Uzun geceyi ardında bıraktı Orhan. Bu güzel anda kendisini kaybetmek istiyordu; ama asıl mesele kendini kaybetmemekti, biliyordu. Öğrenmişti ki eğer kendini kaybedebilecek hâldeyken kendini kaybedersen güzelliğin üstadı olamazsın. Orhan’a göre bir üstadın en önemli özelliği güzellik karşısında mest olmayışı; güzellik karşısında – o saf, mükemmel, dokunulamayan güzelliğin karşısında dahi – kendine mukayyet olabilmesiydi. Bunu üç yıl önce kendini sır denen acayip bir şeyi bulmaya adamış ve sonunda intihar etmiş komşusundan duymuştu. Orhan, demişti komşusu, evladım bak ahir zamandayız, güzel dediğimiz her şey ayan beyan ortaya saçılmış ve kirletilmiş durumda. Orhan, evladım, bak, sen çok iyi bir çocuğa benziyorsun; sakın bu ayan beyanlıklara kanmayasın! Orhan, evladım, bak, sen sakın onlara bakma! Orhan, evladım, güzellik nedir bilir misin? Orhan, güzellik dediğimiz şeyi sabırdan gayrı bir şeyle elde edemeyiz. Orhan, demişti amca, omuzlarını tutup, güzele ulaşmanın yolu sabırdan geçer; çünkü ancak sabır bizi ehlileştirir. Sabır bizi ehlileştirir ve böylece güzele ulaştığımızda ondan mest olup kaybetmeyiz kendimizi; hayır, sen sabırla ehlileştiğin vakit, işte o zaman sen bu güzelliğin hakkıyla farkına varabilirsin.
Kapı çaldı. Gidip açtı. Fırat’tı. Orhan abi, dedi, hazırsan gidelim. Orhan hazırdı; fotoğraf makinesini ve montunu alıp çıktılar. Orhan kara binalara ve üzerlerinde hükümranlık kurmaya çalışan kara koca bulutlara ve binaları altlarından devirmeye hevesli görünen çamurlanmış kar öbeklerine baktı. Ona öyle geliyordu ki bugün güneş hiç doğmayacaktı; ya da, belki de, batıdan doğacaktı. Fırat dalıp gitmiş Orhan’ı acele etmesi için uyardı. Orhan’a göre burada da fotoğrafı çekilecek güzel şeyler vardı oysaki. Fırat ise sabahın köründe buluşma amaçlarının bu olmadığını hatırlattı. Orhan’a göre hiç de acelesi yoktu işin; çünkü Orhan’a göre renk yoktu. Renkler birer fazlalıktan ibaretti Orhan için. Orhan’a bu düşüncenin bir fotoğrafçı için tehlikeli ve ölümcül olduğunu söylemişlerdi. Demişlerdi ki kendine gel ne böyle edebiyatlar kasıyorsun sen bir fotoğrafçısın renkler fotoğrafa zenginlik katmanın bir yoludur tamam amenna siyah-beyaz fotoğraflar da güzel ama şu koca fotoğraf deryasında bir damla su, bunu sen bizden iyi biliyorsun. Orhan için durum hiç de öyle değildi: Orhan’a göre renkler bir fotoğrafın gerçek mesajını öteleyen gürültüden ibaretti. Bir fotoğraf renk olmadan bir şeye benzemiyorsa o fotoğrafın çekilmesinin hiçbir anlamı yoktu. Siyah-beyaz fotoğrafçılık teknik imkânsızlıklardan doğmuş olsa da, serpilip gelişmesinin ve hatta sevilmesinin nedeni gerçeği insan aklının idrak edebileceği şekilde sunmasıydı. Hatta ve hatta, tüm varlığın özü bir adet siyah ve bir adet beyazdan oluşuyordu. Bu siyah ve beyaz birbiriyle çarpışıp patlamıştı ve bu yüzden gerçeğin resmi sadece siyahı, beyazı ve arasındakileri içermeliydi. İnsanların aklı da gerçeği bu şekilde kavrayabilecek biçimdeydi. Renk denen şey insanın pratik hayatında bir fayda sağlayan ama gerçeği aralama değil öteleme işlevi olan bir nimetti. Zaten hile demek olan bir şeyin hakikatle irtibatı ne olabilirdi ki? Orhan’a göre görüleni aynen sunarak değil; bir süzgeçten -ki o süzgeç de siyah-beyazlıktı Orhan için- geçirmekti gerçeği anlatmak. Arkadaşları ne yapsın, Orhan da böyle bir arkadaşımız diye onu öylece kabullenirlerdi. Orhan kimsenin kendisini anlamaya çalışmadığını düşünüyordu: O, onlara fotoğrafçılık denen o kör güzellik sevdalısı sanat zırvasından değil, gerçeği, o yakalanan anın gerçeğini bulmanın özünü anlatmaya çalışıyordu oysaki. Orhan’a ilginç gelen bir nokta, bu düşüncelerinin sırrı arayan amcanın düşünceleriyle bütünleşmesiydi. Ona sorsanız bu düşüncelerinin o amcadan esinlendiğini asla kabul etmez. Bu düşünceler bir şekilde paralellik göstermiştir; çünkü gerçeği arayan herkes az çok aynı meydana çıkar…
Orhan ve Fırat da bir meydana varmışlardı. Orhan abi, dedi Fırat, saat altı kırk altı ve ikimizin de bir saati var. Orhan da, tamam, hadi başlayalım dedi ve başladılar. Bir fotoğrafçılık düellosuydu bu. Orhan’ın düşünceleri ve Fırat’ın renk sevdası birbirleriyle taban tabana zıttı; bu yüzden arkadaşları böyle bir düellonun güzel olacağını düşünmüştü. Orhan ilk başta teklife sıcak yaklaşmamıştı; çünkü elde edilen fotoğrafların, arkadaşlarının fotoğrafçılık dediği vasat altı kaidelere göre değerlendirileceğini düşünüyordu. Onu yarışmaya kabul etmeye ikna eden şey, onun iki gece önce, komşusunun üç yıl önce söylediği bir sözü hatırlaması oldu: Orhan, bak evladım, demişti komşusu, asıl mesele bu gerçekleri keşfetmek değil; bu gerçekleri keşfetmemiş olanlara anlatmak. Evladım, ne zaman fırsat geçerse eline, işte benim sana anlattığım gibi, işte o zaman sen de anlat. Ben şimdi emin değilim anlattıklarımdan bir şey anladın mı anlamadın mı, hatta belki de bu bunak ihtiyarı sadece hürmetinden ötürü dinliyorsun; ama, evladım, eğer bir gün sırrın perdesini aralamaya yaklaşırsan bu söylediklerimi sakın unutma.
Orhan üç yıl önce komşusunu az çok hürmeten dinlemişti gerçekten de. O zamanlar Orhan’ın renkli zamanlarıydı. Eskiden Orhan için renk sadece görüntünün zenginliği değildi; renk, görüntüye üflenen gerçekti. Fotoğrafçılık, insanın gördüğü üzereydi; e insan da renkli görüyordu, o halde fotoğrafta da gerçeğe ulaşmanın yolu renkleri kullanmak olmalıydı. Orhan o zamanlar böyle derin düşünmüyordu tabii ki. Bunları, rengi kendi düşünme sistemine uydurmaya çalışırken düşünecekti. Fotoğrafçılığa basit bir gözle bakıyordu o zamanlarda; bilindik teknik nitelikler, kalpte ve akılda birkaç tıkırdatma kâfi geliyordu. Kısa sürede böyle fotoğraflar çekmeyi öğrenmiş ve bir süre sonra da arkadaşlarının ondan habersiz bir fotoğrafını gönderdiği yarışmada birinci olmuştu. Ödülünü alırken demişti ki; bu ödülü, bizi farklı tonlarıyla hayatın farklı derinliklerine götüren, estetik hassasiyetimizi vücuda getiren, bizi dünyaya bağlayan ve en basit işleviyle gözümüze gönlümüze ferahlık veren renkler adına alıyorum. Şunu söylemek isterim ki, aslında insanlar her renk tonunu sevmez; ancak esas mesele renklerin belli tonlarını sevmek ya da sevmemek değildir; mesele bu tonların fotoğraf adlı inşadaki yerleridir. Biz de, her birimiz hayatta ayrı birer rengiz ve her birimiz ayrı ve her biri mükemmel fotoğrafları vücuda getirebiliriz. Orhan bu vurucu cümlesinin üzerine ayakta alkışlanırken, internette meşhur olan bu cümleler sayesinde fotoğrafçılık gündemde yer edinmişti. Artık renk fotoğrafta ön plana çıkarılır olmuş ve insanlar keskin renkli ve acayip filtreler uygulanmış fotoğraflar çekmeye yönelmişti.
Orhan’a sorarsanız, ilk başta bu renk cümbüşünden hoşlanmamış değildi. Orhan’a sormuşlardı da, bir gazete röportajında ve o da bu renk cümbüşünden memnun olduğunu söylemişti; ancak fotoğrafçılara renkleri gerçeği değiştirmek için değil gerçeği daha net anlatabilmek için kullanmak gerektiğini öğütlemişti. Orhan ilk defa o gün renklerle arasına bir şeyler girdiğini hissetmişti. Bu dönemki fotoğraflarına bakıldığında -eskilerin ve hatta ödül kazandığı fotoğrafın aksine- renklere vurgudan ziyade öne çıkmayacak renkleri soldurma, diğerlerini ise olduğu gibi bırakma vardı. Fotoğrafçılık tutkunları, bu değişimin Orhan’ın ustalaşmasıyla alakalı olduğunu düşünmüşlerdi. Orhan’ın siyah-beyaz fotoğrafçılığa geçişini tetikleyen düşünme zincirindeki gibi, Orhan’ın renklere hayran olmayı bırakıp onlara hâkim olmaya karar verdiği aşikârdı. Orhan’ın o zaman bu yorumları görmesi kendisini yüce hissetmesine sebep olmuştu. Bir fotoğrafçılık duayeni olarak; artık renklerin göz boyayan cümbüşüyle bir soytarı gibi ilgi çekmeye değil, daha duru bir dille, iletmek istediği düşünceye bağlı olarak, renklerin ötesinde hüküm sürüyordu. Orhan’ın komşusuyla konuşması da bu zamanlarda olmuştu.
Sonra, bu konuşmadan mıdır bilinmez, takip eden süreçte fotoğrafçılık anlayışında varoluşsal bir bunalıma girdi. Renklere o kadar dayanmıştı ki vaktiyle, tabiri caizse susturulmuş hissettiği bu yeni fotoğraflardan herhangi bir estetik haz duyamıyordu. Bazen, herkesten gizli bir şekilde, çektiği bu fotoğrafları eski fotoğrafları gibi düzenliyor ve bu renk cümbüşlerini seyre dalıyordu. Bu yaptıklarını kimse görmesin diye de hemen yok ediyordu. Tam da bunalımında daha fazla kaybolacakken, ailesinden evlenmesi yönünde tavsiyeler gelmeye başladı. Orhan’ın evlilik heveslisi olmadığının farkındaydı ailesi; ama artık Orhan’ın kendi kendine yetemediği ve bunun yanında bunalıma sürüklendiğini de görüyorlardı. Annesi, Orhan’ı ziyarete geldiğinde olağan sebepleri -çok dağınıksın oğlum, ne yersin ne içersin, kendine bakmaz oldun, anca fotoğraf da fotoğraf- art arda sıraladığında Orhan annesine hak vermekten başka bir şey yapamamıştı. Öte yandan da, evlenmenin kendisine yeni şeyler katacağını düşünmüş ve bu sayede fotoğrafçılığında yeni bir sayfa açabileceğini ümit etmişti. Bir yandan da bu yeni sayfayı güzel bir olasılıktan fazlası olarak görüyordu; aslında bu sayfaya muhtaçtı çünkü fotoğrafları kötüleşiyordu günden güne. Orhan Kutluk’un çalışmaları, diyordu bir eleştirmen, teknik olarak başarılı kalmaya devam etse de içlerinden renkle beraber ruh da çekilip alınmış gibi. Kutluk, kendine -iddialı da olsa- bir tarz yakalamış idi ve görünüşe bakılırsa o tarzdan başka sulara ilerleme konusunda sıkıntılar yaşıyor. Orhan uzun zamandan sonra ilk defa böylesine sert bir eleştiri gördüğü için korkmuştu; elinden tüm şöhretinin gitmesinden değil, kendi varlığını inşa ettiği fotoğrafçılığının kötüleşmesinden. Fotoğrafçılığının kötüleşmesi, varoluşunun da köreldiğine işaret ediyordu.
Annesi Orhan için işleri olabildiğince kolaylaştırmak istiyordu; bu yüzden Orhan’a gidip kendine bir eş bul demektense bak bizim Selma Teyze’nin bir tanıdığının kızı var deyip Yelda’yı anlatmaya başladı. Uzunca boylu, upuzun simsiyah saçlı ve gözleri de minnacık inci taneleri gibi, bak internete yaz göstereyim istersen sana. Orhan bilgisayarını açtı ve fotoğraflarıyla uğraştığı o ekranda bu defa Yelda’nın yüzünü gördü. Fotoğrafı ne tesadüfse siyah-beyazdı. Yorumlarda biri saçının siyahını renkli fotoğraflarda daha güzel görüyoruz diye yazmıştı. Bir sonraki renkli fotoğrafına baktıktan sonra Orhan da aynısını düşündü. Yelda ile görüşmeye tamam dedi çok düşünmeden. Annesi sevinçle evden ayrıldı ve birkaç güne bir görüşme ayarlandı. Yelda ile buluşmaya gidince, demişti annesi, öyle basit bir toka yaparsınız merhabalaşınca, sonra direkt gözlerine filan bakmadan konuş, espri yapabilirsin ama çok büyük şeyler değil, az gül sürekli tebessümde kal, doğru dürüst giyin çok resmiyete gerek yok da gömlek pantolon ol, ütülü var değil mi, sonra pasaklı görünmeyesin kıza, ha tıraş da ol bakayım, tamamen olmayacaksan da en fazla kirli sakalın olsun; böyle öcü görüp korkmasın sonra!
Yelda, girişinde limonata karıştırıcı bulunan mermer zeminli pastanenin kapısından içeri girdiğinde, Orhan’ın gözleri birkaç fotoğraf çekmişti bile: Yelda’nın saçlarının siyahının limonata sarısı ile oluşturduğu siyah-sarı kompozisyon olsun, Yelda’nın siyah ve uzun çizmesinin mavi ve kahve damarlı mermerin üzerindeki yumuşak duruşu olsun; Yelda sanki -ya da Orhan öyle inanmaya muhtaçtı- her anıyla mükemmel fotoğrafların merkezindeydi. Orhan, tutulmuşçasına, ama hislerini de tam olarak tarif edemeden, evlenmeye karar verdi. Götürsündü Yelda onu, mest olsundu onunla.
Evliliği fotoğraflarına olumlu yansıdı. Fotoğraflarında eskiden gelen abartı renklerin yanında yeni yorumunun getirdiği susturulmuş bir arka plan da vardı. Bazen arka planı abartıyor ve odağı susturuyordu. Kutluk, diyordu bir eleştirmen, ilk döneminin abartı renklerini ve son zamanlarının soluk çalışmalarını ilgi çekici bir harmanda birleştirmeyi başarıyor. Bu fotoğrafları benzer çalışmalardan ayıran yönü eski çalışmalarına kıyasla bu sivri renklere daha hâkim olmasının yanında fotoğraflarının yansımaları çarpıtmaması.
Orhan bu dirilişten memnundu; ama bir süre sonra savaşsız kazanılmış bir zaferdeki gibi bir burukluk hisseder oldu. Yelda da hissediyordu Orhan’ın mutsuzluğunu; onun moralini düzeltmek için kendisinin fotoğraflarını çekmesini teklif etti hatta. Orhan ne zamandır bunu sormak istiyordu aslında; o yüzden Yelda’nın bu teklifi onu çok sevindirdi. Kör bir hevesle Yelda’nın fotoğraflarını çekmeye başladı. Bu fotoğraflarla beraber tekrar sivri renklere döndü, adeta bilinçsizce yaptı bunu. Yelda’nın simsiyah saçlarının açık renklerle olan tezadından çok hoşlanıyordu ve bu vesileyle eski tarzı Yelda ile çektiği fotoğraflarla geri gelmişti. Yelda’nın isteği üzerine bu fotoğraflar gizli kalıyordu; ama bu tarza dönüşü yayımlanan diğer fotoğraflarında belirmişti. Kutluk, diye yazmıştı eleştirmenlerden biri; çocuksu bir hevesle renklere hâkimiyetten sıkılıp renklerden mest olmaya yönelmiş durumda; bu vesileyle özellikle portre çalışmalarda heyecan verici sonuçlar çıkarsa da, bu çalışmaların çabucak unutulan ve teknik açıdan kusurlu renk cümbüşleri olduğunu itiraf etmek gerekiyor. Orhan’ı sadece eleştirmenler değil; aynı zamanda takipçileri de beğenmez olmuştu. Orhan o zaman Yelda’nın kendisi ve fotoğrafçılığı için bir tehlike oluşturduğunu kavradı. Yelda yüzünden renklerin hâkimi olmaktan kölesi olmaya dönmüştü. Aslında tüm suçu Yelda’ya da atamıyordu; zira renklerden zevk duyan esas kendisiydi, bu durumda Yelda, bağımlılığından kurtulmuş birini uyuşturucuya tekrar alıştıran bir satıcıdan fazlası değildi. Bu duruma el koymalıydı. Yelda’ya artık fotoğraflarını çekmeyeceğini söyledi ve Yelda ile arasında soğuk rüzgârlar estirmeye başladı.
Yelda bu soğuk rüzgârların sebebini Orhan’ın fotoğraflarındaki değişimlerden takip edebiliyordu. Yelda Orhan’a renk getirdiğinin farkına varınca bir yandan sevinmişti; bu yüzden Orhan’ın renklere küsüşüne üzüldü. Orhan ise bu esnada yeniden sentez zemininde fotoğraflar çekmeye dönmüştü. Orhan Kutluk, demişti bir eleştirmen bu defa, aldığı eleştiriler üzerine eski sentez tarzına yöneldi yine; ancak bu defa amaçsızca çekilmiş duran; daha da kötüsü klişelere dayalı çalışmalar çıkmaya başladı. Görünen o ki Kutluk fotoğrafçılık serüveninde varoluşsal bir krizin eşiğinde. Fotoğraflarındaki bu boşluğu fark ettiğinde bu kriz de resmen başlamış olacak ve bu krizin güzel meyveleri olabilir.
Bu eleştiride yazıldığı üzere gerçekten de bunalıma girdi Orhan. Hayranlarının yorumlarını açıyor ve okuya okuya kendini daha da sıkıyordu. Bir süre hiç fotoğraf çekemez oldu. Yelda’yı tüm bunların suçlusu olarak gördüğü bile oldu. Orhan, dedi Yelda, senin durumundan endişe ediyorum. Orhan, dedi Yelda, lütfen kendini bu kadar zorlama. Orhan, dedi Yelda, iyi fotoğrafların da olacak kötüler de. Orhan, dedi Yelda, sen harika bir fotoğrafçısın. Orhan, dedi Yelda, hadi artık okuma şu yorumları.
Orhan abi, dedi Fırat, zaman doldu. Orhan ne zamandır meydanda bir bankta oturmuş Fırat’ı bekliyordu. Bakıyorum bitirmişin de keyif yapıyorsun dedi Fırat, kaç tane fotoğraf çektin bakalım? Bir, dedi Orhan. Fırat epey şaşırdı: Galiba Orhan öyle bir fotoğraf çekmişti ki Fırat’ı yerle bir edecekti. Birkaç gün sonra buluşmak üzere ayrıldılar.
Orhan o gün Yelda’nın çağrısına uymuştu; ertesi gün de bunalımından kurtulmanın tek yolunun bir yeniden yorum olduğuna karar vermişti ve onu çekinceli bir şekilde siyah-beyaz eserler vermeye iten de bu olmuştu. Orhan Kutluk, demişti bir eleştirmen, teknolojik gelişmelerin tersine bir serüven izliyor. Önce abartı renklerle bezeli fotoğraflardan daha sakin renkli fotoğraflara geçti, sonra bazı renklerin abartıldığı sentez bir yorumla ilerledi ve şimdi de radikal bir değişiklikle siyah-beyaz denemelere geçti. Kutluk’un son zamanlardaki verimsizliğinden sonra, bu siyah-beyaz çalışmalar çorak toprağa düşen yağmur gibi denebilir. Kutluk’un kullanmayı pek sevdiği tezatlar, siyah-beyaz bir dünyada muhteşem sonuçlar doğuruyor.
Orhan sonunda geçer bir yol bulabilmiş olduğuna sevinmişti. O zaman yolun niteliğiyle pek ilgilenmiyordu; zira bir gazete röportajında da dediği üzere, bu tarz değişiminin kökeninde bir temelden sarsılmadan ziyade gayriciddi bir deneysellik vardı. Orhan Kutluk’un, demişti bir eleştirmen, sivri renklerle kafamıza yerleştirdiği eğlenceli izlenim, siyah-beyaz tarzdaki deneysel samimiyetle geri döndü.
Orhan bu değişimden git gide daha fazla memnuniyet duymaya başladı. Siyah-beyaz fotoğraf çekmek hem daha kolaydı; hem de önceki renkli tarzındaki tezat düşkünlüğünü daha muhafazakâr bir üslupla sürdürebiliyordu. Bu tarza bağlandıkça düşkünlüğünü çerçeveleyen bir düşünsel sürece de girmiş oldu. Bu vakitlerde bir derviş misali içine kapandı, çok kitap okudu ve nefeslerini yavaşlattı. Birkaç aylık inziva sürecinden sonra bir gazeteye yazdığı Gerçek Fotoğrafçılığa Giriş adlı yazısında günümüz renkli fotoğrafçılığının, güzellik karşısında mest olmanın getirdiği aptal bir boğulma hâlinden ibaret olduğunu, güzelliği görebilmek için onu siyah-beyaz süzmenin yanında; ona hâkim olabilmenin gerekliliğini ve bunun da sabırla elde edilebileceğini yazmıştı. Bu yazıya tepkiler gecikmemişti: Öncelikle sabır neydi diye sormuştu herkes. Orhan, Gerçek Fotoğrafçılıktan Çıkış adlı ikinci yazısında üç yıl önce konuştuğu komşusunun düşüncelerini aktarmıştı ve sonunda da demişti ki, bir fotoğrafçı güzeli ayan beyan ortaya koymakla değil, güzele yöneltmekle sorumludur ve sabır da güzeli arayan birinin fotoğraf fotoğraf gezip kendi hayatında güzeli aramasından gelir. Aynı yazısında şöyle devam etmişti: Ödüllü fotoğrafçı Orhan Kutluk olarak değil, gerçeği arayan bir mecnun olarak ifade etmek zorundayım ki, fotoğraflar artık güzeli göstermeyi bırakmalı, insanı sabra -ki sabır da gerçeklere maruz kalmakla alakalıdır- teşvik etmeli ki bu sayede gün gelir de biri gerçekten güzele ulaşırsa, o vakit güzelin karşısında mest olmaz ve o bu kişi güzeli hakkıyla idrak edebilir. Orhan’ın bu yazıları çoğunluk tarafından felsefi kılıklı saçmalıklar olarak görülmüştü; ama Orhan’ın takipçileri üzerinde onu mistik bir şahsiyet olmaya yöneltmişti. Ama genele bakıldığında, popüler fotoğrafçılıkla pek mücadele edememiş ve kendi köşesine çekilmeye mecbur kalmıştı. Ama içindeki tebliğ arzusunun bu denli karşılıksız kalması onu sıkıyor ve Yelda ile zaten soğuk olan ilişkileri bu sebepten iyice kötüleşiyordu.
Fırat ile Orhan için düello günü gelmişti. Orhan yerine oturdu ve Fırat fotoğraflarını gösterdi önce. Orhan kendi gençliği gibi gördüğü Fırat’ın renk cümbüşü fotoğraflarına baktı. O gün filtresiz siyah-beyaz fotoğraflar çekilebilecek kadar karanlık bir gün olmasına rağmen Fırat yine de bir şekilde renk katabilmişti. Orhan’ı çağırdı sonra Fırat kürsüye. Orhan fotoğrafını yansıttı. Fotoğrafta buzdan koca bir sarkıt vardı. Bu sarkıttan damlayan bir su damlasının fotoğrafıydı bu. Fotoğrafta aynı zamanda fotoğraf makinesi ve makinenin ardından da kendisi görünüyordu. Arka plan ise sıradan bir gri tonundaydı ve bulanık bırakılmıştı. Orhan fotoğrafın adının Ayrılık olduğunu söyledi. Bu düelloya katılan eleştirmenlerden biri, Ayrılık çok kişisel ve aynı zamanda öz bir çalışma, diye yazmıştı ve açıklamıştı: Orhan Kutluk’un şimdilerde duyduğumuz ayrılık haberlerinin bir fotoğrafı bu. Kutluk sarkıttan kopan damlayı kendisi olarak görüyor ve eşi Yelda Kutluk’tan ayrılışını aslında aynı özden olan su zerrelerinin hâl farkı -katı ve sıvı- nedeniyle ayrılışıyla ifade ediyor. Kutluk, Gerçek Fotoğrafçılığa Giriş ve Gerçek Fotoğrafçılıktan Çıkış adlı yazılarında bahsettiği gerçeğin özüne yolculuğu bu resimde kendisinin (damlanın) sarkıt buzu olan hâlinden normal koşullar altındaki (esas hâli olan) suya dönüşmesiyle ifade etmiş. Bununla da kalmamış; o damlanın yansımasında özellikle objektifi dayadığı yüzünü de yakalamış ve fotoğrafçılığıyla kendisini yansıttığını zarifçe belirtmiş. Kutluk’un son darbesi ise tüm bunları gri ve bulanık bir arka planda sunmuş olması; bu da gerçeği olduğu gibi; ne siyah, ne de beyaz, sunmak istemesinden.
İlk Yorumu Siz Yapın