İnsanları tanımak konusunda pek yetenekli olmadığımı düşünebilirsiniz. Sizle bir hafta önce konuşmuşumdur henüz; ama yanımdan geçersiniz, hatta selam verme babında gülümsersiniz, bense anlamam. Siz geçip gidersiniz “Dalgındı herhalde.” diyerek, bense içimde bir hesaba başlarım. Acaba o çocuk o muydu? Bana selam mı verdi yoksa? Hep o şüphe olur içimde. Birine “Merhaba.” demeden önceki o çekinceli anı yaşarım ben herkes gibi; ama benimki o kadar uzun sürer ki bazen; siz geçip gitmiş olursunuz. Neden diye sorsanız da vereceğim bir cevap yoktur, yalnızca bir şeyin beni tuttuğunu söylerim; ama ne olduğunu ben de bilmem.
Bugün de aynı şey oldu. Tutuldum. Ama sonra, bunun tutulmaktan fazlası olduğunu anladım. Fantastik bir macera gibi oldu hem de. Belki de üniversitede okuttukları postmodern romanlardan dolayı hayalle gerçeği karıştırdım sadece. Bilmiyorum.
Bizim üniversite şehrin dışında olduğu için, Kadıköy’den neredeyse her saat servis kalkar. Servis dediğim de şu uzun seyahatleri katlanılabilir kılan konforu bol otobüsler. Gri renkli, hafif turuncu renkli başlıklar ile döşeli koltuklarını çok seversiniz bu otobüsün. Cam kenarına oturmuşsanız ayağınıza kenardan gelen sıcacık hava da kış sabahları sizin iyice mayışmanız için bir vesile olur.
Bugün hava soğuk değildi ama yağmur yağmış olmasına rağmen. Şimdi neredeyse sıcak, çok bulutlu bir hava hakimdi bu ölü sabaha. Neyse, servis geldi ve ben de bindim otobüse. Sıranın biraz arkasında kaldığımdan, normalde genelde ön sıraları tercih etmeme rağmen, arkaya geçmek durumunda kaldım. İkisi de boş olan koltukların cam kenarındakine geçtim. Arkada arkadaşım, bir ödeviyle uğraşıyordu. Biraz konuştuk. Sonra, o hafta bize ödev olarak verilen kitabı çıkardım okumak için: Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ını. Bir yandan da telefonumu ve kulaklığımı çıkarmıştım. Çünkü sabahleyin ben bu kitabı müziksiz okusam iki sayfada uyuyakalırdım büyük ihtimalle. Bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. Bu cümleyle roman tam da beni içine çekmeye başlarken, yanıma biri oturdu.
“Günaydın.” dedi. Dedi mi? Öylece kalakaldım. Ama bir saniye, yurtta kalıyordu bu kız; ne işi var ki serviste? Belki de bir günlüğüne ailesinin yanına gelmiştir, niye olmasın? Sonuçta İstanbul’da oturduğunu biliyordum; ama bugün yanıma oturan kız gerçekten de o muydu? İşte yine o şüphe… Günaydın dedi mi acaba, yoksa ben mi yanlış duydum? Yanıma oturan bu kız acaba o muydu? Şimdi günaydın dediyse hakikaten ve ben anca şimdi günaydın dersem ayıp ve saçma olurdu büyük ihtimalle. Geç kalmıştım. Onu duymamış gibi yapmak ve kitap okumak en doğru karar olacaktı. Hiçbir şey olmamış gibi devam ettim.
Bir yandan içimdeki heyecanla kitaptaki heyecan birleşmekteyken, bir yandan da yanımdaki kızı tanımaya çalışıyordum. Daha doğrusu kendime onu tanıyıp tanımadığımı soruyordum. Aslında o kız gibi kısa boyluydu, sanırım o kız da deri ceket giyerdi ve onun saçları da kahverengiydi. Aferin dedim kendi kendime. Çok büyük bir ayıp yaptın. Neyse, okula geldiğimizde ve kulaklıkları çıkardığımda “Affedersin, sabah sersemliği işte, hiç dikkat etmemişim.” derdim en kötü. Dikkat etmemişim mi? Oldu, bir kabahat işledin zaten, bir de iyice yerin dibine geç, öyle mi?
Ama hayır, merakım yüzünden, bu işi önceden halletmeliydim. Bir yandan kitabın satırları beni hızla sürüklerken; bir yandan da kızın gerçekten de o olduğundan emin olmaya çalışıyordum. İki sorunum vardı. Öncelikle, gözlüğümün çerçevesinin sınırladığı alanın dışında kalıyordu kızın yüzü, bu çerçevenin biraz dışına bakmaya çalışınca da gözlerim bir garip oluyordu. İkinci mesele ise kızın saçının yüzünü benim baktığım taraftan kapıyor olmasıydı.
Tanıyamadım.
TEM’e girmiştik. Kız beni daha da işkillendirecek hareketler yapmaya başladı. Bana bakıyordu. Yoksa bakmıyor muydu? Gözlüğümün çerçevesinin dışından bunu seçemiyordum. Bir yandan kelimeler akıp giderken; bir yandan da kıza bakmaya çalışmamdandı belki. “Dışarıya bakıyordur yahu.” deyip kestirip atsam da, o gözlük çerçevemin kenarında kalan yüz ifadesi benim şüphelerimle şekilleniyor; sanki bana “E yuh artık, tanıman için daha ne yapayım?” diyor gibiydi.
Tanıyamadım.
Ben tanıyamadıkça, kız sanki kendini tanıtmayı amaç edinmişçesine hareketler yapmaya başladı. Sanki saçının onu görmeme engel olduğunu fark ederek arkaya attı. İkide bir saçını düzeltiyor, düzeltirken de bana doğru dönüyordu hafifçe. “E artık bak!” diyordu sanki. O gözlük çerçevesinin dışından gördüğüm yüz, iyice öfkeleniyor, kaşları çatık bir hal alıyordu. “Tanısana beni!”
Tanıyamadım.
Bir yandan da, belki de bu tedirginliğin verdiği enerjiden olsa gerek, hiç olmadığı kadar hızlı okudum kitabı. Normalde sayfalar akıp giderken benim de git gide yavaşlamam gerekirdi, bir yandan da uyku bastırmalıydı biraz; ama bunların hiçbiri olmadı bugün. Aksine, romanın başkarakterinin o fantastik kitabı gibi, ben de bu kitabı hızla okuyordum. Kız da hâlâ beni işkillendirecek hareketlerine devam ediyordu; ama bir süre sonra umursamamaya başladım. Planımı belirledim: Okulun oraya geldiğimizde, kulaklıklarımı çıkarırken hafifçe ona doğru dönecektim ve gerçekten de o kız olup olmadığını anlayacaktım. O zamana dek hiçbir şey yapmayacaktım.
Okula gelmeden önce, o heyecan içimde birikmeye başladı. O tedirginlik yine bana hâkim oldu. Ne diyeceğimi kafamda kestirmeye çalışıyordum. “Ya, dalgınlık işte, hiç dikkat etmemişim.”. İşlediğim kabahat kapanır mı ki böyle basit bir cümleyle? Sonrasında ne demeli, hal hatır sormalı herhalde. Dersler, sınavlar; konuşuruz biraz. Onun muhabbeti bitmez zaten bizim okulda. Hep bir ödev, hep bir sınav vardır konuşulacak. Sonra da inme vaktim gelir zaten. “Görüşürüz.” derim. Yine de, bu kız eğer o kızsa, sosyal anlamda kendimi çok iyi görmeyen biri olarak bu deneyimi de eksi haneme yazacaktım şüphesiz. Diğer çoğu sosyal deneyimimde olduğu gibi. Belki de ben onları oraya yazdığımdan kötüydü bunlar; belki de bunların çoğu kişi için önemi yoktu. Belki kız onu tanımamamı bir gülümsemeyle karşılayacaktı, “Ya, ben de öyle uykulu ve dikkatsiz olurum ki sabahları…” diye başlayıp komik bir anısını anlatacaktı belki. Sonra ben de gülerek karşılık verecek ve bir şekilde kusurumun hoş karşılanmasından dolayı mutlu olacak ve bu deneyimi artı haneme yazacaktım.
Sonunda, okula girdik. Kulaklıkları çıkarma vakti gelmişti. Şimdi otobüs girişte hemen sağa çekecek, güvenlik görevlileri kimlik kontrolü yaparken, servis şirketi de kartlarımızı bir okutucuya okutup öğrenci kimliğine yüklediğimiz paradan servis ücretini alacaktı. Önce sol kulaklığımı çıkardım yavaşça, başımı hafif sola eğerek; belki de böylece sağ kulaklığı çıkarırken kafamı sağa eğişim normal görünecekti.
Göremedim. Kafamı eğdim, kulaklığı çıkardım; ama o esnada kızın başka yöne bakmasından dolayı, saçları bir daha yüzünü kapattı ve ben yine onu tanıyamadım. Aferin, dedim kendi kendime. Şimdi nasıl tanıyacaktın kızı? Tam inerken “A, sen misin?” dersem öyle komik olurdu ki. Kız “E çüş yani!” derdi herhalde. Belki kız şimdi “Bu kadar hayvan birini de görmedim!” diyordu içinden. Hâlâ tanıyamamış mıydım gerçekten?
Tanıyamamıştım.
Yeni bir fırsat geçti ama elime tam o esnada. Kız, cüzdanından öğrenci kimliğini çıkaracaktı. Eğer o esnada kızın ismini o kimlikte görürsem, kesin emin olacaktım artık. Ah, hadi göreyim Allah’ım, lütfen! Kız kimliğini çıkardı; ben de o esnada hafifçe öne eğilir gibi yaptım gayet doğal görünecek şekilde, gerinir gibi. Göremedim ama ismini. Üstelik kız sanırım bana beni biraz garipser gibi baktı. Yine de şu gözlük çerçevesi yüzünden fark edemedim. Bugün gerçekten de lens takmak bana iyi bir seçenek gibi göründü ilk defa. Bu düşünceden sıyrıldım ve öğrenci kimliğimi uzattım servis görevlisine okutması için. Servis hareket etmeye başladı.
Kızı hâlâ tanıyamamıştım.
Şimdi otobüs yokuşu hafifçe çıkarken benim de içimdeki heyecan artık doruk noktasına çıkıyordu. Arkamda ve yan tarafta oturanlar da beni tanıyordu. Şimdi bu kız ters bir karşılık verse kim bilir ne rezil duruma düşecektim. Ama şimdilik kendimi Allah’a havale etmekten başka bir seçeneğim kalmamıştı. Sol tarafımızdaki göle bakar gibi biraz çevirdim başımı; ama yine de kızın yüzü girmedi o gözlük çerçevemin kadrajına.
Hâlâ tanıyamamıştım.
Hayır, tanıyamayacaktım. Artık hemen bir acil eylem planı uygulamalıydım. I-hı, evet, tanımadan da geçebilirdim; sonra karşılaştığımızda da dalgındım o gün diyebilirdim.
Çünkü tanıyamamıştım.
Dıııt. Dııııt. Servis durdu ve kapıları açıldı. Burada inmeliydim; ama inmeye korkuyordum.
Çünkü tanıyamamıştım.
Sonsuzluk gibi geçen bir saniye sonrası, onun hareketlenmediğini görünce, kalkmak için davrandım hafifçe ve kıza döndüm hafifçe, kalkacağımı belirten bir ima ile.
Tanıyamamışken hâlâ.
Yüzünü döndü, hafifçe gülümsedi ve bana yol verdi hafif bir telaşla. Geçtim, indim.
Tanımıyormuşum ki.
İndikten sonra, rahat bir nefes alırken, bir yandan da aklımın bana yaptığı oyunu anlamaya çalışıyordum. Hayır, kız hiç konuşmamıştı, en azından benimle. Ama, en alâkasız vakitte, yanıma oturan kıza o kızın sesiyle “Günaydın.” dedirtmişti aklım. Aklım kendine gelmeye devam ettikçe, o kızın deri ceket giymediğini de hatırlamaya başladım. Basit, biraz uzun bir palto giyiyordu.
Bu oyuna güldüm bayağı içimden. Bir yandan da ona “Günaydın.” desem olabilecek abes olayları düşündüm.
İlk Yorumu Siz Yapın