İçeriğe geç

Kitap: Semaver – Sait Faik Abasıyanık

Bir okurun Mustafa Kutlu’ya dair düşünceleri ile Sait Faik Abasıyanık hakkındaki düşünceleri ideolojik yaklaşımlar bir kenara bırakılırsa pek uzak değildir birbirinden. İki yazar da hayatın içinden, duru hikâyeleriyle tanımlanabilir; öte yandan da hikâyeleri kimi okur için fazlasıyla basit kalır, edebî gelmez. Ben de tam bu yüzden Mustafa Kutlu kitaplarını ya çok severim ya da pek beğenmem. İlk Sait Faik okumam Lüzumsuz Adam’dı. O kitabı da biraz çiğ bulmuş ve pek hoşnut ayrılmamıştım. Ama neticede Sait Faik’ten bahsediyoruz, edebiyatımızda derin bir iz bırakan bir yazardan. Öyle bir kitabından pek hoşnut olmadım diye bir daha okumamak da olmaz. Bu sebeple rotamı yazarın en bilinen hikâye kitaplarından biri olan Semaver’e çevirdim. Kitabın ilk hikâyesi olan Semaver’i okuyunca, bu okumanın bir öncekinden çok farklı geçeceğini de anladım. Yine sade bir anlatım var mı, var. Olay örgüsü kimi zaman şaşırtsa da çok karmaşık mı, değil. Yine manzaralar hayatın ta içinden mi, evet. Ama bu kitaptaki hikâyeler kalbe öyle iyi nişan alıyor ki, vuruluyorsunuz.

Kitabın açılış hikâyesine bakalım. Fabrikada çalışan bir genci anlatıyor. Bir tek anasını biliyoruz bu gencin. Sabahları oğlunu uyandırıyor, bir yandan da semaveri kaynatıyor. Fakirliklerinin getirdiği soğukluğu def ediyor semaver fokurtularıyla. Zor uyanılan bir gün, gidip yorucu işte çalışılacak; ama yine de eve rızık temin edebilmenin mutluluğu bütün isyan deliklerini tıkamış. Ama gel gör ki ortamı ısıtan semaver bir gün sönüyor, zira gencin anası apansızın ölüyor. Bakın nasıl cümlelerle vuruyor Sait Faik bizleri: “Ölümün karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız olmayacak. O kadar, muvaffak olmuş bir aktör.” Veya şu var: “Ölüm munis, anasına girdiği gibi onun bütün hassasiyetini, şefkatini, yumuşaklığını almıştı. Yalnız biraz soğuktu. Ölüm bildiğimiz kadar korkunç bir şey değildi. Yalnız biraz soğuktu o kadar…” Bu cümlelerin özelliği, etkileyicilik için ajitasyona yaslanmaktan uzak cümleler olmaları. Buna rağmen cümlelerin vuruculuğu başka eserlerde gördüğümüz tiyatral cümlelerden az kalır değil. Çünkü bunca çıplaklığıyla, gerçekçi bir şekilde ifade edildiğinde, ölüm gibi bir hakikat zaten ağırlığıyla hepimize dokunur. Ve abartıya yer vermeyen bu cümleler okunduğunda, sanki bir dostumuz bunu bize söylemiş gibi hissederiz ve işte o anda hikâye edebi bir eser olmaktan çıkıverir, hayati bir eser hâline gelir.

Bu denli hayatın içinden hikâyelerin yanında biraz daha edebîliğini belli eden hikâyeler de mevcut. Stelyanos Hrisopulos Gemisi’nde oyuncak bir gemi izleğinin etrafında annesini kaybetmiş bir çocuğun resmini çiziyor yazarımız. Yine etkileyici olsa da, bir yandan da yazarın hayattan beslenmesinin edebiyattan beslenmesinden daha önemli olduğunu da hafifçe imliyor. Öte yandan, yazarın oyun oynamak istercesine yazdığı hikâyelerin de edebî yanı ön planda olmasına rağmen keyifli okumalar sunuyor. Meserret Oteli diye bir hikâye var örneğin, arkadaşının kardeşinin oteline gidiyor bir kadın. Otel sahibi kardeşini ölü bilse de, hakikat öyle değil. Louvre’dan Çaldığım Heykel’de ise bir sanat eserine takılı kalmış biri, onu çalmış gibi anlatılıyor. Bu tip oyunlar herhalde en çok Sait Faik’e (bir de Oğuz Atay’a) yakışıyor. Çünkü onu karşımda oturmuş, aralara hin gülüşler atarak bu hikâyeleri anlatırken hayal edebiliyorum ve bu da diğer edebî eserlerde pek rast gelemeyeceğiniz bir hayal.

Hayatın içinden hikâyelere dönecek olursak, birkaç kayda değen hikâyeyi daha buraya not edelim. İpekli Mendil’de, sevdiği için mendil çalan fakir bir gencin hikâyesini fabrika çalışanlarının gözünden izliyoruz. Hırsızlık gibi kötü bir eylemin dahi, hikâyesini bildiğinizde, merhamet uyandıracak bir eyleme dönüştüğünü gösteren hazin bir hikâye bu. Kıskançlık ise biraz daha düşündürücü bir hikâye; orta yaşlı bir köy öğretmeni genç bir kızla evlenmiş. Ancak aradaki yaş farkı bir sorun; bu yüzden de öğretmen aldatılıyor. Ancak esip gürlemek, kızmak yerine, öğretmen üzülmekle yetiniyor; çünkü o da gencecik bir kızın kendisine varmış olmasından dolayı mahcup. Evin oğlu ve hizmetçi kızın arasında usul usul gelişen aşk hikâyesini anlatan Bohça da ilmek ilmek işlenen güzel hikâyeler arasında. Bu hikâyeler hayatın içinden olmaklıkla edebî olmaklığı beraber muhafaza edebilen hikâyeler. Geri kalan hikâyeler de keyifli bir okuma sunmakla beraber, hayatın içindenliği daha ağır basıyor ve bir bakıma bir kulaktan girip öbüründen çıkıyor. Hikâyeler genel itibarıyla kolay okunabildiği ve pek uzun sürmediği için, okuma alışkanlığı kazandırmak için bulunmaz nimet adeta.

Sonuç olarak, Lüzumsuz Adam ile pek güzel bir giriş yapamamış olsam da Sait Faik dünyasına, Semaver ile daha doğru bir adım attığımı düşünüyorum. Kalbimin bir yerinde o semaver kaynayacak hep. Sonra gün gelecek, semaver kaynamayacak. Allah geçinden versin ama, belki de yakınlarımızın ölümünü göreceğiz. Bu kitapta öyle kuvvetli bir edebiyat var ki, Sait Faik’in “Ölümün karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız olmayacak. O kadar, muvaffak olmuş bir aktör.” cümlesi o ölümleri karşılarken yanımızda bitiverecek. Edebiyatın ne olduğunu da, böylece sezinlemiş olacağız.

7/10

Hayatın içinden
Sadelik
Kolay okunabilirlik

Kategori:2021kitap

İlk Yorumu Siz Yapın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir