12 Dakika, 2012’de yazdığım ve hayat mücadelesini bir dağa tırmanma serüveni olarak anlatan bir hikâye. E. M. Forster’ın hikâyesiyle beraber okunduğunda, yaklaşık bir asır içinde hayatı kavrayışımızda ilginç değişiklikler olduğunu görüyoruz. Mesela, Forster hayat mücadelesini iki tarafı çitlerle çevrili bir yol olarak görürken (belirli), burada hayat mücadelesi bir dağ olarak (belirsiz) simgelendiriliyor. Forster’ın hayat yolunda farklı yerlere saparak başka ilerlemelerde bulunmak mümkünken, bu hikâyede ise tek amaç yukarı varmak.
Onca emekten sonra, sadece on iki dakika. Öyle demeyin, öyle üzülüyor ki insan, boğazında bir şeyler düğümleniyor ve çıktığı şu zirveden kendini aşağıya bırakmak istiyor. Tüm, tüm yaptıklarım sadece yukarı gelebilmek içindi. Ama, düşününce, başka bir şey de yapamazdım ki. Gelmem gerekiyordu işte: Hayat, kader, umut, inanç, her biri az çok böyle diyordu. Hepsinde iyi olan yukarısıydı, tam burası. Aslında, iyi bir yer yukarısı, şu an gördüğüm haliyle, mükemmel hatta. Ama, on iki dakika denince, insaf diyorsun.
Hayatım boyunca uğraşıp didinmiş ve tırmanmıştım buraya adım adım. Her anı zorlu bir yolculuktu; koşullar acımasızdı. Sürekli yukarı çıkmalıydım; başka bir yol olamazdı. Yukarı, yukarı, yukarı ve yukarı. Bir sürü engel vardı bu zorlu yarışta; hayatın bin bir hazzı beni aşağılara çekmek için uğraşıyordu mesela. Mezarlarından fırlamış ölüler gibi ağır aksak ama ne hikmetse aynı zamanda kıvrak hareketlerle yaklaşıyorlardı bana ve o kurumuş ellerini yavaşça ama ne hikmetse aynı zamanda apansızın uzatıp beni aşağıya çekmeye çalışıyorlardı. İlk bakışta gözüme hoş görünen bu hazlar, yukarıyı düşündüğümde o ölü, vahşi ve amaçsız yüzlerini gösteriyorlardı bana. “Gel!” diye bağırıyorlar; korkunç ve haz dolu çığlıklarla benim yukarıya yolculuğumu engellemeye çalışıyorlardı. Oyun sanılan hayat da bu konuda bana pek yardımcı olmuyordu. Hazlara bir an baktığımda bile beni aşağı sürüklüyorlardı ben fark edemeden. Birden kendimi daha önce geçtiğim bir yerde buluyor ve kahroluyordum bir milim geri düşmüş olsam bile. O milimi tırmanmanın zorluğunu geçtim; bu sadece benim yarıştığım bir yarış değil ki; benle beraber nice insanlar var yukarıya varmaya çalışan. Daha yukarıdakiler, kimse onların önüne geçemesin diye akla hayale gelmeyecek engeller koyuyor. Yüksekte olanlar, seviyeleriyle diğerlerinin cesaretini kırmaya çalışıyor, onları karamsarlığa itip aşağıdaki haz uçurumuna yuvarlamak istiyorlar.
İtiraf edeyim, benim de engeller koyduğum oldu. Bana öyle ayıplarmış gibi bakmayın, siz de yaptınız aynısını. O zirveye daha kolay çıkabilmek için başkalarının sizi geçmesine engel olmalısınız; çünkü onlar eğer sizi geçerlerse bu sefer tuzak kuranlar onlar olacak. Hayat sanılan oyunun kuralı bu, rahat etmek istiyorsan başkaları için zorlaştıracaksın. Bu kuralda ahlâk arama.
Ama bazen içi acıyor insanın.
Çok acıyor. Yüreğimiz yüzünden. Yüreğimiz olmasa çok daha kolay bir yarış olacak sanki. Ne yapıyoruz biliyor musun? Fark etmeden, birbirimizin yüreğine temas ediyoruz. Tam o anda, yukarısı, hayattaki yegâne amacın, kayboluyor, önemsizleşiyor. Diyorsun ki, unutalım bu yarışı, gel seninle bir düzlüğe gidelim, bozkırın ortasına oturalım, tenimize dokunan ılık rüzgâr ürpertsin bizi. Bir ekmeği bölüşelim bütün buğdaylar ısınsın. Gün bitsin, sonrası olmasın. Anda kaybolası geliyor insanın. Çünkü yüreğin bir başka atıyor. Eskilerin anlattıklarından yola çıkıp adını aşk koyuyorsun bu başkalığın. Hep böyle kalsa diyorsun. Ve bazen gerçekten de bu hayalin gerçekleşiyor, yukarıyı unutup gidiyorsun onunla o sarp yokuşlardan uzağa, bir bozkıra, sahiden de oturuyorsunuz, konuşup gülüyorsunuz; kayboluyorsunuz anın huzurunda ölünceye dek. Ama, bazen, o varmışçasına engin bir huzurla gözlerini kapatıp rüzgârın uğultusunu dinledikten sonra, gözünü geri açtığında, bir bakıyorsun ki o yok.
Korkuyorsun.
Tüm bozkırda onun ismini çağıra çağıra dolaşıyorsun; ama yok. Tam kendini en çaresiz hissettiğin anda, hayat denen amansız yarışı hatırlıyorsun. Bozkırın ortasında, tam da önünde, o dağ yükseliveriyor korkunç bir zelzeleyle. Belki de yükselen dağ değil, alçalan senin bozkırın. Kavrayamıyorsun. Tek bildiğin onun gittiği. Belki aşağılara sürüklenmiştir; belki yukarıya yaklaşmıştır.
Ağlamak istiyorsun, dövünmek istiyorsun, nasıl bu hataya düştüm, nasıl yukarıyı unuttum diyorsun; uyuyorsun, uyanıyorsun, uyuyordun uyanıyorsun. Aslında tek suçlunun yukarıyı unuttuğun için kendin olduğunu bile bile tüm suçu ona atıyorsun, biraz daha aşağıya sürükleniyorsun ve kendini pek geri kalmış hissediyorsun. Tekrar tırmanmaya başladığında kızamayacağını anlıyorsun. Aşk bu, belki de bir oyun bu; bir olası sonu da bu. Hayatın kuralında olduğu gibi, aşkın kuralında da aramamalısın ahlâkı.
Bu vahşet yüzünden ben de vaktiyle düştüm çok aşağılara; yukarıya çıkacak gücüm olmadığından hazları çağırdım yanıma ve o da dahil birçok kişi benim fersah fersah yukarıma geçti bu esnada. Gördüm ki umudunu kaybetmiş insandan daha fenası yok. Çünkü umudun yoksa bir anlamda dağı da yok edersin. Hayatın boyunca yukarıya ulaşmak yalnızca bir hayaldir ve umudun yoksa hayallere erişemezsin. Ulaşamadığın ciğer murdar olur; bu da yukarıyı yok bilmektir. Yukarıyı yok bilmekse, hayatını amaçsız bir çıkmaza sokmaktır.
O çıkmaz; o çok fena, o korkunç, o anlaşılmaz ve o kuraldan çok daha yaban. Hayatın yolu, yordamı, anlamı… Yaşamıyorsunuz; sadece tatmin için, sürdürüyorsunuz. Hazların o pis yüzünü görmeksizin, “Enfes…” kelimesi dökülüyor nefsinizden. Yukarıdan sizi görenler oluyor; pek acıyorlar halinize –ben de acımıştım vaktiyle–; çünkü tırmananların gözünde yerinde saymak tam bir budalalık. Ama içten içe de seviniyorlar kural gereği: Bir kişi daha elendi!
Şimdi soracaksınız elbet, nasıl çıktım o çıkmazdan diye. Siz de tahmin edebilirsiniz ki insan bir kere kendini teslim etti mi, tekrar anlamını bulması, azmini kazanması zor olacaktır. Yüreğimiz her ne kadar bu amansız yarışta bizim en zayıf noktamız olsa da, eğer dipteyseniz bu yürek denen şey size anlamı, yukarıyı hatırlatabilecek tek şeydir aynı zamanda. Kaderinizde varsa, yüreğiniz, bir an bile olsa, size anlamsızlığınızı gösterebiliyor ve ağlamaya başlıyorsunuz. Bu gözyaşları yanaklarınızdan omuzlarınıza doğru bir tüy hafifliğiyle süzülüyor ve tüylerden birer kanat meydana geliyor. Biraz havalandırıyor sizi kanatlar zift çukurundan. Yukarı gide gide, haz çukurunun sisini aralıyor ve yukarıya hevesle tırmanan insanları görüp, hatırlıyorsunuz. Benim durumumda olan şey de buydu. Yeniden azimle tırmanmaya o vakit başladım işte. Deli gibi, hiçbir şeyi umursamayarak, aştığım engellerin bazılarını aslında onun koyduğunu düşünmeden tırmandım ve alttan gelenlere öyle engeller kurdum, kendimi öyle heybetli gösterdim ki kimse gelmeye cesaret edemedi. Duyuyordum; ardımdakiler beni konuşuyordu: Kimi çekiştiriyordu beni, kimiyse takdir ediyordu. Bu iltifatlar, zaten var olan azmime daha fazla güç katıyor ve ben belki de bu yarışın görüp görebileceği en hızlı yarışmacısı olarak hızla tırmanmaya devam ediyordum. Çoğu kişi tırmanmaktan yorulmuş bir halde güvenli bir yer bulup birkaç saat kestirirken bile ben tırmanmaya, zekice tuzaklar hazırlamaya ve kendimi daha da heybetli gösterip ardımdakileri yıldırmak için ne gerekiyorsa yapmaya devam ediyordum.
Bir gece, yine azimle tırmanırken, o yüreğime dokunan insana rast geldim. Kendine iyi bir köşe bulmuş ve her şeyden bihaber uyuyordu. Acaba dedim bir an içimden, beni unutmuş mudur? Ve birden aşağı kaydım biraz. Kendimi toparladım hemen ve kısacık mesafeyi yeniden çıktım. O bozkır, o günbatımı, o rüzgâr, o, diye düşünürken yine kaydım aşağıya biraz. Kendime birkaç tokat attım, kendine gel dedim ve azimle tırmandım yine onun hizasına; ona fena tuzaklar kurdum ve hızla devam ettim.
Yukarılara çıktıkça hava çok soğudu. Artık sadece bu soğuğu kırabilecek sıcaklıkta yüreğe sahip olanlar yoluna devam edebiliyordu. Yüreğin ateşi iki tanedir: Biri hırs diğeri sevgidir. Üşümeden devam ediyordum ben hırs ateşimle çoğu rakibim donmuş bir halde haz uçurumuna geri düşerken. Düşenler, hazzın sıcağında kısa sürede çözünüyordu; ama haz bulutu kapıyordu yukarıya giden amansız yolu ve onlar da tıpkı benim gibi unutuyordu yukarıyı, yukarısı için çektikleri onca çileyi. Yalnızca şanslı birkaç kişi gözyaşlarının yardımıyla yeniden hatırlayacaktı yukarıyı.
Neyse ki ben; azmimle, umudumla ilerledim ve sayılı insanın varabildiği zirveye, yukarıya vardım. Son engeli aşıp da yukarıya vardığım an; birden deli dolu esen rüzgâr durdu, şiddetli tipi kayboldu. Usul uslu bir gölgelikti engin yeşillik, çiçekler açıyordu biteviye; bir pınarın şırıl şırıl sesi manzarayı tamamlıyordu. Hafif, ılık bir rüzgâr esti; yüreğimi hafifçe titretti. Mutluydum, hiç olmadığım kadar. Tüm o zorlukları unutmuştum; o zorlu engelleri, günbatımını, rüzgârı, haz uçurumunda geçen zamanımı; işte, sonunda, amacın ta kendisine varmıştım.
Sincapların kıpır kıpır koşuşturduğu bir ağacın gövdesine dayadım sırtımı ve oturdum. Yukarının tadını çıkarırken tüm bu yarışı düşündüm. Yukarıdan bakınca tüm bu olanlara, biraz daha iyi anlıyor insan. Yukarının kuralları herhangi bir insana ait değil; herkese adil davranıyor yukarısı. Eğer böyle olmasaydı, yukarısı onu hak etmeyenlerle dolardı ve o halde bu mükemmel yer büyüsünü kaybederdi. Ayrıca bir şey daha görüyor insan: Yüreğin önemini. Oyunun güzelliği şu ki; yüreksizsen kazanamazsın; yürekliysen de çok zorlanırsın.
İşte tam bunları düşünürken duyuruldu bana o acı gerçek. On iki dakika. Bir süre öylece durdum, etrafıma boş gözlerle bakındım. Ne kadar güzeldi burası, çok kısa kalacaktım ve en fenası ise, tek başımaydım.
“İyi misin baba?” dedi kızım. “İyiyim.” dedim zar zor. Yüzümdeki gülümsemeyi, o memnun hali görünce o da bana gülümsedi.
Yedi dakika kaldığında aklıma o geldi. Acaba o, bu yarışın neresindeydi? Belki ona kurduğum tuzaklardan dolayı haz uçurumuna yuvarlanmıştı. Belki de şimdi soğuk yerlere çıkmış ve titreye titreye yukarıya gelmeye çalışıyordu. Acaba diye sordum kendi kendime, mavi gökyüzündeki bembeyaz bulutlara dalmışken, birlikte, niye birlikte çıkmadık ki yukarı? Sadece onla değil; başkalarıyla, yukarı çıkmak isteyen herkesle beraber. Birlik olsak yukarı çıkmak çok daha kolay olmaz mıydı? Sonra bu durumda buraların ne kadar yozlaşacağını düşündüm ve sadece onu düşünmeye başladım. Onla çıksaydık ya yukarı… Eminim ki ikimiz de hak ediyorduk burayı. Niye tek başımıza onca zorluğa göğüs germiştik? Neden herkes uyguluyor diye biz de kuralı uygulamıştık? Tek yaptığı şey bizi biraz daha yalnızlaştırmak olmuştu işte. Artık son altı dakikaydı; bu tip pişmanlıklar için çok geçti.
Bir ah ettim ve beş dakika kaldı artık. Ne güzel gülümsüyor kızım bana. Ben de ona gülümsüyorum. Sessiz geçiyor bu dakika. Yalnızca dıt dıt sesleri, dışarıda koşuşturanların gürültüsü… Acaba onlar neresindeydi bu yarışın? Acaba kızım nerede bu yarışta? Ya benim koyduğum bir engele takılmışsa? Kuralın adaleti sağladığı doğru; ama aynı zamanda çok korkunç şeylere neden olabileceği de aşikâr. Bir baba hiç kızına tuzak kurar mı ki? Kural işte, ahlâk aranmayan kural.
Dört dakika. Sanırım hazırım. Kabullendim artık bazı şeyleri yeni biçilmiş çim kokusunu içime çekip süt beyazı bir tavşanı okşarken. Hâlâ gülümsüyordum kızıma, keşke şu dıt dıt sesleri olmasa, rahatsızlıktan başka bir şey verdiği yok.
Saniyeleri tek tek saymaya devam ettim yukarıda dolaşırken. Bu esnada ağaçtan bir kırmızı elma koparıp yedim, ak sakallı bir dedeye selam verdim ve bir dakikadan az bir süre kalmışken aceleyle pınarın oraya vardım. Pınarın yanında bir kayaya oturdum ve pınarın suyuna baktım. Yansımamı görüyordum: Bir hastane odasında, yatakta idim. Yaşlıyım, solmuşum, büzüşmüşüm. Sanki dağa tırmanan ben değilmişim gibi. Kızımın içinde hüzün sel olmuş ama yine de bana gülümsüyor; bal gibi biliyor on iki saniyem kaldığını.
Büyük bir heyecanla izlemeye devam ediyorum yansımayı. Birden kalbim duruyor, dıt dıt sesleri yerini uzun bir dııııt sesine bırakıyor, kızım telaşla ayağa kalkıp odanın kapısından doktor diye bağırıyor ve dört saniye kalmışken artık atmayan kalbim atsın diye her şey yapılıyor. Zirvedeydim artık; yüreğim sadece sineme yük. Sürem dolmak üzere, şöyle son nefeste bir kez daha bakayım etrafa diyorum gözlerim kararırken onu görmek hayaliyle. Tam da kaybolurken görüyorum onu; o da beni görüyor ve gülümsüyoruz birbirimize. Son duyduğum şey onun “İki buçuk yıl!” diye bağırması oluyor ve sonsuz aydınlıkta, çok daha yukarılarda, bambaşka kayboluyorum.
İlk Yorumu Siz Yapın