Bir yerden başlamak lazım. Hayat da öyle değil mi, bir yerden başlıyoruz. Yağmur dindiğinde, evet, benim hikâyem yağmur dindiğinde başlamalı. Arnavut kaldırımları, ikindi yeni okunmuş, her yer ıslak ve gri, gökyüzü hariç. Gökte griliklerin arasından sessizce bir şeyler fısıldayan mavilikler ve nereden vurduğu belli olmayan gümüşî bir güneş var; yokuş aşağı giden bir caddede birbirlerinin üzerine binmiş gibi duran yıllanmış binaların camlarından yansıyor binlerce güneş binlerce kere. Ben bütün bunların içinde miyim yoksa büsbütün dışında mıyım emin değilim. İçinde olsam anlatabilir miyim ki mi demeliyim yoksa dışında dursam böyle anlatabilir miyim mi? Net görüntüler ama belirsiz vaziyetlerim var. Camii avlusunda, koca ve yapraksız çınarın altında, abdest tazelemiş camii duvarları da mı anlatmaz vaziyetimi? Hem, bunlar vaziyet mi yoksa sadece mekân mı? Camiyi en son terk eden amcanın ayağını çekecekle ağır ağır ayakkabısına ittirmesinde bile yok muyum ben yoksa? Onun koyu kahve bastonuyla titreye titreye yürüyüp bana yaklaşırken-
Ben neden üşümüyorum? Tamam işte, mademki üşümüyorum; demek ki tüm bu hikâyenin dışındayım ben, bütün bunlardan uzaktayım. Hem bir yerden başlamak lazım deyip bir zamandan başlamışım; evet evet kesinlikle ben bir zamandan başlamaya çalışmışım; çünkü mekân zamana boyun eğer dersini çalışmışım. Bütün bu manzarayı belki de loş bir kafenin damlacıklarla süslenmiş camından seyrediyorumdur bir yandan sımsıcak çayımı yudumlayıp bir yandan da önümdeki sarı yapraklı küçük deftere bir şeyler karalarken ve öte yandan da amca ağır ağır adım attıkça damlacıklarda kırılan ışınlar amcanın bedenini arsız arsız çekip bükerken. Ya da bir seyir yoktur, deminki gibi bir oluş; yalnızca hayal gücüm vardır ve mekân ve zaman.
Hikâyeyi ilerleten şey gizemdir. Bizi yarına uyandıran şey gizem midir? Sahi, bizi yarına uyandıran nedir? Bizi yarına uyandıran Allah’tır. Uyanacak gücü veren de O’dur. O zaman uyanacak gücümüz kalmadığında o gücü bizden alan O mudur? Belki de yalnızca uyanacak gücümüz yoktur ve mekân ve zaman.
O amcanın ne diyeceğine odaklanmalıyım ben; o amcanın ne diyebileceğine ben, hayır, bu amca her şeyi diyebilir; ben o amcanın ne diyemeyeceğine odaklanmalıyım. Hayır, odaklanmamalıyım. O amca odaklanamaz. Hayır, yaşlı falan diye değil, en fazla ayaküstü bir selamünaleyküm aleykümselam muhabbetinin nesine odaklanacak ki? Ama hayır, ben odaklanıyorum.
Ben aslında bir yaz ikindisinde ferahlayıp kalsam; o camii ki küçük ve çokgen; çınarın yaprakları biraz sararmış ama güneş vurdukça pırıl pırıl pırıl-dıyor ve ağacın gölgesi püfür püfür püfür-düyor; amcalar var altında oturmuşlar krem renginde kumaş pantolonları hepsi sinekkaydı tıraşları tebessümlerinden dahi artık çok geç süzülüyor. İpli gözlüklerinde, ince metal kol saatlerinde ve altın tokalı kahverengi kemerlerine tutturdukları telefonlarında ben gidiciyim gideceğim vakit bunları kolayca çıkarırsınız yazıyor. Bir amcamın telefonu çalıyor sonra, alo kızım diyor amcam ve sonra yüzüne aceleci bir tebessüm geliyor senin de babalar günün kutlu olsun kızım diyor sevinci tatlı-şımarık bir çocuğun eline yüzüne bulaştırdığı kıymalı patates yemeği gibi görünüyor. Kilolu ve hoşsohbet bir amca kahkahayı basıveriyor; ben bunları o kafenin teras katından izliyorum. Yalnızca anılarım vardır ve hayaller ve namazlar.
Ben bir kış vaktiydi ve yağmur yağmıyordu ve yalnızca mekân ve zaman vardı öyle ki kafenin dışında mekân yoktu camlar hep buğuluydu dışarısı hep gri ve içerisi eskimiş tahtalar tahtalar ki tahtalar sanırsınız ki Vahşi Batı’da bir bardayım sandalyem tahtadan tahtadan çayım kırmızı camdan candan ve kadraj sağa eğik ve arkamdaki altın çerçeveli kocaman karanlık tablo da. Çok üşüyorum. Masanın ortasında benim kadar üşüyen yuvarlak bir metal levha, dört tarafından görünen vida başları; bilmezler sıkışmışlık onların doğası. Sarı defterde açık sayfada O’nun emirlerine karşı gelme O’nun yarattıklarıyla oynama onun cezbesine aldanma onun acısına katlanma O’na koşandan kaçma ondan kaçtığında ağlama yazmaktaydı sonları git gide kötüleşen bir el yazısıyla. Alın yazısını el yazısına dökebilmiş kaçıncı kişiydim? Her insan bunu ilk yaptığında bunu yapan ilk insanmış gibi hisseder. Buna secdelerce şükretsek ve sonra gitsek o amcalara katılsak…
O amca hiçbir şey demeden ve ağır ağır gitti; o amca çünkü Allah ile o kadar çok konuştu ki dilinde tüy bitti. Çok ayıp; ama bunu bana o amca söyledi. Hayır, o amca bunu bana söylemedi; ama o amca belki eskiden bunu söyledi. Çok şükür şimdi çok pişman. O amca beni görmedi. O amca beni görse elbet bir selam ederdi. Ama hayır, sadece iyi niyetim vardır ve zaman ve mekân.
Artık belirsiz görüntüler ve net vaziyetlerim var. Görüntü ona bakan herkese ait olabilir ama vaziyetler şahsidir. Sanat şahsi ve muhteremdir. Vaziyetlerimiz de birer sanat eseridir. Görüntüler sanat eseri değildir; görülenler sanat eseridir. Görüntüler bulanmadıkça vaziyetler netleşemez. Vaziyetlerin net olduğu yoktur aslında; vaziyetler birer kelime yığınıdırlar ve görüntüler bulandıkça vaziyetler de bulanır ve geriye okunabilen en büyük kelime kalır. Bir de diğer kelimelerin bulaşık karanlığı.
Ben o kafede o kış günü buğusu camında ve yağmur yağmayanda ve amca ıslatmayanda bir yaş pasta buldum önümde. Profiterollü. Geçmiş günüm kutlu olsun; çünkü artık o amcalara katılmama daha az kaldı. Derken o amca girdi içeri; selamünaleyküm dedi ve aleykümselamlarla karşılandı. Oysaki benden başka kimse yoktu. Yalnızca amcalar vardır ve mekân ve pasta. Amca senin Vahşi Batı’da ne işin var sen buraya en fazla pazar sabahları yaklaşmalıydın dedim içimden. Dışımdansa aleykümselam dedim tabii. O da geldi oturdu masama bittabi. Mmmm, pastan çok güzel görünüyor dedi gayrı tabii. Geçmiş günüm için, dedim. Geçmiş günün mübarek olsun, hayırlı günlere dedi amca, dini hassasiyetlerden dolayı doğum günü kutlamak istemeyen bir amca soğukluğuyla. Eskiden böyle miydi, organikti dedi. Sabır acı meyvası tatlı denirdi. Şimdi ne bu böyle şaşaalı pastalar filan dedi. Amca yalnızca pastalar vardır ve devir ve kaim dedim. Bir mum var pastanın üstünde; bütün mekândaki havayı bozacak kadar sarı. Sarı bir güle benzeyen bir haznenin üzerinde, küçük; ama sarı. Onu yakarken yandığım günlerime diyorum içimden; söndürürken bir yerden başlamak lazım diyorum dışımdan.
İlk Yorumu Siz Yapın