İçeriğe geç

Kitap: Jorge Luis Borges Hikâyelerinden Notlar

Borges ile ilk olarak üniversite zamanında Babil Piyangosu ve Babil Kitaplığı ile tanıştım. Sıradan öyküler değildi bunlar; klasik hikâyelerde görmeye alışık olduğumuz bir yapıdan ziyade fantastik bir olgu hakkında deneme yazmış gibiydi Borges. Yıllar sonra beni Borges’e geri döndüren de bu oldu: Hikâyelerindeki ufuk. Bu yazıda Borges’in Ficciones: Hayaller ve hikâyeler (1944) ve Kum Kitabı (1975) kitapları altında toplanan hikâyelerle ilgili notlar yer almaktadır:

Ficciones: Hayaller ve hikâyeler

Tlön, Uqbar, Orbis Tertius: Bu hikâyede (?) bir ansiklopedinin Uqbar maddesinden hareketle ortaya çıkan bambaşka bir dünya anlatılır. Yazar Tlön dünyasının felsefe, bilim ve madde dünyasını anlatırken, bizimkinden çok farklı bir dünya kurarak okuyucuyu şaşırtır. Bu dünyada sebep-sonuç yoktur, sonsuz sayıda bilim ve felsefe vardır, felsefe çoğunlukla muzip kelime oyunlarından ibarettir ve kaybolan eşyaların hrönir isminde, birazcık farklı ikinci bir kopyaları oluşur (bu hrönirler, Tlön dünyasındaki idealizmin gerçek dünyadaki yansıması olarak sunulur). Dünya idealizm üzerine kurulunca, bir şeyin unutulması, onun da yok olmasına sebep olur: “En bilinen örnek, bir dilenci tarafından aşındırıldığı sürece varolmayı sürdüren, o öldüğündeyse yokolan kapı eşiğidir. Zaman zaman birkaç kuşun ya da bir atın, bir açıkhava tiyatrosu kalıntılarını kurtardığı olmuştur.” (sf. 27). Bu idealizme boğulmuş dünyada edebiyat da bir acayiptir: Yazarlar, eserlere imza atmaz ve tüm eserler bir yazarınmışçasına psikolojik tahililler yapılmaya çalışılır (sf. 25). Sonra bu dünyanın bir küfür girişimi olduğu ortaya çıkar. İlk başta sadece bir ülke icat etme girişimi varken, sonrasında başkalarının müdahalesiyle bir dünya inşasına dönüşmüştür. Bu dünyanın ansiklopedisini yazmak da bu dünyanın inşası demektir. Amaç ise şudur: “Buckley, Tanrı’ya inanmıyor, ama bu varolmayan Tanrı’ya ölümlü insanoğlunun da bir dünya tasarımlayabileceğini göstermek istiyordu.” Ancak bu dünyanın gerçek olabileceğine dair olaylar da yaşanır. Sonra, büyük Tlön ansiklopedisi meydana çıkarıldığında, her yeri bu bilinmez dünya hakkında kitaplar kaplar.  Şöyle diyor yazar:

“Daha neredeyse işin başında, gerçeklik pes etti. Doğrusu ya, pes etmeye de dünden hazırdı. Bundan on yıl önce az çok düzenli görünen her simetrik yapı -diyalektik maddecilik, Yahudi düşmanlığı, Nazilik- insanoğlunun gözlerini kamaştırmaya yetiyordu. Durum böyleyken, kişi Tlön’e, bu en ince ayrıntılarına kadar belirlenmiş uçsuz bucaksız, düzenli gezegen düşüncesine nasıl olur da boyun eğmez? … Okullar şimdiden Tlön’deki (varsayımsal) ‘köken dil’in (“Ursprache”) istilasına uğramış durumda; onun uyumlu tarihinin (göz yaşartan olaylarla doludur) öğrenimi şimdiden benim çocukluğumdaki tarihin yerini aldı bile; kurgusal bir geçmiş, hakkında kesin bir şey bilmediğimiz, hatta sahte olup olmadığını dahi kestiremediğimiz öteki geçmişi belleklerimizden silip atmış durumda. … İngilizler, Fransızlar ve İspanyolcuklar yeryüzünden silinecek. Dünya Tlön olacak.” (sf. 32)

Bu kısımları günümüz dünyasıyla ilişkilendirmek pek zor değil. Düzenli, yeni bir gezegeni oyunlarla ya da filmlerle ya da kitaplarla en ince ayrıntısına kadar tasarlanan fantastik dünyalarla ilişkilendirmek pek mi zor? Yüzüklerin Efendisi ya da Harry Potter dünyasını en küçük detayına kadar (yaratıkları, savaşları, toplulukları, uydurma dilleri, tarihleri) öğrenen insanlarla Tlön dilini veya tarihini öğrenenler arasındaki fark nedir? Bu yalan dünyalar, öteki geçmişimizi silip atmamakta mıdır? “Dedelerimizin mezar taşlarını okuyamıyoruz.” söylemi ile de irtibatlandırılamaz mı buradaki durum? Biz onların mezar taşlarını -yani onları- okuyamazken, onların mücadelesinden de uzaklaşırız, bu da bizi dertsiz ve düzenli diyar Tlön’e götürür.  Bu yalan dünyalar, bizler için değerli olan şeylerin yerine geçer. Dünya Tlön olduğunda, artık Tlön’ü yazanların oyuncağı haline gelecektir insanoğlu. “Resmi tarih” anlatıları da dünyada Tlöncükler oluşturmaktadır diyebiliriz belki de. Ancak küreselleşmenin de etkisiyle yakında bu Tlöncükler birleşecek ve Tlön bir tane olacaktır.

Don Quixote Yazarı Pierre Menard: Bu hikâye modern Don Quixote ya da başka bir Don Quixote yazmaya değil, Don Quixote yazmaya çalışan bir yazarı konu ediniyor. Metin uydurma bir yazar hakkında, edebiyat dergisine gönderilmiş bir yazı gibi kurgulanmış. Uydurma yazarın amacını anlamak biraz zor: Yazar Cervantes’in yazdığının aynısını yazmak değil, Cervantes’in yazdıklarıyla örtüşecek bir şeyler yazmak istiyor (sf. 37). Hikâyedeki güzel ayrıntılardan biri şudur: Cervantes’in tarihi övdüğü bir kısım alıntılanır. Sonra, uydurma yazarın dediği paylaşılır. Cervantes’in dediğinin kelimesi kelimesine aynıdır; ama bunları o söylediği için bambaşka bir anlam kazanır (sf. 41-42).

Döngüsel Yıkıntılar: Okuması zor, derinliği olan bir hikâye Döngüsel Yıkıntılar. Bir adamın düşsel bir insan oluşturması ve sonra onu mistik bir şekilde gerçek bir hâle dönüştürmesi ele alınıyor. Daha doğrusu, herkes onu gerçek sanacaktır ama o bir hayaletten ibarettir. Hikâyenin sürprizini ele vermemek adına buraya daha fazlasını yazmak istemesem de, hikâye ismindeki “döngüsel” kelimesini vurgulamak isterim. Ve şu cümle: “Düşleyenin düşünde, düşlenen uyandı.” (sf. 49). Genel olarak hikâyelerin çevirileriyle ilgili sıkıntılar olduğunu düşünsem de, bu tip güzel cümleler de yok değil.

Babil Piyangosu: Bu hikâyede bir şirket var piyango yapan. İlk başta piyango, katılan herkesin kazandığı bir oyunmuş. Ancak bu halleriyle şirket pek de başarılı olamıyormuş. Sonra piyangoya “talihsiz” rakamlar katılmış. Talihsizlik ihtimali oyuna heyecan getirmiş ve ilgi artmış. Talihsizlerin para cezalarını ödemeyip hapis cezasını seçmeleriyle piyango düzenleyen “Şirket”in gücü ortaya çıkmış. Buradan hareketle piyangoya artık para-dışı ögeler de sokulur olmuş. Piyangonun git gide büyümesiyle Şirket artık her şeye nüfuz etmiş. Piyango adeta insanoğlunun bütün kaderini tayin eder hale gelmiş. “Babilli, büyük çıkarlar peşinde koşmaz. Yazgının kararlarına saygı gösterir, yaşamını onlara bırakır, umutlarını ve ürküntüsünü onlara bağlar ama ne onların labirentsi yasaları ne de özlerini açıklayacak parlak özel-alanlar üstüne kafa yorar.” (sf. 56-57). Piyango üzerine düşünüldükçe, şu ortaya çıkar: “… eğer piyango bir şans patlamasıysa, kaosun kozmosa bir süreliğine sızmasını sağlıyorsa, Şans’ın sözünün yalnızca çekilişte değil, piyangonun tüm evrelerinde geçmesi daha uygun değil miydi?” Hal böyle olunca, mesela birinin ölümüne karar verilir bir çekilişte, sonrakinde onun nasıl öleceğine, sonrasında onu kimlerin öldüreceğine, sonrasında onu kimlerin öldürmekten son anda vazgeçeceğine… Velhasıl, çekiliş sayısı bitimsizdir (sf. 57). Bu ne demektir? Ölüm kararı çıkar; ama bu kesin değildir. Bu ilk başta bitimsiz bir süre gerektirdiğini düşündürtür; ama öte yandan da”…zamanın bitimsiz bölünebilirliği yeterlidir.” (sf. 57). Şans öylesine hayatlara girer ki, “Bir tapınakta günışığına çıkartılan çok eski bir belge, dünkü piyangonun cilvesi de olabilir, yüzyıl öncekinin de. Her basımında azıcık değişikliğe uğramayan kitap yoktur.” (sf. 58). Sonunda Şirket hikâyenin en bilinmez ögesi haline gelir; belki bütün saçma eylemlerin, belki bütün küçük işlerin peşindedir; belki hiç var olmamıştır ve olmayacaktır, kim bilir? (sf. 59).

Herbert Quain’in Yapıtlarının İncelenmesi: Yine kurgusal bir yazar üzerine yazılmış bir inceleme ile karşı karşıyayız. Bu kurgusal yazarımızın ilginç bir eseri var; aynı başlangıçtan dallana budaklana dokuz hikâye çıkan bir roman yazmış. Bölümleri kronolojik bir sırada değil de, verildiği karışık haliyle okumanın asıl zevki verdiği söyleniyor (sf. 64). Yani okurun “Ya bu karakter geçen bölüm ölmemiş miydi?” diye şaşırması veya bağlantıları kurmada zorlanması (aslında ortada bir bağlantının olmayışı) bu hikâyenin asıl güzelliğini oluşturur. Deyişler isimli eserde, hep iyi bir olay örgüsü ortaya çıkacak gibi olur ama yazar tüm beklentileri boşa çıkarır. Çünkü bu kitabı “kusurlu yazar” için yazmıştır (sf. 66).

Babil Kitaplığı: Yazılabilecek her şeyin yazıldığı bir kitaplık fikri nasıl gelir? Sonsuz bir kitaplık. Borges bu hikâyede bu fikir üzerine gidiyor. “Her şeyin önceden yazılmış olduğu inancı, onları ya olumsuzluyor, ya da karaltılara çeviriyor.” (sf. 75). Bu kitaplıkta her şeyin bulunması, insanlığa dair gizemlerin de ortaya çıkacağı umudunu doğurduysa da, bu umut o sonsuz kitaplıkta kaybolur gider. Saçma kitapların yok edilmesi önerilir; ama bu yapılırken benzersiz bir kitap imha edilmektedir. Şu alıntıyla noktalayalım: “Kitaplık sınırsız ve sarmaldır. Bir sonsuzluk yolcusu ondan geçerek hangi yöne giderse gitsin, yüzyıllar sonra aynı ciltlerin aynı bozuk-düzende yinelendiğini görecektir (ve böyle bir yineleniş, yeni bir düzene değişecektir: Biricik Düzen’e).” (sf. 76).

Yolları Çatallanan Bahçe: Doğru cevabı satranç olan bir bilmecede geçmeyen tek sözcük hangisidir? Tabii ki de satranç sözcüğü. Hikâyeye adını veren uydurma romanda da “zaman” kelimesi geçmemektedir ve bahsedilen romanın konusunu oluşturmaktadır. Herbert Quain’in yapıtındaki gibi bir romandır Yolları Çatallanan Bahçe romanı: Karakterin karşısına bir sürü yol çıkar ve karakter hepsini seçer. Bu yüzden eserde çelişkiler olduğu düşünülür; ama aslında yoktur. Bu kitabın yazarı, aynı zamanda bitmeyen bir labirent düşlemektedir. Sonra bu kitaptan da, labirentten de vazgeçer. Oysaki labirent ve kitap ayrı ayrı şeyler değildir; ikisi de labirenti oluşturmaktadır. Her ne kadar hikâye bu kitap üzerine kurulu görünse de, aslında bu sadece bir motiftir. Arka planda gerilimli bir kovalamaca hikâyesi vardır. Ama yazar bu kitabı ve yolları çatallanan bahçeyi anlatmayı yeğler, diğer kısım önemsizdir.

Bellek Funes: Bu hikâye “idea”ları olmayan bir karakteri anlatıyor. Bu şu demek: Elini aynada farklı açılardan gören karakter, bunların arasında bağ kuramamaktadır yani bunun bir el olduğunu -hatta aynı el olduğunu- idrak edememektedir; o her bir görüntüyü tamamen farklı bir şey olarak algılar. Her şeyin fazlaca farkındadır Funes, “… yaşadığı anın zenginliği ve keskinliği katlanılabilir gibi değildi.” (sf. 100). Karakterin hafızası çok iyidir; ancak bunları anlamlı bütünlere kavuşturamadıkça tüm bu bildikleri boşunadır: “Düşünmek farklılığı unutmak, genelleyebilmek, soyutlama yapabilmek demektir. Funes’in arı kovanı gibi dünyasında, sadece ayrıntılar, varlıklarını şiddetle dayatan ayrıntılar vardı.” (sf. 104). Funes için yapay zekâsı olmayan çok güçlü bir bilgisayar da denebilir. Öte yandan, geçmişten günümüze bilgi birikimi katlanarak artan insanoğlunun ahvali Funes’inkine evrilmeyecek midir? Her şeyin o kadar farkında olacağızdır ki artık düşünmek imkânsız olacaktır. Hayatı sıkıcı hale geldikçe farklı tatlar peşinde koşan günümüz insanının durumu ya da ayrıntılarda kaybolan birinin durumu Funes’inki ile aynı değil midir? Hayatına sadece daha çok bilgi/deneyim sığdırarak tamama kavuşmaz insan; bu onu daha çok belirsizliğe/tatminsizliğe sürükleyecektir.

Kılıcın İzi: Bir yara izinin hikâyesi Kılıcın İzi. Sonunda zarif bir ters köşe barındırmakta. Şöyle güzel bir cümle de: “Korkaklığından utanç duymadığını göstermek için zihinsel kibrini büyütüyordu.” (sf. 110).

Hain ve Kahraman İzleği: Bir yazarın bir eser taslağı bu hikâye. Ayaklanmaya hazır ama ayaklanmada sürekli aksaklıkların olduğu bir toplumu ayaklanmaya sürüklemek için oynanan ustaca bir oyunu anlatıyor.

Ölüm ve Pusula: Olaylar arasında bağlantılar seziyorsanız, daha büyük bir resim olduğunu düşünmeniz kaçınılmazdır. Ölüm ve Pusula da, bu noktadan hareket ediyor. Bağlantılı görünen bir dizi cinayet işleniyor. Oysaki bu cinayetleri birbirine ustaca bağlayan biri var; bu biri sadece bu cinayetleri araştıran kişiden intikam almak istiyor. Katilin sıradaki hedefini kendisi olarak gösteriyor ve intikam alacağı kişiyi ayağına kadar getiriyor. Şöyle bir diyalog geçiyor gizemin çözüldüğü sanılırken:

“… Bu Cuma, suçlular zindanda olacak, içimiz rahat edebilir.”

“Yani dördüncü bir cinayet tasarlamıyorlar mı?”

“Dördüncü bir cinayet tasarladıkları için içimiz rahat edebilir dedim ya.” (sf. 124)

Gizli Mucize: Kur’an-ı Kerim’den bir âyet-i kerime ile açılan öykü bu yönüyle ilgimi çekti. Bakara Suresi’nin 259. âyet-i kerimesinde mealen şöyle buyurulur: “Allah da onu yüzyıl ölü bıraktıktan sonra dirilterek “Ne kadar zaman kaldın?” diye sormuş, o da “Bir gün, belki daha az,” demiş.” (hikâyeden alıntı, sf. 131). Yahudi bir oyun yazarı, Naziler tarafından idama mahkûm edilir. Yazarı tasvir ederken şöyle bir ifade geçer: “… yaşamını edebiyat denen sorunlu uğraş oluşturuyordu. Bütün yazarlar gibi o da başkalarının başarılarını ortaya koyduklarıyla ölçüyor, onların ise kendisini uzaktan, kurduğu ya da tasarladıklarıyla değerlendirmelerini bekliyordu.” (sf. 133). Sanırım tüm yazarlar için geçerli bir ifade bu. Sonra hikâyede oyun yazarının yazma fırsatı bulamadığı bir oyundan bahsedilir. Oyun yazarı bu oyunu yazacak zaman diler; rüyasında kendisine bu zamanın bağışlandığı söylenir. Ancak idam vakti gelmiştir; bu nasıl olacaktır? Karşısına idam mangası dizilmiş, atış emrini beklemektedir. Ateş emri gelir ve o an her şey durur, yazar hariç. İşte, vakit bu vakittir. İstediği bir yıllık müddet tam da bu anda ona bağışlanmıştır. Hikâye boyu Tanrı kelimesi kullanılmış olsa da bir yerde “Her Şeye Kadir Olan” ifadesiyle Allah’a özel bir vurgu yapılmış olabilir (sf. 138). Yazar kendisine bağışlanan bu süre zarfında oyununu güzelce yazar ve sonra aynı gün ateş emri verilir verilmez ölür. Yazarın böyle bir hikâye için İslami bir çerçeve tercihi dikkat çekici. Bir yandan hikâyenin tekdüze olduğu düşünülebilir; öte yandan hikâyenin kilit noktası bu tekdüzelikte “Her Şeye Kadir Olan”ın kudretini ön plana çıkarmaktadır.

Yahuda’nın Üç Değişkesi: Hristiyanlık ile ilgili arka plan gerektiren bir yazı Yahuda’nın Üç Değişkesi. Yahuda, Hz. İsa’yı ele veren havaridir. Bu yazıda, Ulusal İncil Birliği üyesi olarak tanıtılan Runeberg’in Yahuda ile ilgili tezi tartışılır. Runeberg’e göre Yahuda’ya yöneltilen tüm suçlamalar sahtedir. Şöyle ki: “Çileci, Tanrı’nın gücünü kabulünün bir belirtisi olarak bedenini aşağılar, alçaltır; Yahuda aynı şeyi ruhuna yaptı. Onurdan, ahlaktan, huzurdan ve Tanrı’nın cennetinden vazgeçti, tıpkı ötekilerin, daha az yiğitçe davranarak, hazdan vazgeçmeleri gibi. O, korkunç bir berraklıkla günahlarını öngördü. … Yahuda hiçbir erdemin dokunmadığı günahları seçti; güvene hıyanet (Yuanna 12:6) ve ihanet. Muazzam bir alçakgönüllülükle davrandı, kendisinin iyi olmaya layık olmadığına inandı.”

Sonu: José Hernandes’in ünlü halk şiiri Martin Fierro ile bağlantılı olan bu hikâye, bu şiiri bilmeyen ben için pek fazla anlam ifade etmedi. Şu iki alıntıyı yapalım:

“Sonbahar, günleri kısaltıyor.”

“Kalan ışık bana yeter,” (sf. 149).

“İkindinin bir saatinde ova neredeyse bir şeyler söyleyecek gibi olur. Asla söylemez ya da belki durmaksızın söyler de biz dilinden anlamayız ya da anlarız da müzik gibi çeviriye gelmez…” (sf. 150).

Anka Mezhebi: “Sır”rın merkezini oluşturduğu bir Yahudi mezhebinden bahsediyor yazar bu hikâyede. İsrail’i birleştiren Kutsal Kitap gibi bir kitapları yok, bu yüzden de herhangi bir birleştirici unsurları olmadan dünyanın her yerine yayılmış bu mezhebin üyeleri (sf. 153). “… Bir tür kutsal dehşet bazı inananları bu çok basit töreni yerine getirmekten alıkoyar; ötekiler onları bu yüzden aşağılar, ama kendilerini daha aşağılık hissederler.”

Güney: Binbir Gece Masalları yüzünden psikolojisi bozulan ve sanatoryuma yatırılan birinin tedavi olup sanatoryumdan çıktıktan sonra güneydeki çiftliğine geri dönüşünü takip ediyor hikâye. Bir kafede otururken düşündükleri ilginçtir hikâye kişisinin: “… ve kedinin siyah tüylerini yatırarak okşarken, bu temasın bir yanılsama olduğunu ve iki varlığın, kedi ile insanın, birbirlerinden bir camla ayrılmış gibi olduklarını, çünkü insanın zaman içinde, olayların birbirini ardarda izleyişinin akışında, büyü dolu hayvanın ise o anın sonsuzluğu içinde yaşadığını aklından geçirdi.” (sf. 158). Ancak yolcumuzun treni istediği durağa kadar gitmeyecektir; bu yüzden daha önceki bir istasyonda inip araba kiralar. Araba hazırlanırken de bir lokantaya gidip karnını güzelce doyurur. Sonra arabayı beklerken, lokantadaki peone‘ler (gündelikçi çiftlik işçisi) ona sataşırlar. Yolcumuz kalkıp gitmekle yetinecektir taşkınlık olmaması için; ama tam da çıkarken dükkan sahibi ona ismiyle hitap eder ve ondan özür diler. Ancak bu söz gitmesini imkânsız kılmıştır: “Şu ana kadar, peone’lerin kışkırtması tanınmayan bir yüze yönelikti, özellikle birine yönelik değildi ya da öylesine ortaya yönelikti. Oysa artık Dahlmann’a, [yolcumuz] onun adına yönelmişti, çünkü komşuları bu adı biliyordu.” (sf. 162). Bu sebeple artık bir bıçak dövüşü kaçınılmaz olur. Kendisine bir kama verilir, o da tereddütsüz alır. Bu iki şeye işaret eder: “Birincisi, bu neredeyse içgüdüsel hareketin onu kavgaya mecbur ettiği. İkincisi, kendi beceriksiz elinde bu silahın, savunmaya değil yalnızca öldürülüşünü haklı çıkarmaya yarayacağı.” (sf. 162). Dövüşün sonucu verilmez, önemi var mıdır?

Bu kitapta okunmasını tavsiye ettiğim öyküler: Tlön, Uqbar Orbis Tertius, Döngüsel Yıkıntılar, Babil Piyangosu, Babil Kitaplığı, Yolları Çatallanan Bahçe, Bellek Funes, Kılıcın İzi, Hain ve Kahraman İzleği, Ölüm ve Pusula.

Kum Kitabı

Öteki: Borges’in acayip anlatım tarzı burada kendini çok belli ediyor. Acayip derken kastım anlatının beklenmedik bir derecede otobiyografik yapısı. Elinize hikâye kitabı olarak aldığınız bir kitapta böyle bir hikâyeyle karşılaşmak şaşırtıcı. Yazar, yaşlı haliyle karşılaşmasını anlatmaktadır.  Bunun ilk yazdığım hikâyelerden olan Mükemmel’in çıkış noktasıyla aynı olması da şahsen ilgi çekici (Kendi reklamımı yapmadan duramamak diyelim buna.).

Ulrike: Borges bunu bir aşk hikâyesi olarak tanımlıyor. Otobiyografik niteliğini bilemesem de hakkında edilecek fazla söz olmadığını düşünüyorum.

Kongre: Borges’den beklediğim şaşırtıcı fikirlere üçüncü hikâyede kavuşuyorum. Bu hikâyenin odağında Birleşmiş Milletler benzeri bir kongre oluşturulması fikri var. Bu fikir kararları manipüle edilebilen bir lider sebebiyle başarısızlığa uğruyor. Sürekli kitap alınması suretiyle Kongre bütçesi boşa harcanıyor. Bu har vurup harman savurmaya ana karakter de bir süre sonra bir aşk hikâyesi üzerinden dahil oluyor. Hikâyenin sonunda tüm kitapların yakılması ise manidar.

There Are More Things: Türkçe baskısında İngilizce ismi bırakılan bu hikâyenin Poe ve Lovecraft’ın izinden gittiği söyleniyor yazar tarafından. Gizemli olayların döndüğü bir çiftlik hikâyenin merkezinde. Belki Poe ve Lovecraft hakkında bilgim olsaydı bir şekilde bana hitap edebilirdi ama edemedi ne yazık ki.

Otuzlar Mezhebi: Borges’in bir orijinal fikri daha. Var olmayan bir mezhebin var olmayan bir elyazması üzerinden değerlendirilmesi. İlginç iki nokta var bu mezhep hakkında: Biri, kuşların her gün rızıklarını bir şekilde bulduğu, hatta Tanrı’nın kuru topraktan ekinler çıkardığı göz önüne alınarak tutumluluğun yasaklanması; bir diğeri de bir kadına kötü gözle bakanın yüreğinde onunla zina ettiğinden hareketle, hiçbir erkeğin kötü gözle bakmamazlık edemeyeceğini de hesaba katarak, insanların kendilerini şehvetin kucağına bırakmada bir sakınca görülmemesi. Borges’in anlatısı ciddi bir kitaptan fırlamış gibi olunca bu yalan mezhep insanı farklı düşünmeye itebiliyor. Yoksa bunların hiçbir önemi olmazdı.

Armağanlar Gecesi: Fazlasıyla Güney Amerika esintili bu öykü. Aşkı ve ölümü bir gecede keşfeden bir çocuğun hikâyesi.

Ayna ve Maske: Sembolleri kavramanın önemli olduğu bu hikâyede İrlanda Kralı bir ozanı çağırır ve zaferinin destanını yazmasını ister. Sonrası şiirde derin bir yolculuk. Şairin üçüncü ve son şiiri tek bir kelimedir. Kral bu kelimeyi duyduktan sonra krallığı bırakır ve krallığında bir dilenci olarak gezer durur. Kitabın en iyi hikâyesi; efsaneviliğe en çok yaklaşılan hikâye de bu.

Undr: Ayna ve Maske’deki tek kelime fikrinin devam ettiği bu hikâye de sırtını tarihe ve destanlara dayıyor; şahsen bilgi birikimimin kısıtlı olduğu taraflara.

Yorgun Bir Adamın Düşülkesi: Bir ütopya. Yorgun bir adamın ütopyası hem de. İlginç ne olabilir diye düşünebilirsiniz, bakalım: Dört yüz yıl yaşamış bir adamın ancak yarım düzine kitap okuduğunu söylemesi ve tekrar okumanın önemine vurgu yapması ilk ilginç nokta. Bir başka nokta: “… akşam sabah ortaya çıkan olayları bilmemenin utanç verici olması gibi boşinançlar geçerliydi … Bütün bunlar unutulmak üzere okunuyordu, çünkü birkaç saat sonra başka bayağılıklar bunları silip yok ediyordu.” (sf. 78). Ütopyada, para, kentler yoktur. Herkes tek bir çocuk dünyaya getirir; çünkü dünyanın kalabalıklaşması istenmez. Yüz yaş olgunluğuna erişen insan aşktan ve dostluktan elini eteğini çeker; kötülüklerden veya istenç dışı ölümden korkmaz olur ve matematik, sanat, felsefe ile ilgilenerek yaşadıktan sonra istediği vakit kendisini öldürür (sf. 79). “Yaşamının efendisi olan insan ölümünün de efendisidir.” sözü soğuk rüzgârlar estiriyor (sf. 79). Devlet insanların gözünde itibarını yitirerek yok olmuştur bu ütopyada ve politikacılar komedyenlik ya da hekimlik gibi namuslu işlere yönelmişlerdir (sf. 80). Hikâyenin sonundan bir alıntıyla kapatalım: “Ölü yıkama fırını, dedi birisi. İçerde de bir ölü odası var. Bir insanseverin bulduğunu söylerler, adı sanırım Adolf Hitler’miş”. (sf. 82). Kitabın en iyi ikinci hikâyesi bu diyebilirim. Hikâyenin ismi de iyi seçilmiş.

Düzenbazlık: Beni şaşırtan bir hikâye oldu bu. Akademideki çıkmazlarla ilgili sade bir hikâye. Biri, ötekini eleştiren bir makale kaleme alır. Vakit gelir ötekinin bu biri ve başkası arasında karar vermesi gerekir. Öteki, birini seçmezse ona karşılık vermiş gibi olacağını düşünür ve bu yüzden birini seçer. Sonra birisi ötekine gidip sırf kendisini bu düşünme yöntemiyle seçmesi için ötekini eleştiren bir makale yazdığını söyler.

Avelino Arredondo: Yine Güney Amerika odaklı bu hikâyede Arredondo’nun ülkeyi yıkıma götürdüğü söylenen bir savaştan sonra bir köyde bir süre saklanıp sonra devlet başkanını öldürmesini okuyoruz.

Kurs: Odin’in kursuna sahip olan bir kral, bir oduncuyla karşılaşır. Oduncu kursu çalmak ister ve baltasını kralın ensesine indirir. Kursu arar; ama bulamaz. Eee diyeceksiniz. Ben de dedim.

Kum Kitabı: Basit ama güzel bir fikir. Sayfa sayısı sonsuz olan bir kitap. En etkileyici sahnesi yazarın kitabı kapağından tutup açsa dahi kapakla parmağı arasında sayfalar bulunmaya devam etmesi. Kitabın sayfa numaraları sıralı değildir. Kitap satıcısı bunu şöyle açıklar: “Kimbilir, belki de sonsuz bir dizinin terimlerine herhangi bir sayı verilebileceğini anlatmak için … Eğer uzay sonsuzsa biz de uzayın herhangi bir noktasındayız demektir. Eğer zaman sonsuzsa biz de zamanın herhangi bir noktasındayız.” (sf. 103). Hikâyenin güldüren noktalarından biri yazarın kitabı dehşete düşürücü bulmasından dolayı yakmayı düşündüğü andır: “… sonsuz bir kitabın yakılmasının yine sonsuz olmasından ve dumanı ile gezegenimizi boğmasından korktum.” (sf. 105).

Genel değerlendirme: Jorge Luis Borges, kitabın sonundaki sondeyişinde, bu hikâyelerin çalakalem yazılmış notlar olduğunu söylüyor ve kitabın içindeki düşlerin okurların zihinlerinde dallanıp budaklanmasını umduğunu ifade ediyor. Bu halleriyle hikâyelerin çoğu kendi ayakları üzerinde durabilecek vaziyette değiller. Bu yüzden, kitabın hayal gücünü kamçılamak için okunabileceğini düşünüyorum. Hem kitabın Borges’in sekreterine dikte ettirerek yazdırdığı düşünülürse okumak ayrı bir tecrübeye dönüşüyor. Yine de kitabın anlatmak istediklerine kıyasla fazla dolambaçlı olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Hikâyelerin özüne kıyasla çok fazla ayrıntı aktarılıyor ve bu sıkıcı olabiliyor. Hele hele Borges’in bu kitapta başvurduğu İskandinav efsaneleri ve Güney Amerika yakın tarihi ile ilişiğiniz yoksa bunlar iyice yük olabiliyor. Bu kitaptan şu hikâyeleri okumanızı tavsiye ederim: Kongre, Otuzlar Mezhebi, Ayna ve Maske, Yorgun Bir Adamın Düşülkesi, Kum Kitabı.

Genel olarak bu iki kitabı düşündüğümde, okurlardan önce yazarlara hitap ediyor gibi geliyor. Çünkü hikâyeler farklı ve güzel fikirler barındırıyorlar. Borges, şunun şöyle olduğunu düşünsene deyip topu bize atıyor bir anlamda. Bu da bir yazar için çok kıymetli. Okur için de kıymetli elbet dünyaya farklı gözlerle bakmaya meraklı ise.

Not: Alıntılar İletişim Yayınları’nın iki kitap için de  2. baskılarından.

Kategori:2019Genelkitap

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir