And then is heard no more: it is a tale
Told by an idiot, full of sound and fury,
Signifying nothing.
William Shakespeare’in Macbeth isimli trajedisinin yukarıdaki dizeleri, William Faulkner’ın romanı Ses ve Öfke’nin isminin geldiği yer. Roman, bir ailenin çöküşünü üç erkek kardeş ve zenci hizmetçinin gözünden anlatıyor. Kitabın arkasında da dediği üzere, olayların evrensel trajedisi bu romanı yerellikten çıkarıp bir klasik yapmaya itiyor. Ancak romanı bir klasik yapan sadece bu evrensel trajedisi değil; zira trajedi roman okudukça eskiyen bir şey. Ve işte bu da öldü, ve işte bu da sevdiğine kavuşamadı, ve evet işte bunlar da günahkarlar ve cehennemde yanacaklar… William Faulkner’ın eserini diğer trajedilerden öne -hem de çok öne- çıkaran öge inanılmaz, devrimsel anlatımı. Bu devrimsel anlatım insanı gerçekten de devirecek düzeyde. O yüzden bu romanı tedbirli okumalı.
Yazar devrimi baştan yapıyor. İlginç ve romanın sonrasını da etkileyen bir tercih. Bir romana başladığınızda çatışmaları, zamanı, mekanı, karakterleri kapmaya çalışırsınız; kafanızda bir harita oluşturmaya başlarsınız. Ses ve Öfke’de bunu yapmak imkansıza yakın. Romanın ilk bölümü, ki yaklaşık 70 sayfa sürüyor, zihinsel engelli Benjy tarafından anlatılıyor. William Faulkner bilinç akışı tekniğini kullanıyor romanda, yani karakterin aklından geçenleri direkt kağıda döküyor. Normal bir karakterin bilinç akışını yazarken bile anlatıda kopukluklara neden olabiliyor bu teknik aslında: Yaşadıklarımız doğrusal bir süreçte gitse de -öncesi ve sonrasının bir şekilde bağlılığı olsa da- beynimizde öyle olmuyor. Bazen etrafımızda olanlara odaklanıyoruz, bazen aklımız başka bir düşünceye gidiyor; bazen o düşünce bir anıyı hatırlatıyor; tabii bu esnada yaşam da devam ediyor. Bu akış, şahsın kendisi için sıkıntı olmuyor; şahsın gerçeklik algısının buna dayanması onun için tüm bu karmaşık süreci anlaşılır kılıyor. Ama, bir yabancının bilinç akışını takip etmek kolay değil. Benjy’ninkini ise hiç değil. Çünkü Benjy sadece olaydan düşüncelere atlayarak değil; aynı zamanda zamanlar arası apansız geçişler yaparak kafanızı karıştırıyor. Bu geçişler anlatıcının kendisi tarafından bir nedensellikle açıklanmıyor. Zihinsel engelli oluşunun getirdiği basit cümlelerden dolayı anlatıda detay da yok. Bu kopuk anı ve akış yığınından bir düzen çıkaramıyorsunuz. Her ne kadar zaman geçişleri italik yazı tipiyle belirtiliyorsa da sadece iki zaman arasında gidip gelme değil ki ortadaki. Benjy bir sürü anıya atlayıp çıkıyor. Anılar hep aynı kişilerle olunca anıların akışını kaybediyorsunuz. Quentin adlı iki karakterin olması, -ki bu iki Quentin arasında en az yirmi yaş fark var, bu Quentinlerden biri kız, biri erkek- yazarın Benjy’nin anlatımında kaybolmanızı garantiye almak için yaptığı bir hamle olmalı. Yine de cümlelerin kuruluşu, anıların, düşüncelerin akışından, bunu yazarın düşünebilmiş olmasından etkilenmemek mümkün değil. Bu bölüm bittiğinde aklımda rüya gibi bulanık bir şey kalsa da yaşadığım şaşkınlık romanın devamını okumak için beni motive etti.
Diğer bölümleri okuyunca yavaşça yazarın neyi amaçladığını kavramaya başladım. Yazar, ilk bölümle size sadece zihinsel engelli birinin düşünce akışı nasıl kağıda dökülebilir sorusunun cevabını vermek istemiyor; ayrıca size romanın zaman, mekan, karakterler, çatışmalarından oluşan bir yapbozun parçalarını teslim ediyor. Romanın ilerleyen kısımlarında da bu parçaları birleştiriyorsunuz. Bu birleştirme süreci, her ne kadar aslında ortada çok da karışık bir kurgu olmasa da garip bir şekilde polisiye romanlardakinden daha da hoşuma gitti. Şimdi ben parçalar birleşiyor dedim diye hemen de sevinmeyin gerçi; ikinci bölümün anlatıcısı Quentin de intiharın eşiğinde; onun da anlatımında önceki kadar olmasa da gelgitler var. Romanın ikinci bölümü romanın düşünsel anlamda en nitelikli yeri. Quentin’in babasının sözlerinin çoğunun üzerine düşünülecek derinliği var. İlk defa bir Murat Menteş romanı dışında altı çizilecek bir sürü cümlesi olan bir romana denk geldim.
Romanın bu bölümü sadece düşünsel anlamda nitelikli değil; aynı zamanda ilk büyük çatışma ile de burada tanışıyoruz: Quentin’in kardeşi Caddy’e duyduğu aşk. Aynı zamanda ailenin en büyük çatlağı oluyor bu aşk. Yazar ensest ilişkiyi bir Aşk-ı Memnu gibi etraflıca anlatmıyor. Bu “kara” aşkın yansımasıyla meşgul daha çok. Düşünsel, duygusal yansımalar olan bitenden daha ön planda. Romanın en rahatsız edici çatışması da burada zaten. Bu yüzden bu bölümün ilk bölümden daha zor okunan bir bölüm olduğunu düşünüyorum. Neyse ki yazar fazla görselliğe meyledebileceği bu bölümde anlatımının muğlaklığıyla biraz düze çıkabiliyor.
Romanın üçüncü ve son bölümlerinde yapbozun parçaları daha makul anlatıcılar olan Jason ve Dilsey tarafından tamamlanıyor. Jason düz, sinirli, biraz da kıskanç bir kardeş. Aklanıp paklanarak Harvard’a gönderilen Quentin’in intiharından sonra zihinsel engelli kardeşi Benjy’e, yaşlı başlı annesine ve sürekli şikayet ettiği altı zenci köleye de bakmak ona kalıyor. Ailesi tarafından Quentin’den daha az değer görmek ve aileye bakmak zorunda kalmak Jason’u sinirli kılıyor. Geçim derdi, borsa işin içine girince sistem eleştirileri de başlıyor. Öte yandan Jason’ın zencilere öfkesi de romanda kendine büyük bir yer edinmiş. Ses ve Öfke’nin “ses”i Benjy’nin çıkardığı sesler ve ağlamalar, “öfke”si ise Jason’ın öfkesi.
Jason son bölümlerde yeğeni Quentin’in namusunu korumaya çalışırken toplum tabuları, dönemin ahlak anlayışı, yozlaşı üzerine de biraz daha bir şeyler görme imkanı buluyorsunuz. Özellikle ailenin babasındaki ahlaki çöküş ve bunun evlatlara yansımaları ilgi çekici. Okumadan önce sosyal arka plan hakkında biraz araştırma yapılırsa buraları daha keyifli bir okumaya dönüşebilir. Quentin’in aileden kopuşu, romanın tabiri caizse şatafatsız sonuna giderkenki son darbe oluyor. Şatafatsız dediğime bakmayın; burada bile yazar sessiz bir devrim yapıyor. Bu şatafatsız son, ilginç bir şekilde romanın sahip olabileceği en iyi son. Tüm o ailenin dağılması, ahlaki çöküş ve dahasına rağmen her şey sakince yine. Sonu yok romanın. Romanın değil, bu acılarla dolu ömrün sonu yok aslında. Ailenin sonu yok. Kötü yarınlar olacak bir şekilde; ama varlığın düzeninde bir değişiklik olmayacak. Başınıza bir bomba düşmedikçe olmayacak. Kötü şeyler başınıza gelecek; siz ölmedikçe ya da delirmedikçe bir akışta olacaksınız. Her şeyin tekrar yerli yerine oturduğu bir akışta. Materyal bir dünyanın kuralıdır bu. Materyali seçenlere -ki burada tam da dinden kopmuş baba geliyor aklıma- bu akış tek bir şey düşündürür:
… it is a tale
….
Signifying nothing.
9/10

Üslûp
Kurgu
Karakter derinliği
Yenilikçilik
Birkaç alıntıyla yazıyı bitireyim:
“Pencerenin gölgesi perdelerin üstüne vurduğu zaman yedi ile sekiz arası idi, sonra zaman içinde yeniden buldum kendimi, saati işitince. Büyükbabamındı ve babam bana verdiği zaman, Quentin, sana bütün umutların ve özlemlerin mezarını veriyorum demişti; o daha çok insan yaşantılarının saçmalığına varman için acıta acıta kullanılmaya elverişlidir, böylece senin kişisel ihtiyaçlarını babanın ve onun da babasının ihtiyaçlarını karşıladığından daha çok karşılayamayacaktır. Bu saati sana zamanı hatırlayasın diye değil, ara sıra onu bir an unutasın ve soluğunun hepsini onu elde etmek için harcamayasın diye veriyorum. Çünkü şimdiye kadar hiçbir savaş kazanılmamıştır demişti. Dahası savaşılmamıştır bile. Savaş alanı insanların delilikleri ve umutsuzluklarını ortaya çıkarır ve zafer felsefecilerin ve budalaların hayalidir.” sf. 68 Ses ve Öfke – William Faulkner pic.twitter.com/oOkEcSHaKQ — Hakan Osman Çaldağ (@hakkans) 1 Ağustos 2014
Ses ve Öfke’den. pic.twitter.com/C6oVjmgUiB
— Hakan Osman Çaldağ (@hakkans) 6 Ağustos 2014
İlk Yorumu Siz Yapın