Puslu yerlerden geliyorum. Soba sıcağı. Üstümde kalınca bir yorganı bütün haşmetiyle idrak ediyorum ilkin. Kalp atışlarım ve nefesim geliyor sonra. Gözümü açamayacak kadar yorgunum. Uzakta adımlar var. Adımlar pıt pıt gidip geliyor. Tahta kaşık yoğun çorbayı karıştırıveriyor. Bir öksürük tutturuyorum. Adımlar hızla yaklaşıyor, ben de o esnada gözlerimi açıyor ve
“Tamam evladım, tamam, sakin ol, sakin, sakin. Helal, helal, helal.”
Öksürüklerimin dinişiyle kalbimin gümlerini hissediyorum. Etrafı çabucak kolaçan ediyor gözlerim. Ahşap bir evdeyim. Sobanın koru azıcık aydınlatıyor karanlığı. Dolu dolu tek göz oda. Üst üste yığılmış ahşap sandıklar, sandıkların üzerine yığılmış yorganlar, yorganların üzerinde örtüler. Bana helal diyen teyzeye dönüyorum. Gözlerimden anlıyor fikirsizliğimi. Konuşuyor:
“İyi misin evladım?”
“Sağ ol teyze, iyiyim.”
“Yat sen, ben sana çorba getirem şimdi. Şifa olur inşallah.”
Uzanıyorum yine. Kızıl karanlıkta huzur veren bir ısı var. Tavan karanlık, insanı dinlendiriyor. Teyzenin yumuşacık ve küçücük adımları. Patiklerin odayı ısıtan ürkek sürtünmeleri. Tüm bu sıcaklık bir yandan iyi, bir yandan susatıyor. Dilim damağım. Demir kepçenin tencereye temasını duyuyorum. Seslere öylesine teslimim ki çorbayı içmiş gibiyim. Sonra teyze yaklaşıyor bana, duyuyorum. Sonra sağdan başı beliriyor: “Hadi evladım, kalk da içireyim sıcakken.”
Dikleniyorum. Yastığı sırtıma koymaya kalmadan teyze hemencecik yastığı düzeltiyor diğer elinde kâseyle. Hareket beni hayata geri getiriyor. Sıcak çorba kurak toprağa düşen ilk yağmur gibi. Lahana yaprakları değiyor ağzıma, sonra havucu fark ediyorum. Sıcak süt gibi bir rengi ve kıvamı var çorbanın. Öyle hoşuma gidiyor ki kaşık kaşık değil kâse kâse içmek istiyorum. Ancak öksürüğüm birkaç kaşık sonra içmemi engelliyor. Kusacak gibi oluyorum.
“Tamam evladım, tamam, duralım biraz, devam ederik. Sen kendinden bahset bakam, ne yaparsın dışarda, şu dağcılardan mın yoksa?”
Neden zaman ve mekândan çekilmiş gibi hissettiğimi anladım o zaman:
“Ben, hiçbir şey hatırlamıyorum teyze.”
“Aaa, tövbe estağfirullah! O nasıl iş çocuğum? Yoksa soğuktan havsalan mı gitti?”
Soğuk kelimesi boğazımdan aşağı bir rüzgâr çıkarıyor. “Sen nerede buldun beni teyze?”
“Dağa giden yolda öylece yatıydın. Beni yukardaki köyden ebeliğe çağırdılardı da ona gididim de seni görünce hemen aldım taşıttım bizim delikanlılara.”
“Gidemedin mi yukarı köye?”
“Yok yok gitmem mi ben gitmesem neler olur maazallah! Çocuklara taşıttım çıkarın üstünü başını sonra pijamalar var giydirin sonra sıkıca sarın sarmalayın sobayı da iyice harlayın ısınsın ben geliyom dedim.”
“Sağ ol teyzeciğim.”
“Hadi çorbayı yine deneyek. Bu seni diriltecek bak.”
Birkaç kaşık daha. Birkaç kaşık daha. Birkaç kaşık daha. Çorbanın sıcağından burnum akıyor. “Mendil var mı teyze?” diyorum mahcubane.
“Dur getirem.”
…
“Ah evladım ah bu dağlara niye çıkasız siz ben hiç anlamam. Gelip hobi midir neydir şey diyonuz da bu kar kıyamette hobi mobi neymiş Allaasen? Bulmasam öleceedin Allah esirgesin. Bak sen ter olmuşun sırf şu pijamayı verem sana bunları giy şimdi. Ben bakmam şu ötede namaz kılayım.”
Bilmiyorum ne vakit tekrar dalmışım. Bir rüya. Görmek değil. Temas eder gibi. Daha içsel. Sıcak var, soğuk var. Kar var, tipi var. Çam var, rüzgâr var. Elimde sıcak çikolata. Kar tanesi düşüyor sıcak çikolataya. Eriyor hemen. Bir yudum alıyorum sıcak çikolatadan. Ağzımın her yerine yayılıyor, toprak gibi bir tortu bırakıyor dilimde. Sonra bir gürültü kopuyor, önümdeki dağdan koca bir çığ üzerime üzerime geliyor. Kaçmalı, yüzmeli, ne yapılır, ne edilir bihaberim. Sıcak çikolataya bakıyorum elimdeki. Sallanıyor, git gide daha çok sallanıyor. Korkudan kayıtsızlıkla olduğum yerde kalakalıyorum. Çığ bana varıyor sonunda. Gürültüsüne oranla fazla ağır geliyor. Sıcak çikolata üzerime dökülüyor ve yanıyorum ilk başta ama çığ hemen söndürüyor çikolatayı. Ağzıma giriyor kar ve sıcak çikolatanın tortusunu götürüyor ve dişlerimi kamaştırıyor ve boğazımı yırtıyor
Bağırarak sessizliğe uyanıyorum. Kalbim sanki son atışlarıymış gibi var gücüyle vuruyor. Teyze, teyze nerede? Çok aciz hissediyorum kendimi. Teyze niye gelmiyor teyze? Tek göz odada nerede ki? Yoksa ebeliğe mi gitti ki yine? Ter ve endişe bütün vücudumu sarmış, titriyorum. Tavanın suskunluğu endişemi katlıyor. Sanki bana işkence ediyorlar ama herkes herkes.
İçinden geçtiğim bir sonsuzluktan sonra patik seslerini duydum. O an bıraktım kendimi.
“Ne oldu evladım? Bağırdın çok fena! Namazı bozacağdım az kalsın!”
Demek hâlâ namazdaymış. Rahatladım biraz ama güvende hissetmedim.
“Kâbus gördüm.”
“Ah evladım, yanıyorsun, olur bunlar. Dur su getirem sana.”
O suyu getirirken ben de toparlandım, yastığı sırtıma çektim. Üstümün kollarını da çektim dirseğime kadar. Bir dağ dolusu kar lazımdı serinlemem için. Suyu içtim titrek yudumlarla ve küçük öksürüklerle. Suyu içmek istiyorum ama boğazım o kadar ağrıyor ki birkaç yudumda pes ediyorum.
“Ayet-el Kürsi evladım.” dedi. Kolumdaki dövmeye attığı kaçamak bakışın sebebini sorusuyla anladım: “Bilir misin?”
Gerçi ben de yeni fark ediyordum dövmem olduğunu.
Galiba hatırlayabilirdim. “Evet.” dedim. “Oku onu” dedi, “oku. Ben de okuyam üfleyem sana. Seni korur bak.”
Üşürüm diyerek kollarımı tekrar yorgan altına soktu önce. Galiba dövmem açıktayken okumak istemedi. “Allahü la ilahe…” diye başladı. Ağzından mırıltılar sonbahar yaprakları gibi dökülürken hafifçe ileri geri gidiyordu, gözleri kapalı. Derin bir nefes aldı ve her yerime üfledi. “Sen de oku hep evladım kötü olunca böyle kâbus filandır şimdi olur öyle.”
Hâlsizlikten yine fark etmeden dalıyorum uykuya. Rüyada uyanıyorum. Öyle bir rüya ki, öyle bir ruh hâli ki; hasta değilim rüyada diye galiba, gerçekten daha gerçek. Belki de soğuktan. Uçsuz bucaksız bir sahil. Hava kara kara bulutlu. Kar. İnce bir tabaka kaplamış kumsalı. Ayaklarımla kar ve kumu karıştırıyorum. Karıncalanma var ve ben gülüyorum. Sonra rüzgâr esiyor ve ben üşüyorum. Fark ediyorum ki sırılsıklamım; üzerimde bir gömlek ve altımda bir şorttan fazlası da yok üstelik. Tüylerim diken diken oluyor. Bir mağara var ileride, ve, oradayım. Mağaraya adımımı atar atmaz mağaranın ortasında ateş yanıyor. Rüzgâr bitiyor; dışarısı lambası söndürülmüş oda gibi kayboluyor. Ateş mağarayı teyzenin evindeki gibi aydınlatıyor. Ötede bir battaniye ve ben sarılıyorum. Üşümem gidiyor. Sıcak vücuduma yayılırken uyuşuyorum. Uyuyacakken biri meydana geliyor mağaranın karanlığından. Korkuyla ayaktayım.
Kimsin?
“Kim mi?”
Kimsin?
“Benim.”
Kelime oyunu yapma. Kimsin?
“Beni nasıl tanımazsın? Kolunda taşıdın beni hep ya.”
Koluma bakıyorum. Dövmem, dövmemde denizkızı. Yüzüyor kuyruğu siyah-yeşil.
“Ben senin için denizi bıraktım da geldim. Bak, yürüyorum artık. Denize bir daha dönmemeliyim.”
Durdum, bir süre. Üşüdüm, bir süre. Yaklaştı bana, bir süre.
“Üşümüyor musun sen de?”
Üşüyorum.
“Bu soğuk rüyayı ardımızda bıraksak ya artık, olmaz mı?”
O yaklaştıkça daha çok üşüyorum. Endişeleniyorum ve yaklaşıyor. Sesi büyüyor kızın, yankılar sonsuzlukta uzanıp duruyorlar. Korkuyorum saçları mavi yosun gibi korkuyorum! Korkum boğuluyorum. Öyle bir soğukluk ki üzerinde dokunsa bana öleceğim sanki.
Kimsin sen?
“Rüyada kimlik mi soruyorsun? Bu soğuk rüyayı bıraksak olmaz mı?”
Yer kayboldu, sözleri havada uçuyor. Sağ kulağımdan soğuk, sol kulağımdan rüya kelimeleri. Giriyor! Korkum. Ayet-el Kürsi. Okumaya Allahü la il- Allahü- Allahü la ila- Allahü la ilahe- Korku ezberimi yemiş öğretmenim kız bana elini uzatıyor düşmeye başladığımızı fark ediyorum ve onun elini ancak o zaman tutmak geliyor içimden sanki ona aslında hiç dokunmamam gerekiyor ama boşlukta düşerken ondan başka tutunabileceğim hiçbir şey olmuyor.
Uyandım. Bu sefer sessizce. Cızırtılı bir ezan sesi, uzakta. Kar herhalde dışarıda çok şiddetli, ezan yorgan altından okunuyormuş gibi geliyordu. Yine terliyim. Koluma bakıyorum. Denizkızı. Hareketsiz. Üşüyor kolum, hemen geri koyuyorum yorganın altına. Birkaç öksürüyorum. Teyze ileride, yatmış; sobanın koru sönmüş. Aklıma sebepsizce Emin’in isminin gelmesiyle sabah açılan bir perdenin odaya doldurduğu ışık gibi hafızam bana geri geliyor. Öyle bitkinim ki ne var ne yok bakamıyorum bile hafızama. Tekrar dalıyorum. Dalarken teyzenin patik sesleri kulağıma çalınıyor; namaza kalktı herhalde.
Bu defa rüya yok; gördüysem de hatırımda değil. Uyandığımda oda küçük camdan biraz ışık alıyordu. Güneş değil kardı odayı aydınlatan. Soğuk bir beyazlık var. Soba yine de sıcak. Her şey tozlu ve mayhoş aslında ama kar beyazı her şeyi temizliyor, berraklaştırıyor. Teyze kapıya gidiyor. “Selamünaleyküm Naciye teyze.” deyip içeri giriyor bir adam. Gözlüklü, tıraşlı, hafif kel. “Aleykümselam Deniz bey oğlum. Geç geç.”
Deniz ismiyle rüyamı hatırlıyorum. Denizkızının mavi saçları üzerime üzerime geliyor. Kötü oluyorum; sonra adam bana yaklaştıkça kendimi toparlamaya çalışıyorum.
“Yat yat çocuğum, bak bu Deniz Bey doktordur. Kasabadan senin için geldi. Havsalası gitmiş Deniz evladım; bir de çok öksürüyor zatürreye falan olmasın.”
“Bakalım. Geçmiş olsun.”
“Sağ olun.”
“Hafızanız yerinde değil mi hâlâ?”
“Yok, sabaha karşı geldi hafızam yerine.”
“Ay şükür Allah’ıma kırkbinkere-ya Rabbim! Niye bana demiyon yavrum?”
Sahi, niye söylemedim? Hatırlamıyorum.
“İyi, o zaman bari isminizi, cisminizi söyleyin de Naciye teyzemin de içi rahat etsin.”
“Ben, adaşınızım, Deniz. Dağa, tırmanışa geldik; üniversiteyle. Grubumu kaybettim. Geri döneyim dedim bu civarda köy olduğunu hatırlıyordum. Ama bitap düşmüşüm; Naciye teyze de yolda bulmuş beni.”
“Hii, ay evladım şimdi arkadaşların nasıl telaşlanmışlardır! Keşke ulaşabileydik onlara.”
“Merak etme sen Naciye teyze, ben kasabaya döner dönmez haber veririm. Onlar da arıyorlardır zaten. Şimdi şu öksürüğünüze bakalım. Kalkın yavaşça. Sırtınızı dönün.”
Sırtıma stetoskopun buz gibi ucu değince refleks olarak öksürdüm. Öksürdükçe devamı geldi. Sonra doktor durdurdu beni, nefes alın dedi, nefes alıyordum ki fark ettim çok derin nefes alamadığımı. Nefesim derinleşecekken öksürüğe boğuluyordum. Sonra da ateşime baktı. Buz gibi ateşölçer koltukaltıma kışı getirdi. Ateşölçeri beklerken boğazıma baktı mide kaldıran tahta çubukla.
“Hmm, boğaz dolu. Ateşe bakalım, otuz dokuz buçuk. Beklediğimden iyi aslında da, kötüleşirsin bu gidişle. Bizim kasabaya götürmemiz lazım seni en kısa sürede.”
“Dışarısı kar kıyamet Deniz oğlum, bu yavrucak nasıl gitsin?”
“Kar bugün dinecek diyorlar. Sonra da gelir ambulansla alırız seni. Olmadı acil hasta derim o kar üstünde giden şeylerle gelir alırız seni mümkünse. Naciye teyze, sen şu ilacı ver Deniz’e de öksürüğü biraz rahatlasın. Şimdi ver bir, biz öğlene yetişemezsek öğlene de ver. Bir de ateş düşürücü vardır sende, ondan da ver bundan bir yarım saat sonra. Biz de en kötü akşama gelip alırız inşallah.”
“Allah razı olsun çocuğum. Ben bir şey yapamıyorum burada; siz gelin götürün bu çocuğu hastaneye ağırlaşmadan. Ben yine su koyam mı başına?”
“Koy, koy, o da ferahlatır.”
“Hadi Allah’a emanet yavrum, çabuk gelin ambulanslarla. Nasıl döncen sen?”
“Bir yere kadar arabayla geldiydim teyze, sonrasında da zaten bizim Ahmet’e söylediydim kızakla geldiler aldılar beni. Köye inem şimdi bırakırlar beni.”
“İyi çocuğum, hadi Allah’a emanet.”
Kapı kısa süre açık kaldı ama odadaki sıcak hava hemen bozuldu. Eşik eriyen kar taneleriyle doldu.
Peynir ekmek yedim öksürüğümün izin verdiği kadarıyla. Sonra iki ilacı aldım. Sonra Naciye teyze bir daha kollarımı yorganın altına soktu ve Ayet-el Kürsi okudu. “İhlas, Felak, Nas da okudum kötü şeyler def olsun inşallah.”
Dua mı, ilaç mı, bilmiyorum, yine daldım uykuya. Yine bir rüyaya uyandım.
Yine soğuk. Bu defa şehirdeyim. Bir metro durağı, yürüyen merdiven, yukarı çıkıyorum. Çıkışta rüzgârdan dolayı alnımı kırıştıracak derecede rahatsız edici bir uğultu. Etrafta kısmen erimiş kar; yollar ve kaldırımlarda buz gibi bir ıslaklık. Kar serpiştiriyor az az. Akşam olmak üzere, bulutlar iyice karartmış havayı. Kaşkolümü iyice sarındım ve ilerledim. Karşımda birini buldum: Emin’di bu. Ölmüş gibi hareketsizdi. Etrafımızda bir sürü insan vardı; hepsi geçip giden insanlar. İlerledim. Emin dedim. Ağzı oynamadı ama sesi kulağımda: “Nasılsın Deniz?” İhtiyaten iyiyim dedim. Öksürdüm. “Kusura bakma,” diyor, “hiç sevmezsin ve yanında sigara içiyorum.” Görüntü bozuluyor. Sadece Emin’in sabit yüzü var ve ağzından duman savruluyor sert rüzgârla. Oğlum, bırak sen de o zaman şu şeyi. Zaten günün yarısında beraberiz neredeyse, hazır böyle sevmeyen birini bulmuşken içme şunu hiç. “Öyle değil,” diyor, bu defa sanki gerçekten de ağzını oynatmadan konuşmaya çalışırmışçasına bir tutuklukla, “öyle olsaydı zaten olmazdı ki. Deniz, ben Su’yu sevmiyorum. Anla artık. Bırak bu soğuk rüyayı. Ben sigara içmem.”
Aniden o put hâlinden çıkıp bana bakıyor ve ağzını oynatması normal değilmiş gibi. Korkuyorum… “Bu soğukta nefes alınca duman çıkar akıllım! Hemen de inandın hahahahaahahahahahaahahahahahahaahahahahahahaha
Hızla uyanıyorum. Naciye Teyze hızla yanıma geliyor. “Yine mi kâbus?” diyor. “Yok,” diyorum, “soğuk bir rüya.”
“Soğuk rüya da neymiş ki?”
“Hava. Soğuktu.”
“Haa, neyse yat dinlen evladım; öğleye geliyor vakit, nasıl iyi geldi mi ilaçlar?”
“Biraz daha iyiyim; boğazım en azından öksürecekmişim gibi değil.”
“İyi iyi, maşallah. Kar da durdu. En yakın zamanda gelip alırlar seni inşallah. Ben çorbanı ısıtayım.”
Emin neden Su’yu sevmediğini söylemişti? Bilinçaltımda neler var böyle? Yoksa bu, sadece hastalıktan mı? Belki de kötü şeylerdir bu rüyaları yapan. Öğlen tok karnına Ayet-el Kürsi ile beraber geçer diye düşündüm. Dur bakayım hatırlıyor muyum duayı? Önce besmele tabii, evet, sonrası böyleydi ve evet, galiba evet tamam, hatırımdaymış. Tabii ışık hızında okumazsam takılıyorum.
Çorbamı, ilacımı içtim ama Naciye Teyze dua okumadı bu sefer. Gitti namaz kıldı; dua ediyordu; sonunda bana da ediyordur umarım. Dindar bir insan değilim ama birinin bana dua ettiğini düşünmek içimi ferahlatır. Anneannem de böyledir.
Uyumadım. Naciye teyze iş gördü, pek konuşmadı benle. Nerede okuyorum filan sordu bir, memleketimi bir de. Daha da konuşmadı; arada gelip başıma bez koydu, namaz kıldı, tespih çekti, bulaşığımı yıkadı, örgü ördü. Sordum, yeni doğan bebeğeymiş, bitmek üzereymiş. Ama geçiştirmişti cevabını. Herhalde dövmemi gördükten sonra benden soğumuştu biraz. El âlemin sapkın çocuğuyum diye düşünmüştü; bana bakıyor olmaktan rahatsız bile olmuştu belki. Gerçi bariz bir soğukluğu yoktu; ama bir mesafe oluşmuştu sanki aramızda. Yoksa ben miydim bu mesafeyi koyan? O duayı sorduğu vakit, kolumu yorganın altına soktuğu vakit galiba o benden pek soğumamıştı da ben soğumuştum ondan. Dini bu yüzden sevmiyorum. İnsanları birleştirdiğini söylerler ama hep ayırdığını gördüm ben.
Kapı çaldı. Doktor Deniz gelmişti yanında birkaç sağlık görevlisiyle.
“Şanslısın adaşım; kar üstünde giden şu paletli araçlarla geldik. Zaten yolun bayağısı da açıktı da az bir yol gideceğiz ambulansa kadar. Oradan da hastaneye. Nasılsın?”
“Daha iyiyim. Yani, ateşim azaldı biraz; boğazım da hep öksürecekmişim gibi değil.”
“Oh, oh, ne güzel.”
Kalktım, az ileride duran çantama yöneldim. “Tamam ben alırım, başka eşyan var mı?” dedi doktor. “Gelmeden önce giydiklerim,” dedim. “Islaktı astım onları. Al bakalım. Biraz ıslak daha ama…” diye getirdi Naciye teyze öteden. “Bu pijamalar Naciye Teyze’nin onları çıkara-” derken “Yok evladım yok ne gerek var helal olsun şimdi giyin soyunla uğraşma. Hatta yorganı da al istersen.”
“Yok Naciye teyze, biz getirdik battaniye onun için.”
“İyi evladım, peki.”
Vedalaşacak olmak üzdü beni. Bu sıcak yerden hasta hâlimle ayrılmak istemiyordum. Çıkışta Naciye teyzenin elini öpmeye yöneldim. “A a a a a a a yok evladım estağfirullah.” ile reddetti. Ne kadar atik davrandıysam da -hatta bu sebepten biraz öksürdüysem de- elini öptürmedi. “Allah’a emanet ol.” “Sağ ol Naciye teyze, hayatımı kurtardın.”
Tam olarak göremedim ama ben tam kapıdan çıkarken gözleri dolmuştu galiba. Öyle umut ettim. Merkezdeki hastanede tedaviye aldılar beni. O esnada arkadaşlarım da geldiler yanlarında koca bir çiçekle. Sarıldılar, özür dilediler. Teşekkür ettim. Edecek bazı laflarım vardı ama hâlim yoktu; gerek de yoktu. Öte yandan, onların da gezisini zehir etmişim diye düşünürken onların da tipi yüzünden geri döndüğünü öğrendim. Anlaştıkları üzere bugün grup dönüyormuş; Emin benle kalacakmış. Gruptaki en yakınım olmasına rağmen Emin’de bir suskunluk vardı nedense. Akşamında ağladı, “Yüreğim ağzıma geldi oğlum; ya sana bir şey olsaydı?” dedi. Böyle bir dosta sahip olduğuma sevindim. Sonra rüyamdaki yüzü geldi aklıma ve ürktüm. “Su’ya bir şey demedin değil mi?” dedim.
“Yok abi, Su’yun aklını neden bulandırayım hemen?”
“İyi etmişsin. Emin, sana bir şey soracağım.”
“Yüzün neden bu kadar ciddileşti?”
“Senin sevdiğin biri mi var?”
“Sevdiğim biri mi? Nereden çıktı abi?”
“Sen söyle.”
“Yoook. Olsa ilk sana söylemem mi?”
“İyi.”
“Allah Allah. Nereden çıktı ki bu?”
“Yok bir şey. Garip rüyalar gördüm de. Sormak istedim.”
“E anlatsana.”
“Yok, gerek yok.”
“Peki.”
İki tarafın da anlatmak istemediği şeyler olunca böyle olurdu; üstelemeler çabucak son bulurdu. Şüphelerimi artırdı bu.
Küçücük televizyonda dizi izledik. Serumum bitti. Ateşim düştü. Öksürüklerim hafifledi. Soğuk rüya görmedim. Bir gün sonra taburcu oldum. Kullanmam gereken bir avuç ilaç vardı. Onları alıp evlerimize doğru yola çıktık. Annemlere olanları sakince anlatsam da yürekleri ağızlarına geldi. Annem, babam ve kardeşim tekrar tekrar sarıldılar bana. Su da duydu olanları. Geldi, ağladı. “Deniz yoksa Su da olmaz.” dedi. Ben de “Su akar Deniz’e kavuşur.” dedim. Birbirimize böyle kelime oyunları yapabiliyor olmamız özellikle tartıştıktan sonra barışmak istediğimizde çok yardımcı oluyordu. O yüzden dışarıdan ne kadar lakayt gözükürse gözüksün bu oyunları yıllardır keyifle oynuyorduk.
…
Bu olanlardan dört ay sonra Su benden sudan sebeplerle ayrıldı. Ben fazla üzülürüm diye düşünürdüm aklıma ara ara geldikçe bu ihtimal; ama etrafımda hayatın olağan hâliyle devam etmesinden olacak ki pek üzülemedim. Belki de o kadar sevmiyordum Su’yu. Tartamıyorum. Ancak şu da bir gerçekti ki Su ile ayrıldıktan sonra kurudum. Yavaşça. Hayattan çekildim biraz kenara. Daha ağırdan, daha sakin bir hayata geçtim. Bıraktım dağcılığı. Çok kitap okur oldum, yıllardır biraz oynayıp kenara attığım bilgisayar oyunlarını bitirmeye başladım. Ailem beni gereğinden fazla aktif bulurdu; o yüzden inzivam hoşlarına gitti; inzivam sayesinde onlarla daha çok vakit geçirir olmuştum.
Aylar sonra, Ağustos sıcağında stajdan bunalmış bir hâldeyken Emin’in Su ile çıkmaya başladığını öğrendim. Ne zamandır bana bir şey söyleyeceğini geveliyordu ağzında da buluşamamıştık. Ondan öğrenmediğimin değil öğrenemediğimin farkındaydım ama yine de adamakıllı sinirlenmiştim. “Abi,” dedi bana, “sen Su ileyken ben hiç Su’yu senden almak gibi bir şey düşünmedim. Seviyordum onu; ama sen benim dostumsun Deniz, sana böyle bir şey hayatta yapmazdım. Yapmadım da. Siz, ayrıldınız ve sonra da işte… Ama hemen sonra da değil.”. Ne diyebilirdim ki? Bir şey diyemedim. “Ne diyeyim Emin? Ben onu görmedikçe bir sorun yok benim açımdan.”
Her ne olursa olsun, Emin de benim kadar iyi biliyordu ki dostluğumuz eski saflığında kalamazdı artık. Hem Su, ben Emin ile bu kadar yakınken bizim dışımızda kalamazdı. Su, yavaşça, Emin ile buharlaştı gitti hayatımdan. Zaman ve mekân da akarsu gibi geçti; bu akışta günlerimi basit ve aşağılık zevklerle geçiştirdim. Bir oyunda dünya çapında en yüksek puan yapan oldum. Hatta kısa süreli bir şöhret bile getirdi bu bana. Bu şöhrete de hayatımdaki pek çok şey gibi değer veremedim. Su ve Emin buharlaştıktan sonra hava dâhil her şey soğumaktaydı.
Kışın, kendimi bir yıl önceden planladığım üzere değişim programıyla yurtdışında buldum. Hayatıma biraz sıcaklık girecek diye ümit ediyordum. Hayat o kadar ferahmış ki Avrupa’da. Hamamdan çıkıp soğuk ve bulutsuz bir havada nefes almış gibiydim. İnsanlarla kolay anlaşıyordum; geziyorduk, eğleniyorduk; arada da çalışıyorduk. Bu kadar huzur fazla geldi bir süre sonra. Her şeyin bu kadar yolunda gitmesinde tarifi imkânsız bir soğukluk var. Bu soğukluktan çabuk sıkıldım ve bir ay geçmeden tekrar içime kapandım.
Derken, soğuk ve bulutsuz bir gecede kendimi hasta bir hâlde yatakta buldum. Ateşliyim yine, ilaçlarımı alsam da yanmam durmuyor. Üstelik yalnızım bu sefer; Naciye teyze yok, sıcak süt gibi çorbası da. Hazır domates çorbasını tiksintiyle içiyorum; fabrika malı yorganım beni Naciye teyzenin yorganı gibi ısıtmıyor. Gece acayip rüyalar görüyorum; hatırlamadığım kâbuslardan bağırarak uyanıyorum. Naciye Teyze geliyor aklıma. Ayet-el Kürsi diyordu, Allahü lâ- Allahü lâ ilahe illa, diye diye duayı bitirdim mi bilemeden yine uyuyorum. Soğuk bir rüyaya uyanıyorum. Onca vakitten sonra denizkızıyla karşılaşıyorum yine. Korkuyorum. Naciye Teyze’nin evi, ev kaskatı, buz. Eşya ölmüş. Soba yanmıyor. “Ben Deniz’i bıraktım; ama Deniz beni bırakmıyor.” diyor. Bana beni ben başkasıymışım gibi anlatışına şaşıyorum. Ben Deniz’im, bana niye böyle anlatıyorsun, başka biriymişim gibi?
“Sen burada Deniz değilsin. Sen, burada, sensin. Deniz, soğuk rüyada yaşıyor. Soğuk rüyayı ardımızda bıraksak olmaz mı?”
Terler içinde uyandım yine. Bu defa harfi harfine okudum Ayet-el Kürsi’yi. Elime üfleyip vücuduma sürdüm. Yapış yapış bir üşüme hâlinde, dövmeme baktım. Denizkızının o ifadesiz suratına. Kusacak kadar tiksindim. İyileştikten sonra hemen gidip sildirdim dövmemi. Belki Naciye teyze artık beni sever.
Sıcak çikolata aldım çıkışta. Metrodan inip yurda doğru yola koyuldum. İstasyondan çıktığımda kar serpiştiriyordu. Akşam olmak üzereydi, bulutlar iyice karartmıştı havayı. Kaşkolümü iyice sarındım ve ilerledim. Az ileride bir adam gördüm; önüne bir şapka koymuştu; kendini griye boyamış, heykel gibi duruyordu. Cansızlığını bozan tek şey bu soğukta burnundan çıkan dumandı. Birkaç insan para atıyordu; ama çoğunluk kafasını kaldırıp bakmıyordu bile. İnsanların ona kayıtsızlığına hayret ettim. Sonra etrafıma bakındım: Kimse bakmıyordu ki birbirine. Binalar bile birbirine bakmıyordu. Heykel gibi duran adam gibiydik biz de: Tek yaşam belirtimiz verdiğimiz nefesti. İçim üşüdü; şu şehirdeki tüm keyifli zamanlarım iyice soğudu ve donarak öldü. Bu şehirde, hatta kendi şehrimde, tüm bu huzur ve mutluluk heveslerimiz kursaklıktı; kaderlerinde donarak ölmek vardı. Anılarımızın, geçmiş müzesinde asıl hâliyle durabilmek için donmaktan başka seçenekleri yoktu ki. Bu ebedi ve ölü kıştan kaçmak istedim. Naciye teyzenin o tek göz evini özledim. Bu soğuk rüyayı ardımda bıraksam ya artık, olmaz mı?
İlk Yorumu Siz Yapın