İçeriğe geç

Kitap: Semerkant – Amin Maalouf

Amin Maalouf çok satanlar listesinde birkaç kitabıyla gördüğüm bir yazar. Hâl böyle olunca insan ilkinde olmasa bile bir sonraki denk gelişinde yazarı merak ediyor. Semerkant da elime bu şekilde geçti diyebiliriz. Kitap hakkında tek bildiğim Ömer Hayyam ile ilgili olduğu idi. Bu sebepten ötürü kitap benim için sürprizlerle dolu geçti ve bu da bir bakıma kitabın kıymetini artırdı. Ama öte yandan da hafif bir burukluk oluştu; zira kitap o kadar da Ömer Hayyam hakkında değildi. Çünkü kitap Ömer Hayyam’dan ziyade Ömer Hayyam’ın rubailerini yazdığı ve kitapta Semerkant Yazması diye anılan yazmanın asırları aşan serüvenini konu edinen, fazlasıyla özenilmiş ve dolayısıyla gösterişli bir roman.

Kitap dört ana kısıma ayrılmış. İlk iki kısım, Ömer Hayyam’ın zamanında geçen ve masalsı anlatımıyla insanı hem mekânsal hem de zamansal anlamda uzaklara götüren ve eserin bence en güzel kısımları. Bu masalsı anlatım boyunca sayfaların nasıl geçtiğini fark etmiyorsunuz bile. Hele işin içine bir anda Selçuklu hükümdarları, Nizamülmülk ve Hasan Sabbah da girince iyice meraklanıyorsunuz. Benim için bu isimler bir şekilde bir yerlerden duyduğum, bildiğim; ama hayat hikâyelerine vâkıf olmadığım kişiler idi. Bu vesileyle eksiği tamamladım diyeceğim; ama burada tabii ki bir soru işareti ortaya çıkıyor: Bu hikâye ne kadar gerçek? Ömer Hayyam’ın hayatı hakkında elimizde fazla bilgi olmadığını biliyorum; hadi Nizamülmülk’ün hayatı hakkında devlet büyüğü olduğu için bilgi sahibiyiz diyelim; Hasan Sabbah ile ilgili sonu gelmez rivayetlerin her birini kabul mü edeceğiz? Kitabın etkileyiciliği, bu soru işaretini gölgede bırakır cinsten. Bu aslında tehlikeli; çünkü gerçeği kavrayışımız da bu şekilde değişiyor. Anlatmak istediğim, bir zamanlar Muhteşem Yüzyıl adlı televizyon dizisiyle ortaya çıkmış tartışmalardan pek farklı değil: Fetihten fethe koşan padişahı entrikadan entrikaya koşan bir padişah olarak resmetmek, başına bu bir kurgudur deseniz de insanların kavrayışını etkiliyor. Çünkü olaylara kurgu deseniz de, gerek karakterler, gerek dekor, gerek kostümlerle o zamanlar, o kişiler kast ediliyor. Bu kasıt yüzünden, her ne kadar kurgu düşüncesi kafamızda bir yerlerde dursa da, Kanuni Sultan Süleyman’ı Halit Ergenç çehresiyle aklımıza sokmaktan alıkoyamıyor. Semerkant romanında, doğal olarak, hayal gücüne daha çok yer var; çünkü çok daha fazla bilinmezin olduğu bir çağdan bahsediyoruz. Bu kişiler hakkındaki kavrayışımız, tarihi gerçekleri araştırmak isteyecek bir avuç insan dışında, bu roman üzerinden şekillenecektir. Semerkant’ın popülaritesi düşünüldüğünde, insanların algısının nasıl değiştirilebildiği de ortaya çıkacaktır.

Semerkant yalnızca bu açıdan bıçak sırtında değil; aynı zamanda odağına koyduğu Ömer Hayyam da Müslüman toplumlarda fazlasıyla tartışılan bir isim. Kitapta bu da elbette yansıtılmış; ancak tüm olumsuz tavırları yobazlık potasında eritmeyi kitabın Amerikalı “anlatıcısı”ndan mı yoksa yazarın kendisinden mi bilmemiz gerektiğine emin değilim. Bunların üzerinde durmamın sebebi; bu tip tarihten ilham alan kitaplara saf edebî açıdan bakılamayacağını vurgulamak için. Özellikle de böylesine az bilinen dönemler ve kişiler üzerine kurulmuş romanlar; yalnızca bu kişiler/dönemler üzerindeki bilgi birikimimizi değil, bu kişiler/dönemler hakkındaki fikirlerimizi de şekillendiriyor (Diriliş Ertuğrul da benzer bir konumda; ama İslami açıdan olumlu görülen içeriği nedeniyle eleştiri konusu olmuyor pek.). Bu eserlerle, Batı’nın Doğu hakkındaki fikirleri şekilleniyor. Bu kitabın bu açıdan oryantalist yaftası yemesi kaçınılmaz. Soruyu yinelemek gerek: Bunu kitabın Amerikalı anlatıcısından mı yoksa yazarın kendisinden mi bilmemiz gerekir?

Kitabın yazarının bu konuları benim kadar düşünmediğini düşünmekle beraber, bu noktanın sadece bu roman üzerinden değil, diğer tarihi romanlar üzerinden de değerlendirilmesi gerek. Tüm bu yazılanları, tarihi kazananlar yazar sözünün bir yansıması olarak değerlendirebiliriz. Ve tüm bu söylediklerim, sahiden de masal gibi yazılmış bu ilk iki kısmı gölgelemek amacıyla değil.

Gelelim son iki kısma. Ben kitabın Ömer Hayyam, Nizamülmülk ve Hasan Sabbahlı akışına alışmışken zaman hızlanıyor ve Ömer Hayyam vefat ediyor. Ve bu noktada kitap kabuk değiştiriyor: 1800lerin sonlarındayız, kitabın Amerikalı anlatıcısı sonunda ortaya çıkıyor. Babası ve annesi Rubaiyat ile birbirlerine bağlanmışlar ve bu yüzden anlatıcının isimlerinden biri de Ömer olmuş. Haliyle Ömer Hayyam’a merakı var Amerikalı Ömer’in. Semerkant Yazması’nın hâlâ var olduğu ortaya çıkınca da Ömer’e bu yazmanın peşinden İran’a gitmek düşer. İran, Hayyam zamanında olduğu gibi yine sıkıntılar içindedir. Ve ne yazıktır ki kahramanımız yazmayı arayayım derken keşmekeşin ortasına düşer. Bu keşmekeşte de yine tarihi açıdan önemli figürlere yer verilir: Cemaleddin Efgani, Nasıruddin Şah ve katili Mirza Rıza Kirmani kendine yer bulan birkaç isim.

Son iki kısım benim için İran’ın yakın tarihini yüzeysel olarak öğrenmek açısından kayda değer idi. Onun dışında, romanın ilk iki kısmında oluşturulan masalsı ortam tamamen buharlaşıp gitmişti. Son iki kısmı tarih kitabı niyetiyle okudum desem yeridir. Ne anlatıcı ile bir bağ kurabildim, ne onun aşk hikayesine ne de yazmayı bulma tutkusuna inanabildim. Kitabın arkasında “iç içe iki öykü” demekte; ama bu öyküler hiç de iç içe değil, hatta yazarın kendisi keskin sınırlarla ayırmış bu öyküleri. Hâl böyle olunca elinizde iki kitap varmış gibi oluyor. Yazar iki öyküyü kitabın arka kapağında iddia edildiği gibi iç içe verseydi ne olurdu diye düşünüyorum; ama herhalde fazla karışık olurdu. Çünkü bu iki öykü de olay akışı, kişiler ve mekânlar açısından fazlasıyla kalabalık. Tasvirler arka planda ve oldukları yerlerde de olabildiğince oryantalist duruyorlar. Sorulabilecek soru bence bu kitap sadece ilk iki kısımdan oluşsaydı nasıl olurdu olmalıydı. O zaman herhalde küçük ve güzel bir kitap olarak çok daha olumlu bir izlenim bırakırdı bende.

Semerkant’tan karışık duygularla ayrıldım. Bir yandan iyi oturtulmuş kurgu ve sürükleyiciliği (burada çeviriyi de takdir etmek gerek) sayesinde bir günde neredeyse yüz sayfasını yorulmadan okumuş olmama şaşırıyorum; ama öte yandan da yersiz son iki kısmından ve oryantalist bakış açısından huylanıyorum. Kitabın birkaç yıl önce gündeme müstehcen olduğu ve İslam’a hakaret içerdiği gerekçesiyle bir veli şikayetine konu olduğundan da bahsetmeden geçmeyelim. Her ne kadar müstehcen kısımlar olduğunu söylemek mümkünse de, bunların televizyonda izlediklerimize kıyasla pek hafif kaldığını da ifade etmek gerek. İslam’a hakaret davasında ise sanırım bana bir şey söylemek düşmez; konu Ömer Hayyam olunca illa ki bu tartışmalar olacaktır. Nihayetinde, çeşitli hayal kırıklıkları barındırsa da, Semerkant, iyi tasarlanmış bir roman. Nasıl ki İhsan Oktay Anar’ın romanlarıyla başka diyarlara ve zamanlara göçüyoruz, Semerkant’ta da aynısı var; ama daha Hollywood-vari.

7/10

Hikâye zenginliği
Sürükleyicilik

Birkaç alıntıyla bitirelim:

Zamanın iki yüzü var, dedi kendi kendine Hayyam; iki boyutu; uzunluğunu güneşin seyri belirliyor, kalınlığını ise tutkular (sf. 39).

“Her yere hafiye yerleştirirsen” diye uyarmıştı onu, “gerçek dostların kendi sadakatlerini bildikleri için, bu yapılandan kuşku duymazlar. Oysa ki hainler hemen dikkat kesilir. Hafiyeleri satın almaya bakarlar. Yavaş yavaş gerçek dostlarının aleyhine, düşmanlarının ise lehine raporlar almaya başlarsın. Sözler, ister iyi, ister kem olsunlar, oklara benzerler; sürüyle atarsın içlerinden biri hedefi vurur. Giderek gönlün dostlarına kapanır, hainler yanına yörene yerleşir, o zaman gücünden ne kalır geriye?” (sf. 88).

Geçmiş devirlerin hekimleri tüm hastalıkları yıldızların durumuna bağlarlardı. Sadece kanser her dilde astrolojik adını korudu. Korku hiç el değmemiş bir halde varlığını sürdürdü (sf. 223).

… bana “Hayyam sarhoş ve dinsizdi!” diye bağırdı. Ben de şu cevabı verdim: “Siz böyle demekle Hayyam’a hakaret etmiyor, tam tersine sarhoşluğu ve dinsizliği övmüş oluyorsunuz!” (sf. 249)

Kategori:2018kitap

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir