymet bilmiyormuşuz.
Beni bıraktıklarında on üç gün olmuştu o geleli. Sahile dönüp onu beklemeye devam ettim. İçimde bir his vardı; şu masal gerçek olsun istiyordum. Aslında, düşünüyordum da, olmayacaktı işte. Şu tüpü de adamla gidip pazarlayacaktık dünyaya, paraya para demeyecektik de; en azından gerçek olan hayatım kurtulacaktı. Yine de gelip beklerdim şu sahilde, en azından zengin bir şekilde. Masallar gerçek olsun istiyormuşuz içten içe; bu bekleyişle bunu fark ettim. Bizi gerçekliğin sıkıcılığından alıp götürsün diye; başımıza hangi masal düşerse düşsün; bir masal düşsün istiyormuşuz. Yeter ki içinde yakışıklı prensi ve güzelim prensesi olsun -öyle olsun diye değil, öyle göreyim diye-; sonsuza kadar mutlu yaşadılar cümlesi olsun -öyle olsun diye değil, öyle hayal edeyim diye-; konuşan hayvanlar, yemyeşil ormanlar, masmavi denizler, tertemiz yüzler, sırsız insanlar, sayısız tebessümler, ebedi iyi niyet olsun -öyle olsun diye-.
Al işte; on yedinci gün bitti ve yok hâlâ o. Gelemediğim gün sayısıysa sekiz. Ama evimi bulmuş kişi benim gelip gelmediğimi de takip ederdi herhalde, etmez miydi? Eğer gerçekten gelmek istiyorduysa bilirdi; bakardı sahile ve koca kumsalda görürdü yapayalnız siluetimi.
Kalkasım geldi. Eve gidesim, bu hikâyeyi bitiresim. Ama sonra bu heves denize girmeye döndü. Demişti ya, cesaret geceleyin denize girmek gibidir diye. Belki de öyle yapmam gerekiyordu. Cesaret etmem gerekiyordu. Belki o zaman masal devam ederdi. Ürperdim bu olasılıkla ve ardımdan esen rüzgârla. Ayaklarım kumsala doğru yöneldi. Az sonra terliğimin içine kumlar girdi. Düşündüm karanlıkta yürürken ya ayağıma böcek girerse diye. Korktum ama yürümeye devam ettim. Dalgaların sesine yaklaştım. Kendi sakinliğindeydi; ama bu sükûnet onlara idrak etmesi zor, devasa bir boyut kazandırıyordu sanki. Ve birden ayağıma denizin suyu değdi. Soğuktu. O yoktu. Denize girmek demişti. Geceleyin denize girmek. Düşünmeden üstümü çıkarıp attım kenara. Yürüdüm. Her adımda titredim. Her adımda ayağıma balık değecek diye korktum. Her adımda ayağım denizkestanesine batacak sandım. Her adımda ters bir taşa basıp kayacağım sandım. Her adımda saçmaladığımı- Ama yürüdüm. Karnıma kadar geldi su. Bariz üşüyordum. Şimdi işte. Denizdeyim. Gece denize girdim. Bu mu cesaret? Ne denizkestanesi, ne ters taş, ne de bir balık. Hiçbir şey olmadı. Allah’ım olsaydı ya! Allah’ım lütfen olsun! Gelsin ve bana ben geldim desin. Sonra sorsun neden parçaladın tüpü diye ve sonra desin ki bir şey olmaz. Sonra bilmiyorum ne olsun ama bunlar olsun. Ben cesaret etmedim mi işte; bu masala inanmak başlı başına bir cesaret değil mi? Deli gibi şu denize girmek bu soğukta ve bu karanlıkta? Al işte; ardımda koca şehir ve ışıkları; koca şehir ve normal akan hayatları; koca şehir ve korkak insanları. Hepsini bırakmışım, hepsinden sana akmışım. Allah’ım saçmalıyor muyum yoksa? Çıkmazlardaki hayatımı bir masalın mı değiştireceğini sanıyorum? Kafamı batırıyorum suya. Duruyorum. Karanlıkta hiçbir şey göremiyorum. Sonra kısık kısık sesler geliyor. Nefesim daralıyor. Birden fosforlu kıyafetiyle o parlıyor. Geliyor, geliyor; önümde duruyor. O gelsin diye boğulmak pahasına bekliyorum suda. En sonunda, galiba “Ben geldim.” diyor. Ertesi gün boğulmaktan son anda kurtulduğumu öğreniyorum. Yanımda bir dalgıç. “İyi misiniz?” diyor. O değil.
İlk Yorumu Siz Yapın